- 381 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KIRŞEHİR VE ŞEHİRLERİMİZİN KİMLİK KAYBI
Bugün öğleden sonra şehir merkezindeki işlerimi bitirdikten sonra eve dönerken çoğu zaman yaptığım gibi yine eski Kırşehir evlerinin bulunduğu sokaktan geçtim. Şehir merkezinden eve dönerken bazen Cacabey Camiinin güneyindeki, halk arasında “Mucur Yolu” olarak bilinen caddeyi, bazen de arkanızı Kale’ye verdiğinizde, sağınıza da Cacabey Camiinin ana giriş kapısını aldığınızda yukardaki eski cezaevi istikametine doğru çıkan geniş caddeyi kullanırım. Ama en çok ta bu caddeye paralel, onun solundan yukarı doğru çıkan, her iki tarafında eski Kırşehir evlerinin bulunduğu sokağı kullanırım.
Bu sokağın bir tarafında çoğunlukla apartman blokları ve onların arasına sıkışmış birkaç tane eski kerpiç ev var. Diğer tarafında ise bunu aksine çok sayıda tek katlı ya da iki katlı, bahçeli eski kerpiç evler ve onların yanında birkaç tane apartman bloku var. Ancak gün geçmiyor ki bu eski evlerden birinin önüne daha bir inşaat firmasının levhası dikilmiş olmasın. Bu şekilde devam ederse sanıyorum birkaç sene içerisinde bu evlerden Kırşehir’de hiç kalmayacak ve hepsinin yerine büyük apartman blokları dikilmiş olacak. Bu kadim Selçuklu şehrinin sakinleri olan bizler de “Bir zamanlar bu şehirde ...” diye başlayan eski zaman öyküleriyle avunacağız. Benim bu sokaktan sık sık geçişim de, biraz bu evler tamamen ortadan kalkmadan önce doya doya bu evleri görmek adına, belki biraz da çocukluğumun Kırşehir’ini yad etmek adına oluyor.
Çocukluğumun Kırşehir’ini hatırlıyorum da şimdiki gibi çok sayıda apartman yoktu. Genelde tek katlı ya da iki katlı, bir çoğu kerpiçten yapılma, bahçeli Kırşehir evleri vardı. Bu evlerin bahçelerinde dut, ceviz, zerdali ve kavak ağaçları bulunurdu. Yine bu evlerin bir çoğunun bahçelerinin bir köşesine ekilmiş olan çiçekler hala gözlerimin önündedir. Bu evlerle birlikte bir tarihin, bir kültürün, bir geleneğin, eski evler, sokaklar ve mahallelerde ifadesini bulmuş bir kimliğin de silinip gitmesi, bu şehrin asıl sahipleri, yerlileri olan bu sıcacık, samimi geleneksel Kırşehir evlerinin yabancı, soğuk, ruhsuz apartman bloklarına teslim olması beni hüzünlendiriyor.
Benim, yaşadığım Kırşehir’de gözlemlediğim bu değişim diğer şehirlerimizde de büyük bir hızla devam ediyor, ne yazık ki. Diğer şehirlerimizde de o şehirlerin ruhunu, kimliğini yansıtan geleneksel evler yıkılarak yerine ruhsuz, kimliksiz apartman blokları dikiliyor. Eskiden her şehrin bulunduğu yörenin gelenek göreneklerine, kültür yapısına, iklimine, tabiat örtüsüne, sahip olduğu madenlerine, hammaddelerine, malzemelerine, mimari anlayışına uygun evler yapılırdı. Kırşehir ve diğer birçok Orta Anadolu şehrinde evler yığma kerpiç tuğladan tek katlı ya da iki katlı, damlar kavak atkılar üzerinde kerpiç topraktı. Bu evlerden çoğunun bir bahçesi ya da avlusu da vardı.
Eskiden şehirler, evlerinin yapı taşlarıyla, mimari özellikleriyle birbirlerinden ayrılıyorlardı. Bir ev resmi gördüğünüzde o evin mimari özelliklerinden hangi şehre ait olduğunu çıkarabiliyordunuz. Birbirlerinin görünüşünü engellemeyen, kerpiç, tuğla ve ahşaptan yapılmış, kiremit kaplı çatıları bulunan genellikle beyaz renkli evleri gördüğünüzde o resmin Safranbolu’ya ait olduğunu, bir kalenin eteklerinden ovaya doğru birbiri üzerine yükselen teraslar halinde kesme taşlardan yapılmış evleri gördüğünüzde de o resmin Mardin’e ait olduğunu anlıyorduk. Tokat evlerini de kapılarının ve kapı tokmaklarının farklı işçilikleri ve özellikleri ile diğer şehirlerin evlerinden ayırabiliyordunuz.
Eski mahalle hayatımızın oluşturduğu kültürün fiziksel özelliklerinden bahsederken, bu kültürün ve geleneğin, membaını, yardımlaşma, paylaşma, dayanışma gibi güzel hasletlerin oluşturduğu sosyal yönünü de ihmal etmemek gerekir, elbette. Dinimizin cemaate verdiği önemin etkilerini mahalle yapımızda açıkça görürüz. Bizim şehir geleneğimizde mahalleler birbirlerinden haberdar olan, kendilerini birbirlerinin davranışlarından sorumlu sayan, aralarında sürekli bir birlik, beraberlik ve dayanışmanın bulunduğu insanların yaşadığı bir yer olmuştur. Bunun bir sonucu olarak ta geleneksel mahalle yapımızda güçlü bir sahiplenme duygusunun olduğunu görürüz. “Mahallenin bebeği, mahallenin ölüsü, mahallenin düğünü, mahallenin namusu, mahallenin delikanlısı” şeklindeki tanımlamalar bizim toplumumuzdaki birlik olma ve sahiplenme duygusunun tabii bir ifadesidir.
Çocukluğumda, Kırşehir’deki mahalle hayatını hatırlıyorum da: İnsanların birbirlerinin dertleriyle dertlendikleri, mutluluklarıyla mutlu oldukları, bir bebeğin bir eve değil de, adeta bütün bir mahalleye doğduğu, bir ölünün bütün bir mahallenin ölüsü olduğu, yetişmekte olan çocukların sadece kendi ebeveynleri tarafından değil bütün bir mahalle tarafından terbiye edildiği, mahalleden çıkan bir iyinin de, bir kötünün de bütün bir mahalleye mal olduğu bir mahalle kültürü vardı. Komşuluk ilişkileri akrabalıktan daha ileriydi. Mahallemizde bir ailenin bir cemiyeti olduğunda evi büyük olan, avlusu, bahçesi müsait olan komşularımız evlerini o cemiyet için açarlardı. Ortaokulda okurken bitişik komşularımızın kızlarından birini evlendirdiklerini, Ankara’dan çok sayıda misafirleri gelince de bu misafirlerden bir kısmını bizim aldığımızı, evimizin bir odasını onlara tahsis ettiğimizi hatırlıyorum.
Geleneksel mahalle kültürümüzün kaybolmasının, geleneksel evlerimizin hızla yok olmasının yanı sıra, bir diğer önemli sebebi daha vardır: İş güç, memuriyet ve büyük şehirlere göç gibi sebeplerle insanların artık çok sık yer değiştirmesi. Şehirlerde evler artık “oturmak” için değil “kalmak” için yapılıyor. Sürekli bir evden diğerine taşınıp duruyoruz. Varoluşçu felsefenin öncülerinden Martin Heidegger Almanca’da “inşa etmek” anlamında kullanılan “bauen” kelimesinin eski Almanca’da “oturmak” anlamına da geldiğini söyler ve devam eder: “Bu kelimenin bize anlattığı şudur: Kalmak, bir yerde durmak, ikamet etmek.” Baden’li bu Alman düşünüre göre bizler yalnızca içinde yatıp kalkacağımız bir evi inşa etmiyoruz; bir evle birlikte bir kültürü, bir anlayışı, geleceğimizi de inşa ediyoruz. Ev, bu anlamda, kendisiyle birlikte inşa ettiğimiz, kültürün, yaşama biçiminin yeşerdiği, büyütüldüğü, muhafaza edildiği ve yarınlara aktarıldığı bir okul hükmündedir.
İnsanların modern birer göçebe haline geldiği günümüzde, milyonlarca kiracının bir evden diğerine göçmesi sürekli yeni konutların yapılmasını zorunlu kılıyor. Yukarda örnekleriyle anlatmaya çalıştığımız kadim mahalle yapımızın ve kültürümüzün yerine de bütün değişikliklere açık çelimsiz bir yerleşim düzeni geliyor ve bu da bizi büyük bir “otel toplumu” na dönüştürüyor. Tabii şehirlerimiz de gitgide büyük birer otele benziyorlar.
Soykırıma tabi tutulan bir millete uzatılan silahlar misali, Kırşehir’in eski evlerine uzatılan iş makinalarının kolları ve kepçelerle de Kırşehir’in geleneksel evleri birer birer ortadan kalkıyor; bu evlerle birlikte ince bir mimari, işçilik, zenaat, kadim bir mahalle kültürü ve bu şehri diğer şehirlerden farklı kılan, bu şehri Kırşehir yapan bir şehir kimliği de bir daha geri dönmemek üzere gidiyor. Bizler de neler olup bittiğini anlayamadan, hızla bir deli yalnızlığa tutunmak, bir apartman boşluklarında savrulmak zamanına giriyoruz.
Ben, henüz dünün bugüne karışmadığı, büyük yapıların, korku veren beton yüksekliklerin bu şehri teslim almadığı, bu şehrin çarşılarında güler yüzlü insanların mutluluk alıp evrene mutluluk dağıttıkları günleri gördüğüm için kendimi şanslı sayıyorum. Hayatımın bir döneminde de olsa, bir nebze de olsa kadim mahalle kültürümüzü tanıdığım, bu kültürün bir parçası olan geleneksel evlerimizdeki o köklü gelenekleri, güzel adet ve ananeleri yaşadığım o evlerin bacalarından yükselen sevgiyi gördüğüm için kendimi yine şanslı sayıyorum.
Remzi ORMANCI
Mart 1997, KIRŞEHİR
YORUMLAR
Haklısınız şehirlerimizi o kırk elli sene önce ki sadeliğini güzelliğini koruyamıyor, biz beceremiyoruz bunu millet olarak tarihi dokusunu kaybettiriyoruz şehirlere ve ucube binalar ile dolu garip şehirler çıkıyor ortaya insana uzak beton canavarları. Oysa bir çok Avrupa ülkesi bunu başarmış... Kırşehir de nasibini alıyor bu kimliğini yitirmekten, yazık gerçekten çok yazık.