- 539 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
769 - SIR KALESİ
Onur BİLGE
Define, kale gibidir. Sırları saklayan bir kale... Kalenin kapısını hep kilitli tutar. “Mum dili yüzünden yanar.” der sık sık. “Ağzınızı kapatın, ellerinizi açın!” “Ne için ellerimizi açalım?” diye soran olursa: “Birinci sebebi, sadaka ve zekât vermek için, ikinci sebebi dua etmek için...” diye cevaplar. Vakit buldukça, yeri geldikçe hayattan bahseder. Gerçeklerden söz eder. Antalya’lı yıllara döndüğünde Kaptan’ı dualarla yad eder. Vasiyet eder gibi nasihat eder.
“Hayat, saman alevi gibi gelir de geçiverir. Bir şimşek çakmış gibi... O kadar kısadır. Ne zaman orta yaşa geldiğini, ne zaman yaşlanıverdiğini, canını teslim anının ne zaman geldiğini bilemezsin! Çok uzun gibi görünür. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Zaman geçmiyor sanırsın. Aslında o kadar hızla döner ki dünya! Onu mutlaka çok geç anlarsın!
Bir siyah bir beyaz tespih taneleri gibidir hayat. Sefasını cefası takip eder. Burada sefa süreceğini sanmayasın! Bulduğunla yetinmeye çalışmalısın ve bilmelisin ki dayanılamayacak kadar cefa çekmeyeceksin. Ancak orada, ya sürekli sefa süreceksin ya da sürekli cefa çekeceksin bilesin! Birine doyamayacaksın, diğerine dayanamayacak, ondan asla kurtulamayacaksın! Çünkü oranın cezası ve cefası, buranınki gibi bir süreliğine ve tahammül edilebilir derecede değildir.”
İşte böyle sohbetler eder Define. O konuşmaya başladığında çağıl çağıl çağlayan bir dere, köpük köpük akan bir çağlayan halini alır. Antalya Ovasını sulayan Yediarıklar gibi sular gönüllerimizi. Antalya güneşi gibi ısıtır içimizi. Ne kadar iman tohumu varsa çatlatır, yeşertir.
Çölleşmiş gönüllere de dalmasını bilir. İnkâr zindanlarında kalanların kararan yüreklerine kıvılcımlar saçar. Azıcık bir inanç varsa tutuşturmayı başarır.
O çukuruna kaçmış küçücük kara gözleriyle alev alev bakar körleşen gözlere. Işıklar yakmaya çalışır anlattıklarıyla, göstermeye çalışır hakikatleri. O, çevresini aydınlatmak için yanan mum gibidir. Tükenmekte olduğunun farkındadır ama kendisini hiç düşünmez.
Büyük bir şehrin ara sokağında öyle bir cadde yapmaya çalışır ki! Öyle emin bir yol açmaya... Bunu başarır da... Gördüğü tanıdığı herkesi o en kısa yoldan hedefe ulaştırmaktan başka bir amacı yoktur.
“Taşlı tozlu bir yolum ben. Kıvrım kıvrım bir dağ yolu, daracık bir patika... İki yanım çiçeklerle bezeli değil. Diken taş, kaya... Fakat yine de takip ederseniz, sizi zirveye ulaştırabilirim.” der bazen de.
“Aynı yere yılanlar sürünerek çıkar, kartallar uçarak... Kuvvetlendirmelisiniz kanatlarınızı! Uçmayı öğrenmelisiniz!” dediği de olur.
“Ben, yol kenarına yıkılmış, yarısı çürük bir telefon direğiyim artık. Evveliyatımda görkemli bir ağaçtım. Dallarım görünmezdi yapraklarımdan. Dallarımda kuş yuvaları vardı. Cıvıl cıvıldı konup kalkan kuşlar.
Sonra kestiler, yonttular, bu yolun kenarına direk diye diktiler. Tepemde fincanlar, teller... Teller de fincanlar da boş değildi. Onlara da kuşlar konardı. Önceki kadar olmasa da, yuva kuramasalar da misafir olurlardı. Şimdi artık tek tük kaldılar. Benim de yarı yerim çürüdü, yarı yerim kaldı. Gördüğünüz gibi birkaç kırık fincan, birkaç kopuk tel... Onları da söker götürürler. Onları da alır giderler. İşe yarar yerimi de... Parçalarlar yakarlar. Geride birkaç avuç kül kalır benden. Bir avuç küldür, saman alevi gibi yanıp geçen koca bir hayattan arta kalan.
Bir zamanlar ben de sizin gibiydim. Neler beklerdim hayattan! Neler olmak, neler yapmak isterdim! Her şey gelecek içindi. Gelecek, geleceğine yemin etmişti sanki! Sanki nasıl geleceğini bildirmişti!
Sonra öyle bir geldi ki gelecek! Daha daha neler gelecek diye bir korku aldı beni! Yağmurlar saklıymış gözlerimde meğer. Yıllarca yağdılar, bitmediler!
Kızgın bulutlar sarmış ruhumu meğer. Kaynar sular yağdı gönlüme yıllar yılı! Sıklaştıkça dayanılmaz bir hal alan, çoğaldıkça yakan, hızlandıkça susatan damlalar...
Ben bu dünyanın sevdasını bilirdim. Bu sevdayla yandım, eridim, aktım. İçimi ferahlatacak diye içtiğim kaynar su ruhumu kavurdu! Fena vurdu dünya sevdası bana! Sevdikçe sevdim, ne kadar çok seversem o kadar çok sevilirim sandım. Kaf Dağı’nın ardında da olsa uçar giderim, bulurum gelirim mutluluğu sandım. Boşa kandım!
Sonra bir gün ansızın bambaşka bir dünyanın sabahına uyandım! O eşsiz dünyanın gökkuşağı rengine boyandım. Sanki sihirli bir değnek vardı Kaptan’ın elinde. Musa’nın asası gibiydi sanki. Sanki onunla dokunmuştu beynime. Düşüncelerim aydınlanıverdi birdenbire!
Sanki Musa’nın koynundan çıkardığı bembeyaz eliydi eli! Elimi tuttu ve beni bir anda bahsettiğim hedefe erdiriverdi! İçimde ne kadar sararmış ot varsa İbrahim’in ateşiyle yaktı, yok etti. Çöle dönen gönlümü Nil’in coşkun sularıyla sulayarak güllük gülistanlık etti.
Ben de inat etmedim Firavun gibi. “Ben! Ben!..” demedim, teslim ettim kendimi, İsmail’in İbrahim’e teslim ettiği gibi...
"La" demedim inatla. La ateşti! İlahları yok eden ateş! Onun için “La ilahe!..” dedim, öğrettiği gibi. O anda yandı ve yok oldu ne kadar put varsa! Yok oldu ne kadar ikona kokona varsa kalbimde! Kalbim, Kâbe’nin temizlendiği gibi temizlendi, onun sayesinde. Yoksa kalbim beni boğacaktı! Kalbim ateşti, kordu! Az daha beni yakacaktı!
Bir dal uzatılmıştı bana, tam Düden Şelalesi’nin döküldüğü yerden düşecekken. O dala tutunarak geri geldim! Yoksa ben, kapılmıştım asrın seline, sürüklenmiş gidiyordum!
Tam Güver Uçurumu’nun kıyısına kadar getirmişti asrın rüzgârı beni. Az daha itti itecekti, göz karartıcı derin çukura! Kaptan tuttu beni! Allah’ın Yufus’u tuttuğu gibi en kritik anda!
Çâh-ı Yusuf’a atılmıştım sanki nefsimin eliyle. Öyle bir kör kuyuydu ki o içinde suyla birlikte yılanlar çıyanlar, akrepler böcekler kaynayan! İyi ki bir şey olmamıştı Allah’ın izniyle bana ve Kaptan, o malum kervanın sakasıydı sanki beni oradan çekip çıkaran!
Nefistir insanı çaresiz bırakan da Mısır’a sultan eden de!
Şimdi ömür kısaldı ve vakit değerlendi. Hatıralar artarken hafıza zayıfladı. Sırra kadem basma zamanı yaklaştı. Susuyorum ve yürüyorum aksak ayağımla, meçhul bir ana doğru. Dünyadan paçalarıma bulaşan pislikle kirle... Arınma ve kurtulma ümidiyle olabildiğince fikirle ve sesli sessiz zikirle...”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 769