- 224 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Biz Bu Filmi Seyretmiştik
BİZ BU FİLMİ SEYRETMİŞTİK
Evet, biz bu filmi seyretmiştik; hem de defalarca… “Hangi filmi?” diye soracaksınız. Elbette ki “Orduya kumpas” temalı ihanet filmlerinden söz ediyorum. 2009’dan itibaren sergilenmeye başlanan, yapımcısı ve senaristi ABD; oyuncuları ve uygulayıcıları Fetö, müritleri ve iş birlikçileri olan bu kumpasları hatırlayacaksınız: Ergenekon, Balyoz, İzmir askerî casusluk davaları vs.
O yıllarda hemen hemen her gün üst düzey subaylar gözaltına alınıyor, basın yayın organlarında “darbe heveslisi subayların(!)” sakladığı iddia edilen birkaç el bombası, tabanca, kroki ve belgeler ifşa ediliyordu. İktidardaki bazı muktedirler “Türkiye bağırsaklarını temizliyor,” , “Ben bu davanın savcısıyım” derken ana muhalefet lideri “Ben bu davanın avukatıyım,” diyordu. Kumpas davalarının sembol ismi hâline gelen Zekeriya Öz isimli savcı kimilerine göre Fetöcü bir hain, kimilerine göre heykeli dikilmesi gereken bir kahramandı.
Halk ise şaşkındı ve dolayısıyla suskundu.
İtiraf etmeliyim ki ben de şaşkındım. Olayları ve gelişmeleri gazetelerden okuyor, tv haberlerinden izliyor, kendi kendime sorduğum “Gerçek mi, yalan mı?” sorularıma mantıklı bir cevap bulamıyordum. Bulamazdım zaten. Emrimde polis, jandarma ve istihbarat yoktu çünkü. Fakat bir müddet sonra gerçekleri sezmeye başladım. İzmir Askerî casusluk operasyonları gerçekleşirken sezdim kumpası. O sıralarda “casus” suçlamasıyla Deniz Kuvvetlerinde görevli veya emekli bazı amiraller gözaltına alınıyor, tutuklanıyordu. Ardı arkası bitmiyordu tutuklamaların.
Yüksek rütbeli subay ve amiraller birbiri ardınca tutuklanırken: “Deniz kuvvetlerinde amiral seviyesinde kaç casus olabilir?” diye soruyordum kendime. Cevabım şöyleydi: “Bir kişi... Hadi iki olsun! Biraz da abartalım ve üç diyelim. Dört, beş, on olmaz ki kardeşim! Hele hele yirmi, otuz hiç olmaz. Karpuz saymıyoruz ki biz! Casusluk yapan amirallerden söz ediyoruz.”
İşte o günlerde, Deniz Kuvvetlerindeki onlarca amiral casus ilan edilince “İşin içinde var bir Çapanoğlu!” demiş ve olayları farklı yorumlamaya başlamıştım. Hain Fetöcü savcılar ne zaman ki amirallere casusluktan başka beyaz kadın taciri suçlaması yaptılar, işin cılkını çıkardılar. Adamlar resmen ve alenen halkımızın aklıyla alay ediyordu.
Sonra ne oldu? Yıllar ve yıllar sonra tüm bu olayların kumpas olduğu nihayet iktidar çevreleri tarafından da anlaşıldı. Tabii ki bu arada binlerce şerefli subayımız çile çekti, bazıları zindan köşelerinde vefat etti, bazıları gururuna yediremeyip intihar etti. Sebep olanlara ve alkışçılarına lanet olsun!
Sevgili okuyucular, 2009’dan sonra bize defalarca seyrettirilen bu film son olarak birkaç hafta önce tekrar sahneye kondu.
Hiç gereği yokken “Cumhurbaşkanı kararıyla Montrö Antlaşmasından çıkabilir miyiz, çıkamaz mıyız?” tartışması içinde bulduk kendimizi. Tabii ki her zamanki gibi her kafadan bir ses… Tv’lerdeki tartıma programlarında her konuda bilgiçlik taslayan malum kişiler, yandaş medyanın kalemşörleri ve muhalifler… Elbette ki her biri ayrı telden çalıyor.
Ben tarihçi değilim; Monrtö Boğazlar Sözleşmesi hakkındaki bilgilerim lise yıllarımda okuduğum Tarih ve İnkılâp Tarihi derslerinden kalan birkaç cümlelik malumattan ibaret:
“Çanakkale ve İstanbul Boğazı, cemiyet-i akvamın (milletler cemiyeti) kontrolünde idi, 1936 Montrö Sözleşmesiyle birlikte Boğazların yönetimi Türkiye Cumhuriyetine geçti.”
Sevgili okuyucular, devrim üstüne devrimler yapan iletişimin son icatlarından biri de WhatSapp denilen sosyal medya platformudur. Orada yazı yazabilirsin, resim, video yükleyebilirsin, eposta gönderebilirsin. WhatSapp’ta; 1974’te mezun olduğum öğretmen okulu ve 1978’de mezun olduğum yüksek öğretmen okulu grupları var. Bu platform sayesinde 47 ve 43 yıl evvel ayrıldığım arkadaşlarımla sanal âlemde de olsa buluştum. Bir zamanlar bana mektup yazarak nişanlandığını söyleyen, sonrasında düğün davetiyesi gönderen arkadaşlarımın 2021’deki yaşlılık hâllerini gördüm, torunlarıyla çektirdikleri fotoğraflara baktım. Köy Enstitülerinin, Öğretmen ve Yüksek Öğretmen Okullarının kapatılmasıyla ilgili ahlayıp oflamalarına şahit oldum, bu konularla ilgili araştırma ve inceleme yazılarını okudum.
Sevgili okuyucular, “Konuyu dağıtıyorsun” dediğinizi duyar gibiyim; hayır, dağıtmıyorum, toparlamaya çalışıyorum.
Şimdi tekrar dönelim birkaç hafta öncesine. Montrö tartışmalarının ayyuka çıktığı günlerde emekli amiraller WhatSapp gruplarında konuyu tartışıp irdelemişler (öğretmen okullarının kapatılmasından söz edecek değiller herhâlde); halkı ve idarecileri uyarmak amacıyla bir duyuru kaleme almışlar. Bu duyuru basına sızdırılınca yer yerinden oynadı. İktidar yanlısı basın yayın organları “Darbe yapacaklar, muvazzaf askerleri darbeye davet ediyorlar” diye veryansın etti. Malum yorumcular tv kanallarında amirallere söylemediklerini bırakmadı. Siyaset cenahı her zamanki gibi ikiye bölündü. Bir grup “Darbe çağrısı” olarak yorumlarken diğer grup “Montrö hakkında amiraller konuşmayacak da kim konuşacak?” dedi.
Evet, doğru… Montrö hakkında amiraller konuşmayacak da kim konuşacak? Sınırlı kıt bilgimle ben mi konuşayım? Halkımız ve yöneticilerimiz Montrö’yü Mehmet Metiner’den veya Nagihan Alçı’dan mı öğrenecek?
Sonra ne oldu? Savcılar harekete geçti tabii. Bildiriye imza atan 104 amiralin 10’u gözaltına alındı. Yandaş basın 104 amiralin 4’ünün siyasi bir partiye üye olduğunu yazarak gerçek suçluyu ifşa etmeye çalıştı. Ya sonra? Amiraller (bazılarına yurt dışına çıkma yasağı konularak, bazıları hakkında gözetim karar verilerek) serbest bırakıldı.
Derken amiraller hakkında ikinci dalga diye adlandırılan yeni bir gözaltı furyası başladı, 6 amiralin ifadesi alındı ve onlar da serbest bırakıldı.
Biz bu filmi daha önce seyrettik beyler; yutmayız. Biz nasıl ki seyrettiysek görev başındaki savcılarımız ve hâkimlerimiz de seyretti. Seyrettiler ki şanlı ordumuzun şerefli amiralleri serbest bırakıldı.
Bir bardak suda fırtına koparmaya çalışan yandaş yalaka kalemşörlere sesleniyorum:
Siz var ya! Siz demokrasi, insan hakları ve fikir hürriyeti konusunda (yaklaşık iki asır önce dünyaya gelen) İbrahim Şinasi Efendi’nin eline su bile dökemezsiniz. Şinasi, ilk özel Türk gazetesi olan Tercüman-ı Ahval’in 1860’ta yayımlanan ilk sayısındaki “Mukaddime” başlıklı ilk makalenin ilk paragrafında şöyle diyor:
“Mademki bir sosyal toplulukta yaşayan halk, bunca kanuni vazifelerle yükümlüdür, elbette sözlü ve yazılı olarak kendi vatanının menfaatine dair fikir ileri sürmeyi kazanılmış haklarından sayar.”
Hâlen yürürlükte olan 1982 Anayasasının 26. Maddesini de okuyun lütfen:
“Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla, tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar…”
Neymiş efendim! Herkes fikirlerini açıklayıp yayabilirmiş ve bunu toplu olarak da yapabilirmiş.
Aslında sizi çok iyi anlıyorum. Size göre amiraller ve diğer denizciler deniz hukuku konusunda konuşmasınlar, balık pişirme tekniklerinden söz etsinler. En lezzetli balığın hangi denizimizin hangi kıyısında yetiştiği konusunda tartışmalara katılsınlar. Öğretmenler eğitimden, hukukçular hukuktan, ekonomistler ekonomiden bahsetmesin.
Siz her şeyi biliyorsunuz nasıl olsa. Eski ifadeyle allame-i cihansınız.
Fakat şunu bilmiyorsunuz: Atatürk’ün dediği gibi “Türk milleti zekidir.”
Asil milletimiz aynı tuzağa bir daha düşmez. Ve işte şahit olduğumuz gibi tüm karalama, kumpas, kışkırtma ve suçlamalara gülüp geçerek askerine sahip çıkar.
Kalın sağlıcakla!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.