- 514 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
EYVAH UYGARLIK YEDİM
Akşam karanlığının çökmesiyle gün boyu hastane binasının çatısında gezinen güvercinler çoktan yerlerini terk etmişlerdi. Yüksek ışıklı ampuller koca alanı gündüze çevirmişti. Acil kapısının önü çok kalabalık, ana baba günü, iğne atsan yere düşmez. Ambulansların biri gelirken, bir diğeri acil siner çalak gidiyor. Trafik kazasından yaralılar sedyelerle taşınıyor. Başka bir sedyede bıçaklama olayı var, yine tinerci gençlerin yeni bir marifeti. Bir köy minibüsünden doğum sancıları sıklaşmış genç bir kadını indiriyorlar. Bir erkek çocuğu zehirlenmiş, daha çok küçük, annesi dizini dövüyor. Yarlıların yanı başında saçını yolan kadınlar, babasının sedyesine sarılan sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun ağlaması yürek yakıyor. Homurdananlar mı dersin, içine çektiği sigara dumanını kızgınlıkla havaya savuranlar mı, hasta görevlilerine bağırıp çağıranlar mı dersin, hepsi iç içe, sesler yeni binanın duvarlarında geceye yankılanıyor.
Acil kapısının iki kanadı sonuna kadar açıldı. Ambulanstan yeni indirmişlerdi. Hiçbir yaralının bağırmadığı kadar sedyenin üzerinde altmışlı yaşlarda adamın biri avazı çıktığı kadar bağırıyor.
“Ölüyorum!.. Kurtarın beni!.. Doktor… yok mu doktor?..”
Öyle bağırıp yırtınmıştı ki, diğer yaralıları bıraktılar, insan kalabalığı yeni getirilen hastanın başına toplandı, meraklı gözler aradı, ama adamda hiçbir yara bere yok. Durmadan yırtınıyor.
Sarışın, beyaz tenli bir hemşire o kadar zayıf ki, üflesen yere düşecek cinsten. Formda kalayım diye hiçbir şey yememiş sanırsın. Sedyenin ön tarafından tutmuştu.
“Buradayız amca, sık dişini, birazdan doktor gelecek.” Bekletmeden acil bölüme kaldırdılar.
“Offf… ölüyorum..”
“Mideni bozan bir şey mi yedin, amca?”
“Evet, medeniyet etinden yemeye çalıştım, çok sertti, yutamadım.”
“Nasıl… ne medeniyeti?”
“Üzerine teknoloji maden suyu içtim.”
“Allah akıl versin sana.”
“Uygarlık yedim en sonunda. İçimdeki kötülük büyüdü, dışa vurdu.”
“Pardon, uygarlık mı yedin?”
“Zehirledi beni valla!.. Uygarlık dediler… Medeniyet… Ah!.. Ölüyorum doktor bey… Hemşire hanım, şurası midem yanıyor… Oy uygarlık…”
“Anladıysam, arapolayım…”
“Eyvah, Uygarlık yedim!.. Kirlendi her tarafım!.. İçimdeki bütün kötülükler dışa vurdu.”
“Ben doktor Ümit... daha önce böyle bir vakayla hiç karşılaşmadım.”
“Aman… Doktor… yetiş hemşire… ölüyorum…”
“Tahlilleri alın, çok tehlikeli bir zehirlenme. Daha önce hiç örneği görülmemiş bir vakayla karşı karşıyayız. Aman dikkat edin, insanlarda sık görülmeye başladı, yeni bir hastalık olabi… “ Doktor sözünü bitiremedi. Yan sedyeden kan kaybından biri ölümle pençeleşiyor. Nöbetçi doktor oraya koşmak zorunda kaldı. Hemen geri döndü.
"İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Genç yaşta gitti, vah..."
“Uygarlık, medeniyet, teknoloji sofrası derler… Yemekleri iştah açıcı olsa da çok zehirlidirler. Zehir hemen kendini göstermez, yavaş yayaş kana karışır. Vücuda yayılması fark edilmez, uzun bir müddet olan biten her şey hoş görünür.” Doktor muayene işlemini bitirdi.
“Anlat bakalım, ne yedin?” Doktor, iki eliyle hastanın karnına bastırırken acı bir çığlık doldurdu küçük gözlem odasını.
Adım Selim. Bilen bilir, köyden kimden sorarsanız, “Sefil Selim“ derler bana. Sefilliğimiz babadan gelmedir, o da babasından almış sefillik namını. Anlayacağınız, aşiretimizin künyesi Sefil olmuştur. Handris köylerinde çok akrabalarımız var, onlar da sefil…
Kendi köyümüzde, kendi halimizde yaşardık. Azıcık aşım ağrısız başım misali yuvarlanıp giderdik işte.
Üç beş keçi, bir o kadar da koyun, bir inek… Çöplükte eşelenen tavukları saymadım. Toprağı kırç da olsa küçük bir de tarlamız vardı, hani Şehitlik tepesi var ya, işte o yamaçta.
Kaç seneden beri bir göçtür başladı, Handris’in bütün köylerinden, biz de onlara uyduk. Çocuklar büyüdüler, sığmaz oldular iki gözlü toprak dam evimize. İlkokuldan sonra okuyan da yok köyde, ne yaparsın… İlla da şehir deyip tutturdular. Çul çaputu topladık, balyaları bağladık eski carcımlarla sıkıca. Kalanları çuvallara doldurduk. Yüklendik bir traktörün römorkuna, erkenden düştük yola… Erken yol almak gerek yoksa alimallah… Muş tren garına vardık erkenden. Başınızı ağrıtmayayım, kara tren düdüğünü acı acı öttürerek yanaştı, hem de dumanını savuraraktan… Biniverdik oğul uşakla itelene sıkışa, büyük şehre kapağı attık. Atmaz olaydık keşke. Köyümüz güzeldi.
Yol boyunca koca bir Sessizlik. Herkeste içe dönme zamanı başladı, sıkıntılar bizleri birbirinden uzaklaştırıyor. Rayların sesinden başka ses yok. Herkes kendi şeytanıyla meşgul sanki.
“Tam da şurası, karnımın üstü, kramp girmiş, burgu gibi deliyor… ölüyo… göğsümü sıkıştırıyor.”
Ben ilacımı bilirim doktor bey… beni köyüme gönderin, mezarım orada olsun. Dağdan pancar toplardık, kengeri, çirişi şifalıdır. Tüm yiyecekleri organik. Beni gönderin, ilacım bizim köyün dağlarında yetişen pancarıdır.
“Nasıl yedin şu uygarlık dediğin?”
Şehre yerleşmemiz uzun sürmedi, birden zengin olmuşuz, tövbe hiç farkına varmadım. Nasıl oldu, anlamadım? Ben henüz doğru dürüst bir iş bulamamıştım, Besra dersen haftada bir temizliğe gidiyordu. İyi de bu para?.. Büyük oğlum bir yıl sonra altında son model siyah arabası ile geldi, kirada kaldığımız gecekondumuzun kapısına dayandı. Uzun zamandır görmemiştik büyük oğlumu, nerde kalıyor, ne iş yapıyor bilmedik.
“Haydi, toplanın gidiyoruz.”
“Nereye oğlum?” dememe fırsat kalmadan kendimizi yeni apartuman dairesinde bulduk.
“İşte, Yeni evimiz…” Allah vardır güzel ev, ama nasıl?..
Yerleştik. Yeni eşyalarımız, çocukların giyim tarzları, doğrusu yeni hayata hiç alışamadık ne ben, ne de Besra. Aradan zaman geçti, yine alışamadık. Çocuklar mı?… Değme keyiflerine… Şehir hayatı tam onlara biçilmiş kaftan.
Onca zaman geçmiş üzerinden gelişimizin, apartuman komşularımızı hiç tanıyamadık, ne kapımızı çalan var ne de hal hatırımızı soran. Bir garip kalmışız Besra’yla ikimiz. Köyü bir özlemişim, bir özlemişim gözümde tutuyor. Bir bayram günü, hangi bayramdı ya unuttum…
“Kız avrat yarın bayramdır, hani köyde keşkek pişirirdik ya, otururduk konu komşuyla hep beraber yerdik. Demem o ki, sen bayram günü sevaptır, keşkek pişir de apartuman kapı komşularımıza dağıtalım. Sevaptır ne de olsa!..”
Besra’dır, on parmağında on marifet var, yüzü bir aydınlandı, bir sevindi,
“Hemen Selim, şimdi dövmeyi haşlarım… Tavuk eti de var, sabah namazına varmadan keşkek hazır olur, sen hiç meraklanma.” Koca bir tencereyi vurdu ocağa.
Bayram sabahı, namaza giden var mıydı, görmedim. Tabakları dizdik, tepeleme keşkekleri doldurduk. Besra elini hiç korkak alıştırmamış. Tepsilere ikişer üçer tabak koyduk, verdik çocukların ellerine alt kattan dağıtsınlar diye. Bizim katın tabaklarını Besra dağıtmak istedi. Açık bıraktım, aralığından bakıyorum kapının bin hevesle, komşularımızı görmek niyetiyle.
Topuklarına kadar uzanan zeytin yeşili fistanını giymişti, beyaz leçeği ile cennet hurilerine benziyordu, Besra. İlk kapıyı çaldı. Henüz uykuyu üzerinden atamamış, kendinden aciz serkeş bir adam kapıyı açıtı, hiç de hoş olmayan bir yüzle baktı, ağzının kokusu hemen koridora yayıldı, alkol olsa…
“Hayırlı bayramlar abi, size keşkek getirdim” Munis sesiyle saygıdan kusur etmeden adama tabağı uzattı, Besra. Ben kapı aralığından bakıyorum.
“İstemez!... Kardeşim, biraz Medeni olun, insanları rahatsız etmeyin.” Deyip kapıyı sertçe kapattı. Besra’mın yüzüne hem de. Bir acayip oldum, ama…
Başka bir kapıyı kibarca çaldı, kafasına birçok çamaşır mandalı bağlamış, bizim banyonun havlularına benzer uzun bir şey giymiş, adını bilemedim, çocuklar kaç defa söylediler de aklımda tutamadım. Neyse… Kadın kapıyı açtı.
“Buyur ne istediniz?” Her ne kadar yüzü düşmüşse de, sesi fazla sert sayılmazdı.
“Hayırlı bayramlar abla, keşkek getirdim. Buyurun afiyetle yersiniz.” Başı mandallı kadın şöyle bir dikleşti, suratı pancardan daha çok kızardı.
“Ne münasebet hanım… Ben nerden senin ablan oluyorum, kendi yaşının farkında değil misin be kadın? Hem bu ne? Apartmanı koku içinde bırakmışsınız… Biraz Çağdaş olun be kardeşim. Kapıyı sertçe kapattı, Besra’mın yüzüne. Doğrusu bir şekil odum, ama…
Üçüncü kapıyı çalmadan edemedi Besra. Yine bir adam açtı kapıyı, içimden “İnşallah bu komşumuz tabağı alır” dediysem de…
Ağzının bir kenarına pipo yerleştirmişti, tütünün dumanı kötü koktu, uzun boyuyla tepeden Besra’ma baktı.
“Ne oluyor sabah sabah, neden rahatsız ediyorsunuz milleti?”
“Şey amca!...” Eyvah, Besra baltayı taşa vurdu yine “amca “ demeseydi keşke.. “Hayırlı bayramlar… keşkek yaptım da… Yersiniz diye…”
Besra çekinerek konuşuyordu. Adam tabağı aldı, şöyle bir kokladı… Sevindim vallahi, şükürler olsun nihayet bir komşumuz keşkek yiyecekti. Aman Allah’ım o da ne!... Gözlerime inanamadım, tabağı olduğu gibi yandaki çöp kutusuna atmaz mı?..
“Bak kardeşim, biraz Uygar olun, ne olduğu belli olmayan yemeklerle apartmanı kokutmayın. Biraz uygar olun… Uygarca yemekler pişirin… “
Doktor bey… nevrim dönü, gözlerim karardı kendimi tutamadım, atladım koridora, tutana aşk olsun. Belki de fevri davranmıştım.
“Ulaan!.. Sizin Medeniyetiniz de… Çağdaşlığınız da… Uygarlığınız da kurban olsun benim, Besra’ma… Topunuz kurban olun köyümün ve de kültürümün yemeklerine… Kendi elleriyle pişirdi akşamdan Besra…”
Epey zaman geçti ilk bayramın üzerinden doktor bey. Ne işim vardı hatırlayamadım, geçmiş gündür. Eve geldim, kapıyı kendi anahtarımla açtım, elimde poşetler vardı, ha şimdi hatırladım, markete gitmişken biraz oyalanmışım.
“Besra… Şunları al elimden.” Bekledim kimse yok.
Poşetleri mutfak tarafına bıraktım, salona geçecektim ki, karşıma yabancı bir kadın çıkmasın mı?... Şaşırdım, kaldım. Kısa kabarık saçları bir acayip renge boyalı, kadınların giydiği hani, şu dar şeyler var ya işte ondan giymiş, üzerine sıfır kol dedikleri bir tişört, öylece bana bakıp gülümsüyor. Gözlerimi kaçırdıysam da, göz bu, yine baktım… Besra yok.
“Kız avrat!.. Besra nerdesin?” Ses yok, yabancı kadın peşimi bırakmıyor. Salona geçtim, kadın ardımda, yatak odasına gittim kadın peşimde, banyoya baktım, Besra orada da yok, ama kadın peşimden ayrılmadan hep gülümsüyor. Şöyle bir alıcı gözle baktım bir daha, güzel kadın… Allah sahibine bağışlasın, ama peşimi neden bırakmıyor? Besra da ortalıkta görünmüyor. Sırtım dönüktü.
“Selim… tanımadın mı beni?” Bu Besra’mın sesi, ama gözleri niye yeşil? Besra’nın gözleri ela değil miydi, dünyanın en güzel gözleri!... Ya saçları… Siyah uzun örükleri ta belinin altına kadar uzanmıyor muydu? Ben şimdiye kadar yanlış mı görmüştüm?
“Benim, Selim… Besra… Senin Besra’n, ne çabuk unuttun.”
Ben Besra’mı unutur muyum doktor bey. İlk bakıştığımız günü hatırlıyorum. Değirmen yamacında ben kuzuları beklerken, köy kızları yamaçta çiriş toplamaya durmuşlardı. Bir an Besra ile göz göze geldik, ben on yedi, o onbeşine girmişti. Sevdamız o gün değirmen yamacında başladı. Nasıl unuturum siyah saçlarını…
“Ne bu hal, Besra?” Dememe kalmadan:
“Bak Selim, biz de komşularımız gibi oturup kalkalım, Medeni olalım… Yeni modalar giyinelim, Çağdaş olalım… Yemekleri de dışardan isteyelim de artık Uygar olalım istedim. Çok mu?.. Bak ilk siparişi verdim bile Çin lokantasından, hem de suşi duydun mu, işte ondan.”
Donup kalmışım, Besra haklı mı ne?.. Hadi, şu Çin yemeğini yiyelim bari. Yedim, yemez olaydım. Midem.. tiksiniyorum… bulanıyor midem… Eyvah uygarlık yedim, yoksa medeniyet mi desem? Bilmem, acep çağdaş olduk mu?”
Doktor bey.. Ölüyorum… Sancım çok büyük… Ben Medeni oldum… Ben modaya uydum Çağdaşlar gibi… Ölüyorum… Yetmedi en büyük dedikleri Uygarlıktan yedim… çok yedim… oyyy karnım… Beni köyüme gönderin…
Gün geçtikçe daha çok uymaya çalıştım, yüreğimden sevgi kalmadı. Bunların hepsini gördüm, yaşadım, artık dayanamıyorum… İnsanlara karşı yüreğim kinle doldu. Genleri değiştirilmiş uygarlık yemeklerini yedikçe iyi beslendim, beslendikçe nefretler yuttum, içim kötülükle doldu. İçimdeki kötülük büyüdü, dışa vurdu.
Doktor Bey!.. Ölüyoruuumm.!..“
21 Nisan 2021
Mehmet AKIN
YORUMLAR
Üstat...Şiirlerle, yazılarla bu mecrada da sık sık dile getirilmeye çalışılan, yakınma konusu olan bir durumu/sorunu pek isabetli bir biçim ve söylemle ifade etmişsiniz...
Medeniyet diye bilinen anlayışın taşıyıcılarının davranışlarının medeniyet bilinci ile ne kadar çeliştiğini iyi resmetmişsiniz...
Aslında uzun soluklu bir anlatıya (mesela roman) dönüştürülebilir bu...
Medeniyetin değerlerden bihaber olunca nasıl gükünç, hatta acınası bir duruma düştüğünü göstermek üzere...
Keşkek yapımının çok zahmetli olduğunu, ikramının değer vermeyi, hoş karşılamayı simgelediğini bilmemekle mesela...
Tebrik ederim, üstat...
Saygılarımla.
Mehmet Burhan AKIN
Yazının gerçek anlamını belirten yorumunuza hayran kaldım.
Edep kokan edebi cümlelerle bizleri medeniyetten, uygarlıktan uzaklaştıran ne idüğü belli olmayan kirli bilgiler, kültürümüzden uzak davranışlar, giyim tarzları hatta konuşma dilimizin dahi yok olduğu bir çeşit yeni yaşam tarzı bulduk, sabah evden sokağa çıkarken.
Öneriniz çok güzel, teması "Medeniyet, Uygarlık ve Çağdaşlık" olan bir roman yazılabilir, neden olmasın. Bu öneriyi bir kenara not alıyorum, çünkü elimde biri tamamlanmış, diğeri yazılmakta olan romanlarım var. İnşallah diyelim...
Saygılarımla Efendim.
Mehmet Burhan AKIN tarafından 22.4.2021 11:42:16 zamanında düzenlenmiştir.
Cemile Ülkü
Adnan Bey sağolsun benim çok hatamı düzeltir.Ben de memnun olurum.Buna binaen ben de öyle düşüneceğinizi ümit ederek.
İğne atsan yere düşmez, olacaktı o deyim.Siz değmez demişsiniz.
"Inna lillahi ve Inna ileyhi raciun"
Bu ifade de bir iki hata var zannımca.
Oldukça emek verilmiş bir yazı.
Medeni olma anlayışımız değişir İnşallah.Ama ben pek ümitli değilim.Bir kere kendi şeklimiz olmaktan çıkmışız.Yeniden şekil bulmak bir kaba ya da bir heykeltraşa ihtiyaç duyar.Bizdeki heykeltraşların hali ortada.Bir toplumun değışebilmesi değişmeye meyilli liderlerle olur.Okumayan bir toplum taklit etmekten kurtulamaz.
Saygılarımla
Mehmet Burhan AKIN
Çok makbule geçti, tamamen gözümden kaçmıştır, hemen düzelttim.
"Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum" anlayışı önemlidir, uymamız gerekir. Bana nasıl bir iyilikte bulunduğunuzu, yine anacak ben bilirim. Bundan sonra da hatalarımızı düzeltme zahmetine girerseniz çok sevinirim.
Saygılarımla Efendim.
Evet Sayın Hocam !
Ben hep derim.
"Teknoloji arttı. İnsanlık azaldı."
Şimdi buna bu güzel yazınızla Medeniyet te eklendi.
Acı gerçekleri ne güzel de anlatmışsınız.
Ah...Hocam ahh.
Maalesef durum bu...
Selam ve Saygıyla Hocam.
Mehmet Burhan AKIN
Bedri Komutanım,
Siz hep doğru olanı yazarsınız, doğru olanı okudum yazılarınızda..
Doğru olanı söylersiniz, cümleler buna şahittir,
Siz her zaman doğru yorumlar yaparsınız beyefendi kişiliğinizle
Ve siz abisi oldunuz,
Edebiyat Defteri sitesinin, hiç görmediğimiz güler yüzünüzle...
Saygılarımla Efendim.