- 916 Okunma
- 3 Yorum
- 4 Beğeni
'vestigial'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Uyandım. 90’lardan kalma bir günü yaşamanın verdiği en dokunaklı hatırlatıcı Güneş olabilir miydi? İyiyim demektir kolay olan, her şeye rağmen iyiyim. 1998 yılına ait bir küçük bir roman ahşap sandalye üzerinde duruyor. Geceye uzanan elleri savurup, kitaba doğru uzanırken, tam da o saatlerde gün durmaya yakındır. Neye ve ne için uyandığını bile bilmeden bulutlarla dolaşmaya çıkmış bir flüt sesi vardır. Yok yere uluyan köpek seslerinden iyi olsa gerek! Güneş herkese yardım eden mitolojik bir karakter; iri tek gözüyle ormanlarda dolaşan aslan amca ve iyi biri!
Çok eskiden bir limanı yıkayan ellerimiz vardı. Bir zamanlar oldu, araya birileri, hep birileri girdi. Sen hep aynı, Belediye isminin kazılmış, boyası kalkık bankta oturup hayal kurmayı arzulardın. Eskiden bu daha hoş bir anıydı. Şimdi olabildiğince olunmaz ve imkânsız gelmesinin sebebini yoracak bir sebep dahi bulamıyorum. Bilemezsin, gecenin öteki yüzünde usulca, kıvranmadan, oracıkta seni beklemeyi ummuş, tutunmuş ve savrulmuştum.
Mavilikleri yaran ve ufka karışan hüzünler, bugün gittiler. Bugün de yalnızız, biz yalnız. Dosdoğru anlatmam gerekirse acıya çalan her gecenin sabahı daha bir yorgunum. Mutluluktan bahsedecek, manalarını bilmediğim kelimelerle vakit geçirecek halim yok ya! Ağrı kesiciler, ateş düşürücüler, soğuğu evinden aldıranlar, kirli battaniye altında yatanlar ve daha niceler… Bir ses duydum ‘Ahmet çıktı’ diye. ‘Ahmet kim’ diye sordum. ‘İyi bilirsin’ dediler. Köpek seslerini, martı sesleri bölüyordu. Sen bu balkonda, şu çatılar arasında kırmızı kiremitleri bölen tam karşıda oturuyordun. Bir sandalye vardı, bir de çınar ağacı. Ağaç budanıyordu, inceden bir ses bölüyordu apartmanların arasını. Bir motorun öksürükleriyle titriyordu mermer zemin. Beton gıdıklanıyordu içten içe.
‘Bu işin felsefesi olmaz’ diyordun. Kısa kesmeyi sevmesen de, kısa kesmeyi seviyordun. Kısa kesilen her şey gibi güzel geliyordu dudaklarının arasında nemlenen hava. Küçücük bir tükürük sonra balon oluyor, tam görüneceği an saçlarından ince telli olanları kapatıyordu manzarayı. O an kahkaha atsaydım, en çirkin gülüşümle tükürükten balonu patlatsaydım ne diye günah yazacaktı ki Tanrı? Ah Tanrım, bölük pörçük sana şu gelişlerim ve ne hızlı birden seni unutuşum! Kulağıma üflenen hangi flüt, hangi ney daha derinden ağlatabilir şimdi? Yapamıyorum. Çatlarcasına, boğazımdan kanlar fışkırırcasına, delik deşik edilircesine bağırıp ‘tamam, vallahi çok iyiyim’ desem ne değişecek?
Annem bir yemek yapmış, adını ‘anne pilavı’ koymuş. Tavuklu pilav işte ama ben sevdiğim için adı ‘anne pilavı’ olmuş. Ne desem bilemedim; en azından özenmiş, saçlarını yazmasıyla korumuş, tek bir saç teli bile tencereye düşmesin diye yine gayret etmiş. Annem eğer komşu teyze olsaydı, yine onun yemeklerini yerdim. Neden dışarıdan ve itimat etmediğim insanların yemeklerini yemediğimi bir türlü insanlara anlatamadım! Sonuçta kıldır, tüydür; küçücük bir şey, alıp tabaktan öteye atabilirsin. Fakat bu kadar basit olmuyor. Hassasiyet önemlidir. Arkadaşlıkta, yakın ilişkilerde ve aslında her şey için hassasiyet pek önemli! Hassasiyetin fazlası kalbe zararlı olduğundan beri daha çok yalnızım. Uzaktan ‘seni seviyorum’ demek ne kolay; moda oldu! Anne yemeği, basit bir tavuklu pilav bile ‘iyiyim’ diyemediğin anlarda daha bir koydu; koydukça insanın kalbi yaslandı, yaşlandı!
Sen o sahilden giderken ben gülmek istedim. Senden giderken değil, sen gelirken gülmek istedim. Geldin, yine geldin ve bu sefer Zeus’un adını bile anmadım, hatta aldırış bile etmedim. Gelmiştin. Mesela sen gelince ben yine güldüm. Moda oldu, az bir bayır çıkıp; bu arada biliyor musun çok gülmüyorum. Güldüğüm zaman rahatsızlık veriyormuşum. Hem nasıl gülebilirim ki? Telefonu elime alıp küfrettim. Kulaklarımdan ateşler çıktı küfrettim. Zeytin ağaçlarımı yerinden ettiler. Çamlarım, kestane ağaçlarım, söğütlerim, çınarlarım gözden kayboldu. Şehirler var ettiler koca makineleriyle. Koca makineler, şehirler var etmek için ustalar, mühendisler, mimarlar yetiştirdiler. Ben yarı yolda ayrıldım. ‘Bu’ dedim bilinçsiz bir bilinç –hem daha mutsuz olamazdım- ve gülmek kanatlı bir böcek gibidir. Doğa onun sayesinde yenilenir. Karşı çok yakın ve çirkindi. Sen olabildiğince daha uzak.
Kural yoktu, kimse eşit değildi. Miras hiç olmadı. Güldüm, delirmeye bir nota, bir es kala; az kalsın sevişecektik de! Başım nicedir ağrıyordu; ‘kestireyim de kurtulayım’ dedim ve o an kimse ‘saçmalama’ demedi ya da ‘beraber uzanalım giyotinin soğuk bıçağına hiç gücenmeden!’ Bu arada mezarlığa gittik. Hep beraber, onlarca insan ve ben çamur içinde kaldım. Aynı pantolon ve ayakkabıyla günlerce gezinip durdum. ‘Deli misin’ dediler, ‘bu ne hal, neden yıkamıyorsun elbiselerini?’ Tertemiz sokağa adım attığım günleri anımsadım. Kalbimin bile o kadar temiz olmadığını düşündüğüm o günlerde ütüsü bozulmasın diye rahatça oturamadığım anlar geldi gözümün önüne. Bir zamanlar benim bile normal insanlar gibi yaşadığım ve kaygılandığım oluyordu. Vakit geçti, geç olmasına karşı dört menekşe alıp mezarlığa geri döndüm. Elleri ve kaygıları bana benzeyen adama dört menekşeyi uzattım. Dört renkli menekşe yumuşak toprağın içine kök salacaktı. Dört menekşeye o gün gönlümü bırakmış, tav olmuştum. Dört bin kere üzülüp sevinebilir miydim? Hiçbir şey yapmadan geçmişti o gün. Ağlamaya uzun süreliğine ara veriyordum.
Hiçbir şey yapmadan geçti gün. Güneş’i izleyip durdum. Bir süre sonra telefondaki saate baktım. İkide bir pilini değiştirdiğim kalitesiz, İstanbul manzaralı duvar saatini kitaplığın yanına kaldırmıştım. Dedemin yeleğinin cebinde camiye gitmeden önce baktığı bir saati vardı. O saati bir gün bana verecekti. Ben öyle hayal ediyordum. Bir zamanlar namaz saatleri için bakılan saat, artık yalnızlığın eşref saatini kollayacaktı. Kumandayı elime aldım. Tüplü televizyonun tüpüne vurdum. Ölüm haberi bekledim bir süre. İsimlerini saydılar. Bekledim. Biraz daha, bir süre daha; adını duymadım.
Sen o sahile geri döndüğün gün mağlup olmuştu benim takım. Menemeni nasıl seviyorsam, radyolara hala nasıl hüzünlü bakıyorsam, Galatasaray’ı da öyle sevmeye devam ediyorum. Bizans yıkılırken böylesine üzülmemişti Avrupa; Galatasaray’ın altın kadrosunun elinde en büyük kupa havaya kalkarken! Göbek deliğine Çin pamuğu dolmuş Aziz Papa içten bir ‘hassiktir’ çekmişti de, neyse ki bizim ekonomi her zamanki gibi berbat olduğundan pek bir şey değişmemişti. Direndim. Uzun bir süre sana bakmamak için direndim. Nereden bileceksin ki iki çift gözün kalbi tam ortasından vurduğunu? Hiç görmediğin gözlerim vardı. Sen bu gözlere bakıp, görememiştin. Fakat balık pazarından geçiyordum o gün, ağzımca acı bir tütün, elimde bir poşet; hiç öyle derinden kanamamıştı yüreğim.
Eski mekteplilerden değildim belki ama gönlüm hep eskilerde, eskilerdendi! Yaşamadığım yıllar özenip, öyle baktığımdan günden beri sevemedim bugünün binalarını, insanlarını ve şehirlerini. Fakat öyle de olsa bugünlerden sevdim seveceğimi, eskiyi yaşar gibi! Pek anlamadılar, anlayan hiç olmadı ya da anlasalar bile anlamamazlıktan geldiler! Sen bana öğretmiştin bazı şeylerin dilini ve seni yine bugün yanıma alıp öyle yürümeye karar verdim ıssız caddeleri. Seninle parklarda dolaştık, köpekler selamladık, kedileri okşadık renkli duvar karikatürleri önünde, kuşlara simit attık. Seninle ne çok şey yapmışız da, kahrolsun bazı bazı şeyler, hastayım tam diyemiyorum. Ağzınla şimdi başlıyorum. Gururum fena incinir hani, biraz da haddinden fazla alınganlığımla tanınır oldum. Senin gibi bencil olmayı denedim. Bir şeyler hep uçuşur; etekler, saçlar, yıllar… Küçük sinir uçlarında sokağa dalıyorum, ne çok sarılmışsın: Dur bu arada seni tanıştırayım unutmadan: ‘Parçalı Mahmut abi, Arap bacı, Cezayirli, Muhabbet abla, Orospu Asuman, topal Remzi, Sustalı Necdet, Kokoş Güllü…’ Mahallemin kedileri bunlar. Biliyor musun hiç insan sevmiyorum bu aralar! Öyle bir şey ki bu, insan görünce yolumu değiştiriyorum. Karşıma yine mi insan çıkıyor, bu sefer başka bir sokağa dalıyorum. Yanlışlıkla balkonuna çıkmış, sigara tüttüren birini mi gördüm? Gözlerimi sıkıp ‘ııı’ diye inliyorum. Bu aralar yalnızca seni anıyorum.
Haydi yumurta kır çift sarılı, Güneş gibi aksın tavaya ve ellerinle böl kuru ekmeği! İçim dışım ne kötüymüş benim! Oysa vatan haini yetiştirmeyi bırakalı çok oldu. Kelimelerin tözü haysiyetli bir merakmış bir zamanlar, ona da kâfi! Lastikli çarşaf yatakla bir olmuş, yastık duvara vura vura şekil değiştirmiş, yorgan pespaye, yanakları rahatsız etmeyen pikeler diziyorum üzerine. Suratı muşmula; az gül, az çıkar şu maskeyi, Satie dinleyip karşılıklı kitap okuyacağız. Senin yalnızlık dediğini yaşamamış insanlar tanıdım. Çok insan tanıdım da hiçbiri senin gibi yalnız değildi. Kurnazlıkla kelimeleri birbirinden ayıran nice insan geldi, geçti. Şimdi siyah bir göz kalemi ve kestane rengi saçlar eşlik ediyor bakışlarıma. Bir zamanlar gençlik hayali olan yazarlığa ait ne varsa kahkaha atıp gülesim geliyor. Hâlâ kurallı ve akışa uygun öyküler geçirdiğim oluyor içimden. Fakat yastığımın üzerine saçların yılan gibi kıvrılıp uzanıyor. Noksanlığım inadımdan yana olsaydı, bir tohum gibi çatlamayı beklerdim. Hangi yılan okşanmayı ummaz ve hangisi korkmaz sevilmekten kucakta dolanamadan boyna?
Hastayım fakat iyiyim. Cidden, daha iyi olamazdım. Sen yanımda, benimle, imtiyazsız şekilde kalbinin kırık bardağını dudağıma uzatarak yıllara ait bir şey içirme derdindesin. Sen şimdi buradasın öyle mi? Bir şarkı dinliyorum. ‘Yeni tanıştık belki de ama kim bilir belki de hep vardın, eşlik ediyordun sessiz ve sinsice belki de…’ Yanmakta direnen bir mumu avucumla söndürüyorum. Oysa ne korkağım bir bilsen! Yalandan, yangından, yalnızlıktan, yaralanmaktan… Kendimi tamir edebilme fırsatını bir bardak suya sunuyorum. Bunu sana vermişler de sen dayayıp mor bir kan içiriyorsun suyla karıştırıp. Sek bir ölüm daha fena olamazdı!
Terini yalayan bir hayvan oldum bu aralar. Kendi tükürüğünde ferahlayan ve belki de biraz susadığı için havlayan! Jilet yüzümde daireler çizerken, biliyor musun o da seni özlüyor. Senin yokluğunda avuçlarında hep bir şeyler ufalayıp duruyor. Sen şurada duruyordum. Tam karşımda. Hayır, burada; bak şunun yanında. Evet, onların arasında, çaresizliğimin dibinde hem de! Yok, o değil, şurada diyorum iyi bak! Ben, orada duruyordun.
Senin yanında şiir yazmaya utanırdım, senden sonra şiir yazmaya korkar oldum. Olmadı be, hakkım var üzerinde. Bak ellerin diyorum, İzmir’de bir sokak arasındayken, İstanbul’da bir duvar yazısına kaymıştı. Eşlik ediyordun sessizce. Antik bir kenti gördük. Jilet parmağımın şapkasını kaldırıncaya kadar iyi yazdım. Sonra desenlerine bir türlü ısınamadığım fayanslara yazmaya başladım şiirlerimi: Hep sonunda sesini arzulayan. Geçen ay yazdığım şiir hala çamaşır makinesinin arkasında, fayansın üzerinde duruyor. Temizleyende yok. Öylece kalırlar. Cife, vime de gerek yok. Artık eskisi gibi pazardan da almıyorum çamaşır deterjanını. Hatırlıyor musun pet şişede ilk defa ariel’i kullandığım günü. Küfretmiştim ‘dedikleri gibi temizlemiyor’ diye. Klozet kalsın öyle sarı. Dişler, düşler, sayfalar gibi her şey sarı kalsın.
Yine balkona gereğinden fazla uğruyorlar; güvercinler, kargalar. Bir keresinde baykuş misafir olmuştu. Birkaç hafta sonra gitmişti. Sanırım kirleri yıkamak için yeteri kadar ağlıyor da olabilirim. Eline bakıp, eline yüzümün ağırlık merkezini yaslayıp, öptüğümü hatırlamazsın. Kurnazdır çünkü kelimeler. Unutursun, unuttururlar. Bir başka kelime, düne ait başka bir kelimeyi oysa hatırlatması gerekmez miydi?
Balkona zevkle sıçıveriyorlar. Şampuanın kapağı yine açık kalmış. Bu aralar lifimi kaybettim. Banyo terliği mutfakta. Bıçaklar ve tornavidalar yatak odasının bir asırlık halısı üzerinde. Bir de jiletler var… Sevilmeyen yüzler için.
Kapı bir süre daha açık kalabilir. Soğuk içime, ciğerlerime işlemeli. Öyle bir üşümeli, öyle üşütmeliyim ki; artık ‘senden sonra’ kalanlar acı vermesin. Gecenin bir saati kalkıp, hiç sevemediğim paltonun içine girip nöbetçi eczanenin erkek kalfasını uykusundan uyandırabilirim. Sabah olur, öğlene doğru yumurta çatlar, sarı bir ışık böler bulutları. Sonra akşama doğru altını üstünü umursamadan bir kupon yapar, üç liraya sana alacağım hediyeleri düşünürüm. Tek maçta yatan kuponu öğrenirim sayende. Alıp, gönderemeyeceğim hediyelere küserim bir süre. Dörtlü granit tencerenin indirime girdiğini öğrenip, ‘almayacağım, bu saatten sonra yemek filan da yapmam’ derim.
Bir ayna almışımdır, tam da ortasına koymuşumdur salonun. Her girip çıktığımda odaya, yalnızlığıma gülümsemişimdir. Çoraplarımı birbirine geçirip, japon kale oynamışımdır. Çok sevdiğin vazoyu kırıp, sırıtmışımdır. Koca ayağıma dambıl düşürmüş gibi bağırmak istemişimdir fakat acının içten geldiğini fark edince vazgeçmişimdir. ‘Dosta gider, hasar kayıtsız’ bir arabanın tavanına düşmüş balkon gibi olmuşumdur. Hep geleceğin günü beklemişimdir. Sayıklamışım, sarılamamaların dedikodusunu yapmışımdır üst komşunun balkonunla. Ne haset balkondu o, demirimi içten içe nemlendirip dururken, ben yine de seni beklemiş, bir balkon olarak bile gurur yapmamışsam, hala sevdiğimdendir.
Gözlerimin altı mı? Yer yer yine siyaha boyanır. Aynı marka çayı içmeye devam. Tütüncüye geçen de sordum, dayı ile yeğen barışmış sonunda. ‘Yeni zamlar kapıda’ diyor, temmuza kalmazmış. Galatasaray mı? Dün iyiydi, birinci olmasa da ikinci olsa bari! Hiç bitmeyecek ve çıkmayacak kitaplar yazmaya devam ediyorum. Biliyorsun, niyetlenmeye fena niyetlenirim de, iş bitirmeye gelince hep bocalarım. İşlerde aynı, ‘şükür!’ Zamanında her ay bir çeyrek altın alsaydım, çoktan altıma sıfır arabayı çekerdim. Doğrusu arabalardan da pek anlamazdın. İngiliz anahtarını hiç sevmez ve nefret ederdin su damlatan musluklardan. Musluğum da su damlatıyor, sigaram da türküler yazıyor, dumanını arasına yüzünü serip.
Ne saçlarının öcü, ne de kırk yıllık hayatın özrü; bir kırık sevinç haşlarım pirinç yerine demir tencerede! Demiri demirle ateşte döverler de ‘eyvallah’ der, beni de seninle aynı geçmişte. Geçmiş, siyah beyaz bir fotoğraftır. Gözlerimin önünde bir etek, bir uzun saç ve aynı beyaz hüzün. Demiri demirle, beni seninle ateşte döverler. Bu hüznün cennetidir, sevincin cehennemi. Demiri cinsiyle, beni sesinle… Demiri kendisiyle, beni saçlarında… Demiri ruhuyla, beni kavgalarında… Demiri gölgesiyle, beni çaresizliklerinle… Uysal bir ölü taklidi yapıp, bedenimi gömeceğim tek yatağa doğru yeltenirken, bir nefes gibi çekilir upuzun vücudun ciğerlerimden.
Damağımda dilinin yosunlu tadı; biliyorum bir gün ölmeden bir kez daha göreceğiz birbirimizi aynı mavi suyun kıyısında. Ne kalbim taşar ne de taşlaşmıştır senden sonra! Kalbim dağılmıştır suyun girdabında. Çekilir her bir dalgasıyla ellerimin derin izleri: ‘Kurtar beni Yarabbi!’