- 758 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
'ream a dream'
‘Beyefendi, beyefendi lütfen maskenizi tam takar mısınız?’ Seslerin sisler olup dağıldığı, uzun floresanlarla kaplı koridorda yürürken, az öncekine benzer pek çok uyarı duydum. Hiçbirini bana dönük olmasa da, her seferinde irkiliyordum. 8 numaralı odanın önünde durup, uzaktan yine bakışıp ayrılacaktım. Bir hafta geçmişti ancak doktorlar tam olarak ciğerdeki iltihabın kurumadığını söylüyorlardı. On altı sene önce yaşanan aile dramını hatırlayıp, bu koridorları yürürken aynı şeyleri düşünmek ve sonunda onu görüp, buradan ayrılmak gerçekten yorucuydu. Son günlerde yolda yürürken, evde tam mindere oturacakken, aynaya bakarken, kitap okurken, yemek yerken, su içerken, sigara yakarken, gökyüzüne bakarken, uyurken, uyanıp kalkarken aklıma tek bir fiili seslendirmek geliyordu:’ Yoruldum!’ Bir an biri karşıma çıkıp da ‘ne yaptın da yoruldun’ demiş olsa, onun gözlerine bakıp yeniden ‘yoruldum, vallahi yoruldum’ diyebilirdim.
Soran yok. En azından gözlerime bakıp beni böylesine içten irdelemek isteyen kimselerin olmaması bir nebze rahatlatıcı geliyor. İçtenlikle yalan söyleyebilirim ‘çok iyiyim, siz nasılsınız?’ Sonra her şey siyah beyaz bir a4 kâğıdı içerisine bulaşmış gibi hissediyorum. Tüm resmi veya sıradan yazıların her biri bulaşmış, bulaşık, bulaşkan hissiyle dolu gibi. Bu, bir tür teyakkuz ve imla uygarlığında şüphesiz ki sevenlerinin de bolca olduğu bir dünya ama normal standartlar için bu dediğimin geçerli bir yanı da yok! Yarıda bırakılmış bir yazı, bir sigara veya çay… Çay soğuyor ve soğuduğu zaman daha bir kötü geliyor. Şekerleniyor gibi ve böylece sıcakken verdiği içilme arzusunu yitiriyor. Yarıda bırakılmış, sonuçta bir sona varmayan ne varsa zararlı bir alışkanlık gibi geliyor. Bir ara köpeğini çok sevdiği arkadaşına bırakan bir kadınla tanışmıştım. Aslında buna tanışma da denmez, aynı ortamda bulunuyorduk. Bir süre mecburi sohbet içerisinde kendimi bulmuştum. Kadının gözlerinin altı ağlamaktan morarmış gibiydi. Bu yüzden fazlasıyla makyaj yapma ihtiyacı hissetmişti. ‘Peki’ dedim, ‘Nurten hanım, madem seviyordunuz neden köpeğinizi uzakta bir arkadaşınıza verdiniz ki?’ Nurten Hanım emekli olmayı düşünen bir öğretmendi. Bir süredir kızının yanında yaşadığını, kızının da alerjisi olduğu için Sultan’ı yanında kızının evine getiremediğinden bahsediyordu. Köpeğine Sultan ismini vermişti. Kedisine Osman ismini veren arkadaşım kadar yaratıcı olmadığını düşünürken, Sultan’ın fotoğrafını bana gösterdi. ‘Bakınız’ dedi, ‘ne güzel abisi değil mi? Sultan’ım benim, az kaldı ama. Her gün görüntülü zaten konuşuyoruz. Kızım dayanamadığımı fark edince ‘anne tamam getir Sultan’ı ama benim odaya sakın ama sakın sokma diye tembihledi. Artık bir şekilde kızımın da rahatsız olmayacağı şekilde Sultanımla beraber yaşayacağız. Birkaç haftaya Sultan’ı almaya gideceğiz.’
‘En azından denedim’ dediğim ne varsa beni mutlu etti şimdiye kadar. Bu yüzden Rüya’dan vazgeçmedim. Bir yığın kitap sandalyenin üzerinde. Çakmak az ötede ve etrafında saçılmış kaçak sigara dalları duruyor. Bazı kaçak mevzuları sır gibi saklamak gerekiyor. Nereden aldın, nasıl aldın, kim verdi, nasıl kaçırdınız vb. bir sürü sorunun muhatabı olabilirdim de ama boğazlarına kaçak kat çıkılmış orta yaşlı bir adam olarak, en yavaş organıma doğru gözlerimi doğrultuyorum. Sıradan bir günün olağan yavaşlığında en titiz haliyle kargaların pislediği bir yemek örtüsüne benziyor ten denilen pespaye. Bir an konuşacakmış gibi duran ne varsa, bir gün gelir konuşur ve bir mırıltı kıvranır pembe dudakların etrafında. Şimdi mezarlığa doğru yürüyorum. Kırgın ve gözyaşıyla yıkanmış sesiyle ‘geliyorum’ dediğini hatırlıyorum. Bir zamanlar yaşlı adamın canlı bedeni toprak üzerindeydi. Bir sona yaklaştığımızı hatırlıyorum fakat tam anlamıyla böyle zamanlarda bazı şeylerin gerçekliği konusunda insan emin olamıyor. Zamanla bazı şeyler daha netleşmeye başlıyor. ‘Oysa hayat; doğuyoruz, yaşıyoruz ve sonra…’ Hep aynı lakırdı! İnsan bir zaman sonra aynı şeyleri yinelemekten bile sıkılıyor ve susuyor. Bir tür kelime enflasyonu sonrası insan susmayı tercih edemiyor da; buna mecbur kalıyor veyahut maruziyet! Böyle bir kelime kimileri için yok. Yaşlı adamın gözlerinden bir damla yaş mitralyöz paletinin koca kum kütlesini aşması kadar ağır ilerliyor ve toprağa neşe katıyor. Önceleri kuru yanağına çarpıp yüzünü besleyen damlalar, toprağı besliyor. Boynundan iman tahtasına kadar damlanın serüveni buydu. Tat yok oluyor, koku alınmıyor ve his? Yok!
‘Bir bahane, bir bahane; kökenine inmeliyiz mutlaka! Bu bir sapkınlık! Deli saçması, ne yaptığınızın farkında mısınız a kuzum?’ Anneler için son derece masumane olan ve biri onların bu öpüşü yaptığını gördüğünde ‘a, sapık mısın sen kuzum’ demeyeceği hareketi hatırlıyorum. İlla bir neden bulmak zorundalar, her şey için bu geçerli öyle mi? Ayağın dudaktan ya da yanaklardan ne farkı var? Ağır işçi hükmünde oldukları için hep hor mu görülmek zorundalar? ‘Biz insanı ayağını da öpecek kadar seviyoruz!’ Yok, kesinlikle Laz Kemal böyle söylememişti. Hem onun için hayat doktrinler ve öğretilerden sonra, pisipisine Devletin oyuncağı olarak ölmekten başka ne oldu ki? İlla bir örgütün içerisinde olmadan da sorgulanabiliyor, düşünceleri kurşunlara, demir parmaklıklar arasına ya da para cezalarına hapsedilebiliyor. ‘Biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz’ demişti. Tabi, uğruna yaşanacak bir hayat bulabiliyorsa insan!
Anne affetmeli ki, ölüyor. İnsan öleceği an onu bir canavarmış gibi vücudundan atan annesine karşı hayatını sorumlu tutuyor. ‘Bak anne, işte ölüyorum. Bunun acısını sana yaşatmak istemezdim, ah ne derin kaygılarımız var şimdi! Fakat ölmeliyim. Ölüm bir sır değildir. Form değiştiriyorum. Yılan gibi eski kabuğumdan sıyrılıyorum. Artık beni okşadığın uzuvlarımla hatırlamana lüzum kalmadı.’ Anne önce dudaklarıyla ölüyor. Artık öpülecek bir ayak yok. Gözlerdeki çapaklar evlerin beyaz lavabo taşları arasında kayboluyor. Beyaz her daim kendini arama yolunda türlü karanlıklara yola çıkmıştır da, tek renk olduğundan ötürü benliğinin kibrine yenilip, her şeyi kendine boyayacağı endişesiyle evrenin yaratıldığı günden beri bu yolculuk bitmemiştir. Eski kalemlerle, yeni şeyler yazma oyununa davet edilen biçare milyonlar dünyanın her bir yanına dağılıyor. İnsan susunca, sessizlik etrafa yayılınca ne güzel değil mi? Bir keresinden biri ‘seni hayatımdan çıkarmak da istemiyorum ama varlığına da katlanamıyorum. Bana hem iyi geliyorsun hem de rahatsızlık veriyorsun’ demişti. Benden çözüm arıyordu. Sesimi yükseltip, sinirli bir şekilde söylemiş olsam da haksız sayılmazdım. Aslında sinirli değildim. Sesimin yükselmesi belki de varlığıma ait son rahatsızlık noktası bile sayılabilirdi. Biri benden ötürü rahatsızlık hissediyorsa, bu rahatsızlığı ondan çekip almalıydım. Bunun tek yöntemi sessiz kalmaktı. Bir eylemin böylesine boşa kürek çektiği çokça insan tarihinden gözükmüş olsa da, her seferinde işe yaramıştır. Sessiz kalmanın, konuşmamanın, o insanın varlığını bilmeye rağmen, iletişime geçmemenin en temel faydası yeniden aynı karmaşa antenlerinden çekim almamaktır. Böylece insanın zihni bulanmaz ve ‘acaba ne zaman yine bana istemediğim şekilde davranacak’ endişesini kendisinden uzak tutar. Bu meselenin bencil kısmına örnektir. İnsanların iletişimde yaptıkları en büyük hata ‘biz’ kavramına dönüştüremediği çok basit meseleler yığınından başka bir şey değildir. Bir insan neden başka bir insana iyi gelir ki? Böyle bir insan aynı zamanda nasıl olur da karşısındaki insana rahatsızlık verebilir? Endişe ve evham sisleri dağıldığında yağmur sonrası yerdeki su birikintisine yansıyan insan aksinin varlığı ne kadar gerçekse, bu ikilemleri doğuran insanın varlığı da öyle bir gerçekliğe aittir. Bir gösterene dâhil olmak zorunda her görüntü, gerçek sayılabildiği oran da yalanlanmaya da muhtaçtır.
Pembe ve ince bir bluzun üzerindeki lekeyi düşünüyor. ‘Çıkar değil mi bu?’ Bilmediğimi biliyor ama yine de soruyor. Birkaç damla çıplak kollarıma çarpıyor. Yan odası olmayan, açıklığın olabildiğince beyaz taşlar arasında uzadığı bir yerde üşüyorum. Bir titreme; önce parmaklarıma, sonra sağ kolumdan omuzlarıma ve sonra da göğsümün içine değin uzanıyor. Nemli, kendisine has bir kokusu olan omuzlara sarılıyorum. Rüya ‘ne oldu, iyi misin’ diye soruyor. İyi değilim, hiç iyi olmadığım kadar! Dur, ne olur bir şey söyleme! Megafonda bir ses, haklılık derecesinde herkes eşit ölüyor. Kimi sessiz, naz eylemeden tek bir damla gözyaşıyla, kimi de asfalttan et, derisi, kemiği kazınırcasına… Paris’teki ateşin İstanbul’daki ateşten farkı yoktur!
Güneyli bir şairin ağzıyla balkona çıkıyorum: Hiç yazılmamış bir şiirdin –benden yana. İhtirassız saatlerdir bu saatler. Kuş sesleri olabildiğince canlı ve ritmik gelir. Bıkkın bir imam penceresini kapatır. Hiç anlatamayacağı bir hutbe cümlesidir –ve kimselerin anlamak istemeyeceği oracıkta! ‘Yemekten doymadan kalkmış’ gibi diyordu ve onun şiirinin izinden gidiyorum şu an. Kaç yüzyıl önce simgelerin arasına sıkışmış ve ortaya çıkarılmayı bekleyen bir mercan kadar da küçüktü oysa sevgi lehçesi. Bizim günlerimiz çöl kumları üzerine yazılan cümleler kadar geçici, bir o kadar da sıcak ama güzel diyorum, her şey bitecek ama sen kalacaksın. Kara, kapkara deliklerin yıllarca sessiz devrimleri yuttuğu bir yüzyıldan sesleniyorum sana: ‘Daha gerçek olamazdın!’ Kolayca okunabilen kitapları raflara diziyorum, diğerlerini üst üste! Apansız boşanan yağmur kadar da dolusun hayata karşı ve hâlâ, dünden beri güzelsin. Rahatına düşkün, göt büyütmeyi bu türlü garip rehavet illetleriyle adet edinmiş bir Osmanlı demansıyım yaşanan yüzyıla ait. Temasta olabilirdi, sere serpe uzandığın şekilsiz, şüphesiz beyaz ve kırışık çarşaf üzerinde –orada güzelsin. Yıllarca aynı sokaktan dönerim. İlk gün yaşadığım korkudan uzaktır. Bir trenle bir de tankla geçmemişimdir o sokaklardan. Özlemin tank paletleri gibi çıkarır ve dümdüz eder hayatın tadını. Tren uzundur, uzaktır; kuşların yolunu beklemek gibidir. Kimi zaman bahar; ilk veya son artık önemsizdir. Ellerimi doğra, kıtla; kıtlaştır ama verme kimseye! Kapkara deliklerin sinmiş öyküleri vardır ıslanmış –ama öyle de güzellerdi. Sözlerine de sığdığım, özürlerimle de büyüyüp, güzeli yanından üleştirdiğim günden beri kör bir insan gözlemcisi olacağım ölmeden iki gün önce. Üç günlük dünya işte, sana sesleniyorum –bana bazen hiç aldırma! Erkenden beyaz hâkimiyetini var ediyor. Korkmuyorum da bazı şeylerden eskisi kadar, su gibi yayılmayı ve buharlaşmayı umuyorum. Görüntünü hiç silme gözlerimin sahilinden diyorum – ve sen orada daha bir güzelsin! Tutkularım, nazlarım, niyazlarım, son fiziksel aktivitem, siyasi dönüşlerim, sol iken sağdan çıkışlarım, yere kapaklanışım, bir türlü ucuza indiremeyişlerim, işportada en teneke mala denk gelişlerim, kulağı deliklerim, kulağını birkaç yerden deldirenlerim… Ve sen şöyle, şu tarafta, iki gün üst üste farklı iki şehirde bir A, başka gün başka bir A’da hem varsın, hem yoksun ama kimse seni tanımıyor. Benim kimseyi rahatsız etmediğine inandığım varlığımla yanındayım. Sana ihanet etmeyecek kadar şimdi yakınsın. Kalsın!
Dün şehrimde bir martı daha öldü. Ses vermekten bıktıkları güne değin gökyüzünde daha beyaz ve daha güzeller. Günde birkaç milyardan daha fazla tıkırtı galaksiyi rahatsız ediyor. Pencereden çöp tenekesine bakıyorum. İyilik ve yaşam üzerine düşünürken kendime şans verdiğim oluyordu, artık şans bile yok! Düşüncesini yitiren her nesne gibi parlaklığını, varlığını hissettiren şeyler kadar canlılar. Salonda köşede duran, çalışmayan ve bir o kadar da seküler tüplü televizyonu bu pencereden aşağı atabilir miyim diye düşünüyorum. İçinde itinayla patlamayı bekleyen bir tüp varmış gibi duran bu orospu çocuğuna karşı hıncımı bir aralar yitirmiştim. Kucaklayıp da götüremiyorum, öylesine sinir bozucu. Toplam dokuz kat sırtımda gezdirdiğim bu orospu çocuğuna karşı merhamet besleyemiyorum. Usta porno sanatçılarına taş çıkaracak bir çıkıntısı var tüpüne doğru. İzlenilmekten bıkılmış bir vücut; artık erekte bile etmiyor onun bunun evladı! Kimi zaman Barselona’da modern bir hafta geçirmek için işinden izin almış genç bir kadın kadar masum olabiliyordu. Çıkıntısına inat kırmızı altında ezilen çekirdekleri bir kenara itip, modern binlerce orospuyu sahiplenen ayaküstü aşkın, şehri kirletmeye lüzumu yoktu. Birbirimize kötülük yapıyorduk. İyiymiş gibi sanılan, o tüm vefa kokan hareketlerin bir çöp tenekesinin kenarında son bulması trajik olabilirdi. O yalandı, ben yalandım ve dünya artık bir talandan mı ibaretti? Bu kadar basit miydi?
Beyazın kenarındayım. Pembelik inceden dağılıyor ve sıcak nefesiyle fısıldıyor Rüya: ‘Dünya ufak yalanlar üzerine kurulu. Eğer herkesin doğruyu söylediği bir yer olsaydı, yine de bir şey değişmeyecekti. Niyeyse bunun farkında olduğum için iyi ya da kötüde hissetmiyorum.’ Rüya bile bana güvenemiyor. Haklı bir rahatsızlık her ikimiz adına. Hakikatin, gerçeğin aramızda önemi yok. Sıcaksın. İmtiyazlı ve soğuk sırtın yıllanmış bir incir sütü gibi kokuyor. Çok yakınımızda dünyanın balkonu var. Oraya gideceğiz kıtlaşan ellerimizle. Ona dönüyorum. Yüzümü tenine, teri kadar yakına yaklaştırıyorum. Kısa, çok kısa tüylerinin sorduğu sorular, kanaatler ve iyi bakmaklar var: ‘Neden biliyor musun? Hiçbir şey bilmiyorum hiçbir güne ait. Benim iyi kanaatlerim, iyi bakmak üzerine kötüden ayrı kaldığım saatler var. Bana ait iyilikler var. Evrenin benden rahatsız olmadığı koca günler, aylar ve hatta yıllar… Ortaçağdan beri kâğıda dökülen ne varsa, bir yönüyle kanları kuruduğu için güzel geliyorlar ve tül gibi mermerlerin vücut bulduğu ilk aydınlanma yarılanması olduysa –biraz da ondan güzel! Daha yakınlarda mikroskoptan fotoğrafa aktarılan ilk mikrop kadar değerliydi saç telleri insanın. Avuçlarımda biriken saç tellerimden korkup uyanırken, Giovanni Strazza’nın taştan tüllerini andırıyordu –ramak kala. Öpmeye doyamadığım bir omzun kaldı. Ellerimi ve sahipsiz bakışlarımı çıkaralım buradan istersen. Tüm tenimi tırnaklarımla kazımak isteyen gelecekten geliyorum. Kaç yılgın insanın salyası bu toprağa karışmışsa, bir o kadar da kabul günü sayıyorum müziksiz her günü. Alay yok, dalga yok, şaka kaldırmıyor ve bağımsız günlerce gün; yarın ve dün!
Pencereyi kapattım. Kombi yanıyordu, son anda söndürdüm. Hasta olsam da bir yere kadar parayı boşa harcayabiliyorum. Ateist ölümler taşıyan düşlerin kuvvetiyle kollarımı yatağa, mavi bir derinliğe bırakıyorum. Süslü tek şey sensin. Bir tekerlek gibi karadeliklerine doğru ağır aksak yaklaşıyorum. Salınımım bittiğinde pembe bir delikten boşalırcasına nemli bir sarılış son bulacak. Rengârenk bu temaslı salınış ve hangi deneyden sonrasıydı bilmiyorum, o gün bırakmıştım ben dünyanın en gerekli mühendisliğini. Bana dudaklarının kenarından yaralayıcı öpücükler belletiyorsun. Böyle ölmeyeceğim. Ciğerlerimdeki hırıltılar gözlerimi kapatıyor. Ben buraya seninle geldim ama seni taşımadım. Kendi ayakların, kendi kavgaların ve kendi yaraların vardı, olmalıydı da! Rahatlıkla söyleyebilirim ki böyle olduğu için utanmıyorum da. Sadece gözlerimi açtığımda seni bulamayacağım için kendime çıkıştım. Siyah beyaz fotoğrafında görünmeyen yeşillikleri de beyaza boyadım. Zihnim tamamen kararmadan ve sen Rüya, rüya olmadan, her bir karadeliğine hücrelerimle karışıp, sonra yeniden birleşmeyi hayal ettim.
Böyle de güzeldin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.