- 1050 Okunma
- 3 Yorum
- 7 Beğeni
'yalnızız'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Küçük bir şehirdi. Küçük bir şehirde olmaması gereken ne varsa, bu şehir onları sahiplenmişti. Küçük bir şehrin küçük, küçücük bir kitapçıya sahip olmasına da kızamıyordum. Ara sokaktan sapınca hemen karşıma çıkıvermişti. Bir süre kapısına doğru baktım. Yıllar önce kapısından içeri adımımı atmış, bir kitap sormuş ve bulunmadığını öğrenince üzgün bir şekilde dışarı çıkmıştım. Birkaç ay önce bu kitapçıdan bana hediye kitap gelmişti. Seda telefonda ‘bir sonraki hafta orada olacağım’ demişti. Hediye almaya alışkın olmayan bünyem, ikinci görüşmemizde getirdiği kitapla sarsılmıştı. Avucumla zorlanarak tutabildiğim bir şiir kitabıydı. İnternet’te şairin bazı şiirlerini okuduğum olmuştu ama tüm şiirlerinin olduğu bir kitaba sahip olma fikri fazlasıyla beni memnun etmişti. Seda’yla her şeyden fazlasıyla bahsedip konuşabiliyorduk; hüzün biraz daha fazla! İnsanların yaraları, yaşanmışlıkları önce yüzüne, sonra da konuşmasına, ses tonuna iliştiği an hayata dair umutları bir o kadar da yıkılmış oluyor. Kimi zaman sadece karşıdakini dinlemek, duymak istiyorsun. Komik olmayan espriler yapma konusunda duayenliğim çevrem konusunda aşinayken, Seda’da bu duruma maruz kalıyordu. Onu neon ışıklara emanet edilmiş sokakta, teyzesinin evine doğru uğurlarken, acıların uğultusu yüreğimi dağlıyor, sesi tekrardan kulaklarımda çınlıyordu:’ Ah ne çare, ne çare; kurtulmak ne mümkün, ne mümkün!’
Şairin kitabını kitaplığa aylardır koymamıştım. Uzun zamandır da kitabı elime almamıştım. Bazen bir kitabı kitaplığın rafları arasına yerleştirmeden önce yanındaki kitapla bağı olmasına dikkat ederim. Sanırım şairin kitabı için en uygun kitap Theo’ya Mektuplar’ın yanıydı. Şair kulağı kesik için ‘dün gece Van Gog’u gördüm rüyamda, ağlıyordu’ demişti. Bir kulağını kesip, arkadaşına giden Van Gogh! Kitapta niyeyse ‘h’ harfi eksikti. Bunun peşine düşmedim. Ha Gog, ha Gogh; rüyasında hayranı olduğu adamı gören içinde bir ‘h’ harfi bu kadar önemli olmasa gerekti! Şair ‘ama kulağı değil, gözleri kanıyordu’ demişti. Karadut kadar da baskın ve egzotik bir rüyaydı. Sonuçta kendime çıkar bir yol lazımdı ve ben onu bulmuştum.
Kamera icat olunduğundan beri hasretin rengi ve sanı değişti. Bunu böyle bildiğim için mi elime aldığım telefonla kitapçıyı fotoğraflıyordum? Ne yapacaktım, ne içindi bu fotoğraf? Uzun süredir bir kitap almak için kitapçıdan içeri girmemenin verdiği derin bir üzüntüyse bu, denk ve olası hüznün anını yakalamış olarak kendimi kutlayabilirdim de! Derin arzuların sessiz tanığı tavrım karşısında, kıskançlıkları halının altına süpürüp, çoktandır yerimi dolduran tanığın dudaklarını araladım:’ Merhaba. Peyami Safa’nın kitabına bakmıştım. Yalnızız kitabına!’ Bir ip yardımıyla boynuna dolanan gözlüğü gömleğinin üstten ikinci düğmesine kadar düşmüş, kırlaşmış saçları ve heyecanlı duruşuyla gençlere taş çıkartacak yaşam sevincini insana yansıtabilen kitapçıyı hatırlamıştım. Yıllar önce ‘yok, Spinoza’nın kitabı şu an yok, zaten pek satılmadığı için getirtmiyoruz’ diyen bu adamdı! Biraz daha yaşlandığını iddia edemezdim. Ona karşı yaşlanan, hayatında daha fazla olumsuzluk yaşama ihtimali içeren yaşları deviren bendim. Benliğim reddiye minvalince bir şey mırıldansa da, her hezeyan karşısında yeni bir umudun filizlendiğini arsız şekilde diline dolayan da aynı ben değil miydi? Yorgun bir kuşun toprağa ayaklarını ilk basışı kadar rahatlatıcı mekânın içerisinden alacağım alıp, hızlıca çıkmanın bir manası da yoktu. Duraksadım. Hatta fazlasıyla durdum. ‘Hâlâ Spinoza’nın kitaplarını getirtmiyor musunuz’ diye sordum. Adam biraz duraksadıktan sonra ‘ben seni hatırlıyorum’ dedi. İçimden ‘hadi canım sen de, yalanında böylesi’ şarkısını mırıldanıyordum. ‘Nasıl’ dedim, ‘cidden mi?’ ‘Evet, evet cidden hatırlıyorum. Başka soran olmadı zaten. Fakat ona dair yazılmış kitapları getirdik. Şurada olacaktı biri hatta.’ ‘Lütfen’ dedim, ‘cidden şaşkınım da şu an, hatırlamanıza çok sevindim ama şimdi fazlasıyla yalnızız!’ Elimdeki kitabı okumadan etkilenmiştim. Sanırım şeytanın bacağını bu sefer kıracaktım.
İçimdeki şeytanla uzun bir süre dolaştık. Şehirlerarası bile beraber yolculuk yaptık ama bir türlü ilerleyemiyordum. Hangi şeytanın daha keskin ve iradeli oluşuna karar verememiştim. Adını bilmediğim, ressamların kolay çizildiği için bolca resimlerinde kullandıkları bir ağacın üzerinde baskılandığı gri renkteki alışveriş torbamın içerisindeydi o küçük şeytan! Allah’la kavgası olan şairlerin isimlerini görüyordum. Gözlüğümün camları her geçen gün daha fazla çizikle görüşümü engellese de, bu komik ve rahatsız edici gözlüğü değiştirmek konusunda da adım atmamıştım. ‘İşte burada’ dedim, kitapçı bakıyordu, ‘Allah’la kavgalı bir sürü şair!’ Gülümsedi. ‘Eğer’ dedi, ‘bir şair kavga edecek kadar özgür değilse, kavgasını Allah’la veriyor.’ ‘Nasıl’ dedim cümlesini bitirmeden, ‘bu bir mecburiyet mi?’ Aslına bakılırsa kitapçı bile tarafsız olmayı seçerek günü kurtarıyordu:’ Sonuçta aşka çok yakın sempatiden beslenir bu kavga. Aşk diyemeyiz gözü kapatmıyor, arkadaşlıktan daha fazlası; biraz da tutku diyebilir miyiz? Sanırım benim bile kafam karıştı. Ancak biliyorum ki kafa karışıklığı olmazsa kavga da olmaz! Allah’la kavgalı olmaları O’na olan inanç demansından kaynaklanıyor. Derinden tesir edildikleri ortada ancak onu göremeyip, elde avuçta tutamadıkları için kızgınlar. Bunun için şairleri suçlayabilir miyiz?’
Kavgası olmayanların arasında Allah, lafzı itibariyle bir kaçış noktasıydı. Sadece bu: kaçıp kurtulmak için sığındıkları ya da uzaklaştıkları bir merkez! Merkezkaç kuvveti kadar da hem baskın hem de hürriyeti bol bir özgül kuvvet! Neresinden tutarsan tutayım yanan bir kâğıdın son çare üflemeden parmaklarımın arasında yok oluşunu izlemekten başka ne yapabiliyordum ki? İsteyip değiştirmekten, siyaha çalan bu griliğin dehlizlerinden kurtulmamın mümkün olduğu söylencelerine kanıp, korku tünelimin altına döşediğim dinamitlerin fitillerini ateşlemem mi gerekiyordu? Her soru ayrı bir cehennem kapısıydı ve her kapı ardınca başka bir cehennem fikriyle tasarlanıyordu. Son bir tasarlanışın peşi sıra düşkün bir şişenin içinde yarı ölü yüzen bir sineğin duygularını taşıyordum. Şişe müptela olmaya düşkündü, sinek uçabilmeye. Uçmak gayrete düşkündü, gayret ise bir fikrin hayranlığına. Hayran edebilmek bir varlığa düşkündü, varlık olmayanın olabilme ihtimaline. İhtimaller sese düşkündü, ses ise varlığın görüntüsüne. Görüntü yavaş yavaş beliriyordu. Üzerimde emanet bir mont vardı. Hayalimdeki montu bulamadığım için bu montu kabul etmiştim. ‘Sana bir mont vereyim, giyer misin, çok kaliteli bir mont’ diyen yaşlı sese ‘hayır’ diyememiştim. Bir zaman, artık bu sürenin müddetini içimdeki şeytan bile bilemezken, fikre ve fiile kendimi kaptırmaktan geri durmuyorum. Bu bir obje olsa da değişmiyordu. Nesnelerin bile havadisleri vardır ve kulak kabartıldığında yalnızca aynı cümleyi fısıldıyorlardı:’ Yalnız, çok yalnızız!’
Öfke ve biraz da intikam duygusunu hatırlıyor gibiydim. Tüm bu duygulardan kurtulmuş gibi yalnızca yolda yürüme fikrine saygı duyacağımı tahmin bile edemezdim. Umursamadan değil, aksine sahip olduğum güzel bir hediyeyle umursayarak ve her adımımı bilinçle attığımın farkında olarak akışın içindeydim. İlla ki bir başkasının değil, insanın kendine karşı sahip olacağı bir saygı, sevgi kanalı mutlaka olmalı! Bu biraz da kendini şımartmaya yaklaşıyor ama hiçte öyle olmadığını yaşayarak öğreniyorsun. Hayat, biraz da bu yüzden saygıyı hak ediyor. Biraz da kendine ait olanı değerli kılmanla seni göze hoş kılıyor. Kimse için değil, aynada görebildiğin müddetçe kendi yüzün ve kalbin için yaşam biraz da bu yüzden sevgiyi dile getirmekten çekinmemen gerektiğini mırıldanıyor. Duyabilmek; kimi an yaprak hışırtıları kadar doğal ve sıralaması mükemmel bir dağınıklık, kimi anlarda bilakis ruhunun en temel mimarisi üzerinde bir şehrin gölgesini renklendirmeye benziyor. Yine de rahat hissedemediğini, yürümenin bile maskelerle engellendiği bir çağın en makûs yıllarında mutlu olmaktan bahsetmek kadar da trajikomik bir çağrı yoktur. Kendime bu çağrıyı yaptığımı da kim söyledi? Hiçbir duygu, bir varlığın sessiz iktisasından daha yakın ve sevecen gelmiyor. İktisasın iktiza kısmını sorgulamıyorum bile! Annesinden ayırıp, başka bir evde sevgiyle beslenmeye ve büyütülmeye çaba gösterilen bir kedi yavrusu ‘anne, anne’ diye bağırıyor mudur? Yerine konmayan her varlık, bir noktadan sonra anafor etüdü olarak canlının karşısında belirir. Bir kedi yavrusu bile varlığının en korunmasız zamanında insan evladını her şeyi olarak görmeye meyillidir. Bunu bir kedi yavrusu dahi başarırken, zekâsını çok keskin görüp, duygularını orantılı bir biçimde kullandığını iddia eden insan için ‘varlığın sessiz iktasası’ mevzusu imkânsız bunaltılarla saydam bir engelden başkası olamaz. Bunalan ancak hayata Kaf dağı yamaçlarından bakmakta beis görmeyen tek canlı insan iken, onun gururu karşısında büyük bir göl bile tek damla sudan farksızdır. Boğulmak istedikten sonra damla bile fazla olmasa gerek!
Elimde sallanan, bir kitabın sığabildiği kâğıt poşetten ve içinde olandan mutlu şekilde ara ara denize bakarak yürüyordum. Konuşmanın mümkün olduğunca gerekli ve ihtiyaç olduğu günümüz için, sessiz bir varlığın devamında var olacak yegâne şeye hayatımı adayabilirdim. Bir ün, şayet talep edilen meşhur niyetse aksine içimdeki şeytan kadar yılgın bir duraksayışı tercih edebilirdim. Çünkü konuştuklarımdan fazlası, yaşadıklarımdan ardılı gereksiz geliyordu. Daha fazla hangi bilgi huzursuzluğun derin şuh cilvesinden beni uzak tutabilirdi ki? Yalnızca değer bilmek bile yeterliyken, fazlasının harem yiyen, obur bir yanıltıcının eseri olduğunu görememek gerçek kör oluşa imtiyaz vermekten başka bir şey olamazdı. Yine de zevk almam karşısında suçlu hissedilmem mi isteniyor; kaçacak bir yerim yok! Hayali bir heykelin hangi malzemeden yapılacağını dahi tam bilememiş yarı akıllı uygunsuzluğum karşısında bu dingin yürüyüşümün bedelini yalnızca cehaletimle kavga ederek, geçmişi tarihe, yarını da Tanrı’ya bırakarak rahatlayabilirdim. Özgürlüğün aşka açılan penceresinde de bir siluetin dudakları aralanıyordu: ‘Aşk eğer tutsak ediyorsa seni, onun gidişini bile sindirebilirsin özgür hissedebildiğin müddetçe!’
Sonra ‘her şeyin, yalnızca bir şey için yaratıldığını bile düşündüğüm olmuştur; dayanabilmek’ diyen gizemli bir ses duydum. Rüya olsaydı uyandığımda onu rahatça unutabilirdim. En azından ciddiye alınmadığı müddetçe her rüya kasvetli bir uyku bölünmesinden başka bir şey sayılmaz. Gerçeğin en yararlı yanı, zihnin kalp ve gözlerle beraber açık olup, samimi bir şekilde varlığının itirafını, kendisinin dayanabilme sınırlarına ait yaptığı konuşmadan ibaretti. Bu, saygınlığını fazlasıyla yitirmiş suçlu bir devlet erbabının özür dilemeden önceki son yutkunuşuna yakın bir sesi barındırıyordu. Tertemiz bir dilin, sese ahenk kattığı, konuşmanın bile şiire yakıştığı, şairin Allah’la kavgasını bir süreliğine bırakıp o sesi duymak için kulak kabarttığı anlardan birine aitti. Yağmur az önce dinmiş, açık ve tek nefesle bahara ait o eşsiz kokuyu ciğerlerime doldurmuştum. Korkularından bir süreliğine uzakta kalmış insan gibi sevinç duyumsadığım nadir anlardan birinin içindeydim. Her an yıkılmaya namzet evime kadar yalnızca yürüme arzusundaydım. Ev, bir zaman için esaret, çoğu zaman huzur demekti. Herkesin uyuduğu saatlerde yalnızca kuş cıvıltılarını duymanın eşsiz bir tadı damağımı şenlendiriyor, dilim ağzımın içinde zevkle dolanıyordu. Hiçbir sanat akımı, ruhun barok ilahiler eşliğinde zapt etmekten çekinmediği Mephisto kadar diri değildi: ‘Tiksinti duyacaklarsa varlığımı iyi bilsinler! Korkunun sebebi ben değilim ama alay eder gözlerle, gözüne can veren damarlarda geziniyorum. Alnının derin izlerini yazacak tarihin en başında benim adım geliyor. Tam olarak sahip olamamanın makûs kaderine dair öz söylenceyim. Yanında ne seni sen olduğun için sevebilecekler ne de elleri günahsız ve tam bir inançla havaya dua edebilmek için kalkabilecek! Şüphe, burada duyulabileceği kadar açık ve renklidir. Göz kamaştıran aynı zamanda yüreği kemiren, iyiliğin köklerini kurutmayı arzulatan bir bedduayla ayakta duruyor. Kim seni bu kadar aşağılamış ve o kadar da sarsıp, sevmen için ardınca sürüklemişti? Yadsınan ve suç atılan ben olsam bile mi ona gideceksin?’
Kimseye gittiğim, kimseyi içimdeki şeytandan daha fazla sevdiğim ve sahiplendiğim yoktu. Heyecanla kitabı açıp, sayfaları sol tarafa doğru yığdıkça rahatlıyordum. Burnumun tam üzerinde çenesi ve iri ayaklarıyla göğsümün üzerinde beni sıkıştıran gerçekliğim karşısında telaş duymama bile gerek yoktu. ‘Ya bir gereği bile yoksa? Etik, kendine dönmeni çağırıyorsa suçu legal kılar.’ İşte hevesimi kıran da buydu! Ya yalnızca buysa yaşamanın tek elzem seçeneği? O vakit yapılan her şey yanlış bir izlek üzerinde yaşlanmaktan başka nedir ki? Dışarıdan inandırılmaya muhtaç himaye seviciye ihtiyaç duyulmadan, muazzam bir imparatorluktur insanın aşk diye bağrına sapladığı zehirli hançer! Yine de çok defa bir manası olduğu için dile gelmişti. Hiçbir saç böylesine gıdıklayıcı gelmemişti.
Yalnızdı. Yalnızca yalnız. Çok yalnızdı. Anlayabiliyordum beni elinde tutup, beni okuyan gözlere sahip ruhu. Tüm tabuları ve putları yıkan, doğruyu kendi nefsiyle budamış aptal insanların yolundan gitmeden, kendi kalbine sığınan için de dile geliyordu Mephisto:
‘bir o kadar da şimdi yalnız…’
YORUMLAR
nereden gelirsek gelelim ya da nereye gidersek gidelim; gãmı ve kederi de, tasayı ve derdi de; bir yük gibi omuzlarımızda taşıyıp sırtlayarak, köhnemiş evimizin duvarlarına sabırlı bir inilti ve avuntuyla asıyoruz bi güzel...kaldı ki bu moloz yığınlarından bir gökdelen inşa etmek yine bize has bi duygu olsa gerek...
neden bilmiyorum ama bu yazını seçtim bugün konuşmak için...belki de her cümlenin sonunda bir dinamit fitilini elime tutuşturduğun içindir...kim bilir? okura bile isteye 'sen de gel yak dostum! elimde sadece bu bir çakımlık sözlerim kaldı' sözünü demeye getirdiğin içindir ya da...
her ne olursa olsun, okur da istiyor bunu galiba...en azından yükünü fazlalıklarından boşaltıp kuş tüyü gibi hafiflemiş bir his uyandıran yazına borçlu ve minnettar biraz da...
kim demişti "yalnızlığım benim sidikli kontesim!" diye...az bile söylemiş...
sevgiyle...
HakkınSesi
Şair öncesinde 'derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni' demiş ya kontese.. Öyle işte..öyle..
Kavgası Allah’ ile değil de kavgası kendi ile olan biri olduğumdan olsa gerek yazının o bölümü öncelikli dikkatimi çeken kısım oldu.
Her insanın kendine has bir inancı olsa da hiç kimse özünde Yaratıcı olan Allah (c.c) realitesini yok sayamaz. Aslında pek çoğumuz farkında olalım ya da olmayalım o kavganın içindeyiz. Kendini bize bildirmek isteyen Allah (a.c), ister istemez bizi bu kavganın içine çekiyor. Çünkü biz insan aklıyla düşünüp Allah’ı somutlaştırmaya çalışıyoruz. O ilâhı, insanî sözcüklerle zihnimizde tasarlıyoruz. Bu kavga, Allah’ın, bizim O’nu kavramamıza müsaade ettiğince devam edecek bir kavga. Kimi bu kavgayı O’nun varlığı üzerinde yaparken kimi ise O yüce varlığının kâinat üzerinde kudretinin zuhur etmesi üzerine yapıyor.
“Hayran edebilmek bir varlığa düşkündü, varlık olmayanın olabilme ihtimaline. İhtimaller sese düşkündü, ses ise varlığın görüntüsüne.”
...bu bölüm zımnî bir kanıtlayış. Kendi varlığının ve O'nun.
İdrâkımızın üstünde bir yaratıcıyı sadece akıl ile kavramamız zaten olası değil. Akıl ve kalp ile ancak o kavrayışa kavuşabiliriz.
İnsan uzun bir yolda yalnız başına yürüdüğünde dahi ‘yalnız’ değildir. Birilerinin varlığının yokluğu kısmen onu ‘yalnız’ olarak tanımlamamıza sebebse de yalnız birinin zihnindeki onca düşünce, tüm bedenine sirayet etmiş onca duygu, onca his, onun asla yalnız olmadığını ve olamayacağını da ispat eder bize.
En çok da o yalnız kişi; ruhun yürüyüşü diyebileceğimiz, o içsel fikir ve fiille, bütün akıl yürütmelerin ötesinde bir sezgiyle, yalnız olmadığını kanıtlar ve kavrar.
Her ne kadar Allah’ı, O’nun yarattığı dille anlatmanın imkânsızlığında kıvransak da her ne kadar içimizde en çok da kendimize yönelttiğimiz öfkenin bilinen sebebinin yer yer inkârında olsak da; zihnin esas'a çevrilmesi ve içimizin karanlığında ışığın kırılmasının aynaya yansımaları pek çok şeyle perdelense dahi onu daha iyiye daha güzele götürecektir kanaatindeyim. Bundan ötürü insanın kendi varlığı üzerine fazlaca düşünmesinden daha iyi bir gayret göremiyorum.
“kendi yüzün ve kalbin için yaşam biraz da bu yüzden sevgiyi dile getirmekten çekinmemen gerektiğini mırıldanıyor.” bu cümleyi okuyunca bir Hristiyan doktrini geldi aklıma:
” Tanrı sevgidir”
Kendini de içine alan insan için oldukça kapsayıcı ve kuşatıcı bir ifâde.
Yine eşsiz bir yazı ile günde görmek sevindirdi. Tebrik ederim.
Saygı ve selamlar.