- 400 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HÜCREMDEYİM
Hücremdeyim. Eskiden dışarıya çıkmak için can atan ben, şimdilerde kendimi hücreme kilitlemiş durumdayım. Neden, niçin, kim tıktı hücrene, diye sorarsanız kimseyi suçlayacak değilim. Kendi rızamla girdim. Biraz da kahramanlarına acı çektiren 19. Yüzyılın dev yazarına öykünmemden desem yalan olmaz. O, yeraltında kalarak acılar içerisinde kıvrandıysa ben de o acıların hangi boyutlarda olduğunu hissedebilmek uğruna kendimi hücreye tıktım. Ya kardeşim, sendeki de akıl mı yani, başkaları köprüden atladı diye sende mi atlayacaksın, diye serzenişte bulunduğunuzu duyar gibiyim. Haklı olabilirsiniz. Olsun. Denesem neyim eksilecek, ne yitireceğim ki. Çılgın Türkler romanının yazarı elli senede yazdığı
romanı için askerlerin savaştığı cephelerde bizzat gidip kalmamış, empati yapmamış mıydı. Yeraltına , hücreye giren binlerce insan arasında ben de olmalıydım. Kafaya koymuştum bir kere. Oysa bu yaşıma dek özgürlüğü savunan, en ufak haksızlık karşısında emme basma tulumbası gibi başını sallayıp “he” demeyen ben, nasıl olur da birden bire yelkenleri suya indirebilirdi. İndirdik işte. He mi de öyle böyle değil. Kendimizi herkeslerden soyutlayarak. Korkuyla yaşaya yaşaya içimiz dışımız korku oldu zaten. Polisten kork, zabıtadan kork, bana niye yan baktın diyen magandadan kork, vergi tahsildarından kork, faturaları ödeyemedin; karanlıkta kalacağım, suyum kesilecek, diye kork. Kork babam kork. Bu sefer korkmadım. Devlet beni hücreye tıkmadan ben gönlümce seve seve hücreme girdim.
Hücremdeyim dedim ya. Sırf biraz daha fazla yaşamanın uğruna kendimi hücreme tıktım, diyebilirim. Nasıl yani biraz daha fazla yaşama uğruna? Dilimin altındaki baklayı hemen çıkartmayacağım. Aheste aheste! Başkaları ucuz kahramanlıklar yapıp meydan okuyormuş, beni ilgilendirmez. Kim ne yaparsa yapsın umurumda değil. Böyle derken ülkem için ortaya çıkacak vartaları yutacak değilim. Montrö Antlaşması çok önemli. Namus gibi. İşte bu antlaşmayı kim delmeye kalkarsa girdiğim delikten deli fişek gibi fırlar, tepesine çökerim valla. Tahammül edemediğim başka konular da var tabi ki. Anarşist bir ruha sahip olduğum için sokaklarda her gelen iktidara diklenmiş, pankartlar taşıyarak sloganlar atmış, sonunda polis coplarıyla mükâfatımı almıştım. Neyse ki yaşlandım artık. Gençliğimdeki gibi cevval değilim. Torun torba sahibi olduk. Yine sokaklarda boy gösterirsem; “dedesi komünist olmuş,” diye torunlarıma akılları sıra çamur atabilirler. Atsınlar; benim için bu, ödüldür ama torunlarım bu ödülün ne demek olduklarını anlayana kadar bir ömür geçer. Eskisi gibi cevval değilim dedim ya az kımıldasam var ya; devlet, yaşıma başıma bakmadan anamı beller valla. Tahammül sınırlarımı zorlayan birini daha söyleyeyim mi, sonrasında ağzıma fermuar çekeceğim. Bugünlerde gümdemden düşmeyen: Kanal İstanbul. Bu iki kelime hakkında tuğla kalınlığında roman bile yazarsın. Ben cahil biri olarak fazlasına kafam çalışmaz ama diyeceğim şu ki sıçmak için hemen yanına başka bir g..t açmaya ne gerek var. Neyse benim gibi değersiz sıradan bir sefilin boyundan büyük işlere burnunu sokmaması lâzım. Zaten zindanda yaşıyorsun, ne fark eder derseniz yanılıyorsunuz dostum. Bu olay çok farklı boyutlarda.
Hücremin hastasıyım, çok seviyorum. Duvarları ne durumda, penceresinin boyutunu, pencereyi açtığımda hemen karşımda neyin olduğunu gözlerim kapalı biliyorum. Hatta ve hatta hücremden çıkıp kirada durduğum evimin diğer odalarını, balkonumu bile ziyaret edip temiz havayı ciğerlerime istediğim kadar pompalayabiliyorum. Ben böyle bir mahkûmum işte. Hareket kabiliyeti kısıtlı, doğalgazı sadece ev sahibinin durduğu dairede olan, yetmişbeş metre karelik sobalı, zorunlu olmadıkça durulmayacak bir mesken. Hücremde tek başıma kaldığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Saçmaladığımı, dalga geçtiğimi, hezeyanlar içerisinde olduğumu sanıyorsanız yine yanılıyorsunuz dostum. Muhabbet edebileceğim sayısız dostlarım var burada. Abrul beşinin geçmesine iki gün kaldı. Hele bir geçsin, soğuklar çekip gitsinler, mutfaktaki şenliğe bak sen. Karıncalar! Ah benim sevgili karıncalarım. Beni hayata bağlayan minicik dostlarım. Çalışmanın âlâsı onlarda. Ağustos böceğinin tıngırtısına inat ha bre didinmek onlarda. Kışın kimselere el avuç açmamak için yazın çalışmak onlarda. Bir canlının kendi ayakları üzerinde nasıl durması gerektiğini göstermek onlarda.
Hücremdeyim dedikçe sahipsiz biri olarak düşünüp bana acımış belki de ne biçim bir insan diye benim hakkımda binbir çeşit fikirler üreterek en kötü damgayı bile vurduğunuzu duyar gibi olduyorum: Katil! Sapık! İşte ben bu iki kelimeden oldukça gıcık kapıyorum. Karıncayı bile kendine dost edinen ben, nasıl bir canlının yaşama hakkını gasp edebilir, katil damgası yiyebilir. Katilin de binbir çeşidi var, değil mi? Şimdi bile ağzıma almaktan imtina ettiğim sıfatlar. Kadına nasıl el kaldırabilirim. El kaldırmayı bırak yangözle bile bakamam. Ayette ne buyurulmuş: “Cennet anaların ayakları altında.” Yurttaşlık bilinci de böyle zaten. Sadece senin değil her canlının yaşama hakkına saygı duymak lâzım. Kanunlar önünde herkes eşit. Ama tınlayan kim? Vur abalının sırtına. Kadın sanattır. Bence doğuran her canlı büyük bir sanatçıdır. Sanatçıya kalkan eller kırılsın, desem boşuna dememiş olurum herhalde. Sanat üzerine bir çok veciz söylenmiş. Şimdi bunları sıralayarak kafanızı şişirmeyeyim.
“Herşey olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız.” “Sanatsız bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”
Neyse karıncalardan laf açılmışken diğer dostlarımdan da bahsedeyim. Benim için aklı dengesini yitirmiş, tımarhanelik diye bakıyorsunuz, değil mi. Hücresine kapanmış birinin dostlarının karıncalardan olduğuna kimseler inanmaz tabi ki. İnanmasınlar. Ben inanıyorsam bu kâfi. Kimselere kendimi zorla kabul ettirecek değilim ya. Sefilim dedim, inanmadılar. Hastalıklıyım dedim, inanmadılar. Psikopatım , mazoşistim, diyeceğim yine inanmayacaklar. Sadece anarşisttim dedim, ona inandılar.
İki torunum var. Bugün üç torunum daha oldu. Torun sayısını bir günde ikiden beşe çıkartmış oldum. Allah, analı babalı büyütsün, diyeceksiniz tabi ki. Teşekkür ederim hepinize. Şimdi açayım bir günde gelen üç torun hikâyesini. Hikâye diyorum çünkü yaşananlar hikâye gibi olmuştu. Bir ara balkonumu ziyaret eden mahallenin kedilerine tabağın içinde süt verince kendimizi kedilerden alamaz olduk. Bütün kediler, balkona karargâh kurup gözlerini kapıdan ayırmaz oldular. Tabi biz de eşek değiliz, insanız yani. Hem insan severiz hem de hayvan. Allah ne verdiyse evde ne pişirdiysek kedilere de servis yapınca davul zurna eşliğinde balkonda halay çekmeye başladılar. Ayaklarımızın arasında dolaşmaya, nerdeyse sırtımıza tırmanıp tepemizden atlamaya yeltendiler. Bu da yetmiyormuş gibi astığımız çamaşırları patileriyle çekip saklambaç oynadılar. Aile fertleri olarak(kızım, eşim ve ben) düşünüp taşındık ne yapalım ne edelim diye. “Bu misafirlerden tatlılıkla ayrılacak ama yine de dostluğumuz devam edecekti .“ Bu sefer yiyeceklerini balkona değil de aşağıya, bahçeye koymaya başladık ama balkona çıkıp halay çekmeye devam ettiler. Balkona nasıl mı çıktılar. Balkonun altında asma için yapılmış demir ızgaradan geçip balkona tırmanmaları onlar için çocuk oyuncağı gibi bir şeydi. Neyse bu sefer tedbirli davrandım. Onların geldiği tarafı çıtayla kapattım. Böylece onlardan kurtulduk diye sevinirken kedinin biri bulduğu bir boşluktan balkona sızmayı başardı. Hani bir kedi den bir şey olmaz canım derken bugün sabah dikkatli bakınca üç yavrunun analarını iştahla emdiklerini görmeyeyim mi. İşte bu güzellik benim hücremde mutlu olmama yetti de arttı bile. Böylece Hatice ve Ali’den başka üç torun sahibi nasıl olduğumun hikâyesini anlatmış oldum. Birkaç gün sonra onlara isim bulmak için sizin fikrinizi alacağım.
Tekrar hücreme dönecek olursam. Can sıkacak çirkin bir durum yok. Kış boyunca rutubetten nemlenmiş duvarların etkisiyle hücremdeki her şey küf kokuyor. Kemik rengindeki duvarlar yarıya kadar siyahlanmış durumda. Havalar ısınsın her tarafı silip süpüreceğim, kitaplarımı, giysileri balkona çıkarıp havalandıracağım.
Gelelim hücreme niye girdiğime. Hem de gönüllü olarak. Ortalık yangın yeri dostum. Alev alev yanıyor her taraf. Dünya telaşta! Öyle bir musibet var ki başımızda. Öyle bir şeytan tebelleş oldu ki gezegenimize. İnatla hepinizi yok edeceğim, diye tehdit ediyor, korku salıyor. Dostlarımızla selamlaşmayı, koklaşmayı, sevişmeyi unuttuk desem yalan olmaz. Hergün selalar okunuyor. Dönüşü olmayan yolculuğa gidenlerin ardından gözyaşları sel oldu akıyor.
"Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. "
Şimdilik benim gibi gölgesinden korkanlar hücrelerine sığınıp her şeyden izole olarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bakalım ne zaman kadar hücrelerimizde kalacağız. Senden korkan senin gibi olsun özlemiyle yanıp tutuşurken ve de bütün korkulardan sıyrılarak özgürce dolaşabileceğimiz günlerin her zaman var olduğunu düşünerek hayattan kopmadan hücremde kalmaya devam edeceğim. Size gelince. Kendiniz bilirsiniz. Zorla güzellik olmaz ama sevdiklerinizi düşünün, derim.
Hücremden hepinize selâm ve sevgiler…
YORUMLAR
Vay benim canım Kardeşim vayy...
Bu nasıl bir yazı? Bu nasıl bir coşku?
Seni içeri tıkıp üzerine kilitler vurmak lazımmış ki böyle güzel yazılar yaza bilesin.
Senin bedenin hücre de olsa bile yüreğin özgürdür. Bilmez miyim?
Karıncalarla dost olmak. Onlara bakarak hayatı yorumlamak.
İnsanlar kediye köpeğe tekme atarken onları evinde misafir etmek.
Az bir şey midir bu? Bu nasıl bir yürek?
Evet.
Hepimiz bir şeyler yazıyoruz. Ama sen yazınca bir başka yazıyorsun.
Ve...
Biz insanlar isyankarız, benciliz. rahatımıza düşkünüz.
Bizlerin başına gelse şikâyetçi olacağımız olumsuzluklardan sen zevk almasını biliyorsun.
Hasan Hüseyin gibi ; acıyı bal eyliyorsun.
Adamsın sen adam. Adamın hasısın.
Seni boşuna sevmiyorum ben.
Öperim gözlerinden.
Ayhan Sarıkaya
Çoktandır defterden uzaktım, kişisel nedenlerden dolayı. Ama bir kez daha anladım ki Edebiyat Defteri bizim herşeyimiz, Aynı zamanda sağlam dostluklar kurduğumuz geniş bir aile.
Yazmaya devam.
Selam ve saygılar abicim.