- 300 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Elie Wiesel'den Mehmet Okuyan'a: İbrahim aleyhisselamı kim kurtaracak?
Hatırlayanlarınız mutlaka vardır: Ahirzamanın ’s/g’özde hocalarından Mehmet Okuyan bir dönem Cansu Canan’ın Öteki Gündem programına konuk olmuştu. Programın en çok akılda kalan kısmı herhalde Bakara sûresinin 260. ayetine getirdiği yeni yorumdu. (Aslında ’yorum’ değil ’tahrif’ti.) Neydi peki bu yorum? Malumunuz: Mezkûr ayette İbrahim aleyhisselam Allah’tan ’ölüleri diriltmesi’ hususunda ’kalbini mutmain edecek’ bir delil dilemişti. Cenab-ı Hak da ona dört kuşu kendisine alıştırıp, sonra öldürüp, parçalarını tepelere bırakmasını buyurmuştu. Denileni yaptıktan sonra, yine Hakkın emriyle, kuşlarını çağırınca hepsi dirilip kendisine gelmişti. İbrahim aleyhisselam da gördüğü bu mucizeyle kalbi mutmain olarak Allah’a şükretmişti.
Ama ahirzamanoğullarından Mehmet Okuyan’ın tereddütleri vardı. O Cenab-ı Hakka böyle birşeyi yakıştıramamıştı. Koskoca Allah neden dört tane kuşu öldürtüp tekrar diriltsindi? Tamam. Mülk tamamen Onun olabilirdi. Tamam. Ölümü de hayatı da yaratanın kendisi olduğunu buyuruyordu. Tamam. Herşeye kâdirdi. Fakat yine de Mehmet kuluna sorsa hiç böyle birşey yapmasına gerek kalmazdı. O İbrahim aleyhisselamın kalbini kansız bir yolla da tatmin edebilirdi. Nasıl mı? Kıssayı makaslayarak. Pardon. Edite ederek. Evet. Fazlalığı hallettikten sonra elbette daha güzel olurdu şu kıssa. Nasreddin Hoca’nın kuşuna dönerdi belki. Kanatsız. Bacaksız. Ama olsun. Güzelleşirdi(!) Böylece yüce müfessir Mehmet Okuyan fıkradaki tefsir usûlünü Bakara sûresinin 260. ayeti üzerinde de kullandı. Kuş yerine kıssayı kısa kesti. Veee muhteşem sonuç: Kimsenin ölmesine gerek kalmadı. Böylece müfessirimiz İslam’ı 14 asırlık yanlışından kurtardı.
Aaa! Kafana takılan birşeyler mi var arkadaşım? Nedir? Ha, anladım, soruyorsun ki: İbrahim aleyhisselamın kalbi nasıl tatmin oldu peki? Ondan kolay ne var canım: Kendisine alıştırdığı kuşları tepelere bıraktı. Sonra da çağırdı. Onlar da ’Hop!’ diye geldiler. Böylece Allah’ın da çağırdıklarını ’Hop!’ diye hayata çıkarabileceğini anladı. Kafana yatmadı mı? Neden? Ne? Ha, anladım, bu defa da soruyorsun ki: İbrahim aleyhisselam o zamana kadar ’canlıların çağrılınca gelebildiğini’ bilmiyor muydu? Yani böyle bir olaya daha önce hiç şahit olmamış mıydı? Hiç mi evcil hayvan görmedi mesela? Hiç mi çoluğunu-çocuğunu bile olsun çağıran olmadı yanında? Evcil canlıların tabiatını öğrenmek için kuş tecrübesine ne ihtiyaç vardı? Eeemm. Şeeey. Orasını karıştırma yahu. Karıştıracak mısın? Niçin? Senin de mi kalbin İbrahim aleyhisselam gibi mutmain olmadı? Bir saniye. "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye soranın da evcil hayvanların çağrılınca geldiğini bildiğini mi düşünüyorsun? Ne anlamalıyım bundan? Özellikle talep etmeye değer bir yanının bulunmadığını mı? İbrahim aleyhisselamın bu kadarını bildiğini mi?
Soruların pek bir enteresan geldi. Güneşi, ayı, yıldızları tefekkür edip "Batıp gidenleri sevmem!" hakikatine varabilen İbrahim aleyhisselam gibi bir zekanın nasıl olup da ’evcil hayvanların çağrılınca gelmesi’ meselesini kendi başına derkedemediğini merak ediyorsun demek. Şimdi sen sorunca ben de merak ettim: Sahi, İbrahim aleyhisselam, hiç mi birisini çağırıp getirtmemişti? Yahut da hiç mi birisi çağırınca yanına gelmemişti? Dört tane kuşu evcilleştirdiğine göre alıştırmanın tekniğini de biliyordu. Tekniğini bildiğine göre manasını da kavrıyordu. O halde sonuçlarına da şaşırmamalıydı. Sözgelimi: Köpeğini oturması için eğiten birisi bu gerçekleşince "Vay be köpekler de ’Otur!’ denince otururmuş!" diye şaşırmazdı ki!
Haklısın. Mucize ’benzerini yapmakta beşeri aciz bırakan şey’ demek. "Kuşlarını çağırıp getirince bunda ne mucizelik kaldı kı?" diye soruyorsun. Belki Mehmet Okuyan da zaten onu dedirtmek istiyor. "Mucizesiz bu işler çözülsün!" arzuluyor. "Allah seküler aklın sınırlarından çıkmasın!" diye çabalıyor. Aman rasyonaliteden uzaklaşılmasın. Aman Batı’dan kopup gelen gerçeklik algımıza halel gelmesin. Evet. Zinhar. Cııııık. Ve de ’Iııı-ıııh!’ Ona halel getiren vahiy de olsa kaldıramayız. Sünnet de olsa ’Eyvallah!’ çekemeyiz. Gerekirse vahye ayar çekeriz. Gerekirse sünneti kışkışlarız. Bilimi katiyyen incitemeyiz. Bedeli Allah’ın kuşları diriltememesi olsa da öderiz bunu. Fakat sekülerizmin gönlünü kır(a)mayız. Onların "Yapılamaz!" dediği şeye "Allah dilerse yapar!" demeyiz. Dedirtmeyiz. Dedirtemeyiz. Bizi beğenmezlerse bir gün daha yaşayamayız.
Ya, sahi, bugünlerde Bilgiler Kitabı’nı okurken İbrahim aleyhisselamla ilgili bir ilginç bilgiye daha rastlamıştım. Onu da paylaşayım arkadaşım. İsmail aleyhisselamın kurban edilmesi hâdisesiyle ilgiliydi. Nobelli yahudi Elie Wiesel (1928-2016) söylüyordu. Tâbii o ’İsmail’ değil ’İshak’ diye aktarıyordu. Ancak yolu Mehmet Okuyan’ınkinin aynısıydı. O da bu kıssanın kurulu olduğu mantığa karşı çıkıyordu. İbrahim aleyhisselamın kendi oğlunu kurban edecek kadar Allah’a itaatkâr olmasını yanlış buluyordu. Yadırgıyordu. Ürettiği çözümse şuydu:
"Çok sevdiği oğlunu kurban etmeye hazır bu baba nasıl bir babadır! Keza bunu talep etmiş tanrı nasıl bir tanrıdır! İbrahimin uysallığı beni hep rahatsız etti. Üstelik bir de onun lütfun, merhametin ve duygudaşlığın en yetkin hali olarak görüyoruz! Bu nedenle ortaya attığım hipotez bu bölümden çıkardığım felsefî-ahlakî yorumu yansıtıyor: Daha baştan itibaren İbrahim tanrıya itaat etmemeyi seçmişti. Ona göre, tanrıya göre de olduğu gibi, bütün bunlar sınanmıştı. Sanki ikisi de şunu söylüyordu: ’Görelim bakalım kim kazanacak!’ Gerçekten de Midraş’a göre İbrahim şunu söyler: ’Sen bana emrettin, ben de uyguluyorum!’ Tanrı cevap verir: ’Ama imkânsız bu!’ Bunun üzerine İbrahim koşullarını belirtir: ’İshak’ı esirgememi istiyorsan, şunları şunları yap!’ Olağanüstüdür bu. İbrahim yalnızca tanrıyı keşfetmekle kalmaz. Ona ilk karşı çıkandır da."
Yani anlayacağın: Alîm-i Mutlak olan Allah, cesaret edemeyeceğini zannederek İbrahim aleyhisselama blöf yapmış (hâşâ), İbrahim aleyhisselam da blöfünü görüp bir blöfle karşılık vermiş. (Sanki Las Vegas’ta bir kumar masasındayız.) Herşeyi bilen Allah da, hâşâ, bunu çakamamış. Gerçekten keseceğini sanarak korkmuş da ’ vazgeçmek için ileri sürdüğü şartları’ kabul etmiş. Oyun edeyim derken kulunun oyununa düşmüş. (Hâşâ) Bak sen şu işe. Nobelli Elie Wiesel de tıpkı Trabzonlu Mehmet Okuyan gibi İbrahim aleyhisselamın hikmetini çözemediği bir kıssasını böylelikle akla(!) yaklaştırmış. Yanlışını ayıklamış. Daha kabul edilir kılmış. Vay, vay, vay.
Ben ne dersin bilmem ama arkadaşım benim diyeceğim: Ebubekir Sifil Hoca ’kertenkele deliği hâdisini’ böyleleri üzerinden okuyarak en isabetli teşhisi yapıyor. İşte, gözümüzün önünde Elie Wiesel bir deliğe giriyor, ondan birkaç sonra Mehmet Okuyan da başka yerden aynı deliğe atlıyor. Aslında hepsi aynı tahrif yolunu izliyorlar. Hevalarına uymayanları vahiyde de istemiyorlar. Nasreddin Hoca’nın "Şimdi kuşa benzedi!" fıkrasını bize Kur’an üzerinde teklif ediyorlar. Öncekilerin zararı kendilerine dokunuyordu. Bunlar, bu yeni nesil ilahiyatçılar, ta Kur’an’a sataşıyorlar. Cenab-ı Hak cümlemizi şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.