Pazar'ın Bisküvili Piramit Hastası
Yağmurlu bir pazar günü. İster istemez bu içine kapanık boğuk günü evde kalmış kız kurularına benzetiyorum. Elimiz kolumuz bağlı bizi rehin tutuyor...hele ki sisli pusluysa; ağırdan alıp çişeliyorsa ve camları o tiz sesiyle tır’tıklayıp duruyorsa. Gökten yağan bu mübarek zerrecikleri de kapana kıstırılmış farelere benzetiyorum. Nasıl’sa ucundan azıcık kemirir evin yolunu tutarım, hem hanıma hem de çoluk çocuğa üç beş kıtır da köşesinden koparır götürürüm diyerek; kancada asılı duran peynirin kokusunu alınca güvenli güzergãhını-sahasını hemen terketmiş, o bücür ayağıyla tıpış tıpış tuzağa gidip kör bıçağın altına kelleyi uzatmış, kendi eliyle kendi hazin sonunu hazırladığının bile farkına varmadan ölüme koşulsuzca zil taka taka böyle güle oynaya gitmiş, yuvasını durduk yerde bozguna uğratmış, arkasında da böyle cıyak cıyak viyaklayıp duran gözü yaşlı yavrularla, dul birini bırakmış işte. Bu yağmurcuklar da sanki yememiş içmemiş, gökyüzünün karnını tıpkı peynir gözeneklerine yakışır bir uslupla yararak delik deşik etmiş bakar mısınız! Tipe bak tipe! Bir mahalle bekçisi edasıyla elini kolunu sallaya sallaya, ıslık çala çala, teker teker üstümüze saydırıyorlar şimdi.
Uykumun da beni böyle esir aldığı yatalak bir gün. On biri on bir geçe uyandım, rakamlar bile zar tutmuş bu kadar olur zaar! Ama iyi uyumuşum, hafta içinin bütün yorgunluğunu bu bir gecede sanki üstümden atıp kurtulmuşum duygusunu bana hissettirişine de bir itirazım yok açıkçası; başımın ağırmayışına da hayret ederek gözlerim dışarıya kayıyor. Mevsimler de şaşırdı. Bir hafta öncesinde kar yağarken, iki gün sonra da güneş açabiliyor fütursuzca. Dengeler iyice bozuldu. Bugün de fazlalıklarından kurtulmak istiyor gökyüzü. Islak ıslak, yapış yapış yağıyor işte kederli yağmurumuz. Herkesin ortakça kullanıp, aralarında güven problemi olmadan paylaşıp böldüğü yine de zimmetine geçirmek istemediği o küflü nem. Güneşin hiç açmayacağını; bulutların deplasmanda birbirine kenetlenip, rakiplerini yakın tuttukları sıkı markajdan ve on bir adamla defanslarına geri çekilip kalelerini korumaya çalışmalarından anlıyorum. Yeryüzünün kuralları orda da geçerli demek. Hava tahminlerinde artık uzmanlaştım sayılır.
Pazar günlerini azıcık sevdiren bir şey varsa o da kesintisiz uyumuş ve ardı arkası kesilmeyen rüyaları peş peşe görmüş olmamdır. Hatırlıyor olmak da ayrı bir mutluluk...
Burası neresi bilmiyorum ama insanlar topluca benim rüyamın içinde canhıraş kaçışıp duruyorlar bi yerlere. Tahminimce sekiz on yaşlarında olan bir kız annesine yalvarıyor: ’anne çok yoruldum uyumak istiyorum artık!’ diyor. Bir ev ya da dükkan görüntü tam net değil belleğimde ama binanın sahibi olsa gerek orta yaşlı ve hafif göbekli bir adam eliyle bir noktayı işaret edip ’geçin geçin’ diyerek dışardaki sediri gösteriyor kadınla kızına.,Sanki önceden biliyorlarmış gibi acil durumlar için yünlü bir yatak ve kalın bir yorgan, çift kişilik uzunca da bir yastık orda öylece yerde boylu boyunca hazır duruyor. Bunlar bizim eski yorgan ve yastıklarımıza çok benziyor, annemin çeyizinden kalma hani şu göz nuru çiçek işlemeli olanlardan. O yastıkta içimi gıdıklayan bir şeyler var. Aslında çok şey var da işime gelmiyor şimdi hepsini sağa sola döküp tek tek saçmak! O yastıkta gizli akıttığım göz yaşlarım mı demezsiniz yoksa üstüme sinip yapışan sinir bozucu iç çekmelerim mi? Hele hele yakamdan hiç düşmeyen şu içi boş hayallerime ne demeli? Gün geçtikçe bunların çapı da gitgide genişleyiverir, hatta üst üste yığılınca öyle bir hale dönüşürlerdi ki; üstümde iğreti gibi duran şeyi zamanla kendim de tanıyamaz ve büsbütün kocamış bir kıza dönüşüverirlerdi.
Bu kız da bulduğu yere hemen çörekleniyor, yorganı üstüne çekiyor, aylardır uykuya hasret kalmış sanki...Annesi de yanına kaykılıyor sığabildiği kadar, etine dolgun bir kadın olduğunu anlıyorum; yorganın tümseğini karnının bi yerinden dışarı doğru fırladığını görünce. Rüyama müdahele edemiyorum yoksa onları da alır her tarafı yüksek duvarlarla örülü malikãneme götürürdüm. Köstebek gibi seyrediyorum olup biteni yeraltındaki zavallı dünyamdan. Gerekmedikçe de başımı çıkarmıyorum dışarı. Bir gece yarısı rahatımı bozup hava almaya çıkmışsam ya içime bir kurt düşmüştür ya da ben kurt gibi acıkmışımdır muhterem! Ben istemez miydim bi pamuk prenses olmayı ya da bi kül kedisi? Gerçekten ister miydim? ondan da emin değilim ya! Hani onlara da az çektirmedik muhterem. Kitap sayfalarında sürüm sürüm süründü bu kızcağızlar...Mutlu sona erebilmek için onların başlarına gelmeyen kalmadı, bizim de ağzımız na böyle açık kaldı. Açlık da insanı böyle duygusallaştırıyorsa bu çulsuz duvarlar n’aapsın peki?
Bu insanlar niye korkmuşlar böyle? niye evini terk etmişler? bilmiyorum ama tahminlerim bir savaşın çıktığı yönünde kesinlik kazanıyor. Başka bir kadın koşa koşa geliyor, yerde yatan anneye ’kaysana biraz, ben de uzanim yanınıza!’ diyor. Görünürde başka bir yatak yok kadın da nefes nefese ve yorgun düşmüş haliyle. Kim bilir kaç saattir evden ırak yollara düşmüşler?
Yerdeki kadın pek hoş karşılamıyor ötekini ’nereye kayim be! görmüyor musun yer yok burda!’ diyor. Oysa ben görüyorum, kadın da görüyor. Az da olsa, tıkış tıkış da olsa başını koyabileceği bi yer var orda halbuki diyorum. ’İnsanlar hep böyle bencil olur zaten!’ diyorum, ’sadece kendisini düşünür, kendini sağlama alır, yeri geldi mi bir yabancıya kol kanat açmaz böyle!’. Ben görüyordum, kadın da bunu görüyordu ve insanlar çil yavrusu gibi sağa sola dağılmaya devam ediyordu.
Elimden bir şey gelmeyince’yi yazarken ne kolay bir bahanenin arkasına sığınmak deyip uzaklaştım olay mahallinden. Huzursuzdum, gördüğüm manzara karşısında adeta put kesilmişti her tarafım...
Sonra denizin olduğu bir limanda buldum kendimi. Huzurun az da olsa hissedildiği bir yerdi burası. Vapur iskeleye yanaşır yanaşmaz kadının teki koşar adım indi. Burdan bakınca sevimli hoş bir bayan diyebilirim. Diz altı siyah düz bir kalem etek giymiş arkası yırtmaçlı, üstünde açık renkli bir bluz var ve mevsimine uygunca da bir hırka giymiş. Kaşları kalem gibi kalın ve düzgün, gözleri eşek gözü diyebileceğim büyüklükte iri ve güzel, dudakları dolgun ve hafif makyajlı. Dedim ya! Akça pakça güzel bir bayan! Boyu biraz kısa yalnız. Ayakkabıları dikkatimi çekiyor. Yürüyüşünden ve zerafetinden belli, bu ayaklar tango’ya kaç kez ayak uydurdu, ritmini tuttu. Bana öyle geliyor sanki...Topukları sağlam basıyor yere ve kendinden oldukça emin.
Kıytırık bir köşede; sandalyenin üstünde oturan bir adama doğru kadın koşarak geldi boynuna sarıldı. Ayrık otu gibi dağınık serpilmiş bıyıklarının altında zarzor seçilebilen o dudağının ucuna hafif bir öpücük kondurdu, sonra kemerli burnuna bir öpücük, sonra yine adamın gürbüz bıyıklarına etli dolgun dudaklarıyla cüretkãrca asılıp tutundu kadıncağız. Kısa bi süre öyle baş başa kaldılar ama adam taş gibi tepkisiz diyeceğim türden...ne karşılık veriyor, ne tutkuyla öpüyor, ne sarılıyor ne de yerinden kalkıyor. Sandalyeye çakılı vaziyette ve buz kesmiş donuk ifadesini ta burdan seçebiliyorum. Duygudan yoksun olduğu kadar bütün hayatının acılı ve toplu geçmişini hepsini birden kendinde toplayan hüzünlü bakışları da gözümden kaçmıyor.
Sonra baktım kadın var gücüyle adamın bıyıklarına yapıştı, sanki bi yara bandını kıllı bir bölgeden hızlıca çekip koparırcasına köşesinden tuttuğu gibi çekip çıkardı. Anaaa! meğer adamın bıyıkları takmaymış! Ben anladıydım zaten bu adamın bıyıklarında bi haller olduğunu. Bıyık var bıyık var yani ama nasıl anlatsam bu bıyık öyle böyle değil, bizim Paso amcanın pos bıyıklarına on çekecek cinsten karma karışık...güya adam o cengãver bıyıklarının altında kendi benliğini saklamaya çalışıyor. Ama bunu yaparken daha çok göze batıyor sanki. Bende de bu kadar bıyık olsaydı başıma bela olurdu heralde! diyorum.
O anda bütün ince hatlarıyla adamın yüzü gözümde beliriverdi işte...Alnında yıllara meydan okumuş derince çizgiler mevcut. Sol kaşının hemen üstünde bıçak darbelerini andıran on santimlik izlere rastlıyorum. Gözleri hãlã öyle donuk ve ifadesiz diyeceğim ama tam anlamıyla öyle de değil. Aksine insanın kanını donduracak cinsten üzücü bir şeyler yaşamış, görmüş geçirmiş birine benziyor. Hem sanki yaşayan bir ölü, hem de her ne yaşadıysa onu bi türlü öldürememiş o da öyle tepkisizlikle hissizlik arasında bocalayıp durmuş kendince. Bu heybetli görüntüsünün altında onu ezip geçen bi kalp ağrısı seziyorum ama ne olduğu konusunda kararsızım. Sandalyeye böyle ısrarla oturup kalmasını, artık bu dünyada hiçbir şeyin onu şaşırtmayacağına ve hayatının geri kalan kısmında da doğru dürüst görebileceği ya da elle tutulur bir şeylerin kalmayışına bağlıyorum.
Kadınlardan sonra bu adam da dengemi bozuyor. En iyisi burdan da uzaklaşmalı biran evvel. Tepelik bi yere düşüyorum bu seferde rüyamda. İlk etapta kuş uçmaz, kervan geçmez gerilim dolu bir korku filminin sahnesinden çıkmış gibi hissediyorum kendimi. Baya baya ıpıssız buralar...bir Allah’ın kulu yok etrafımda! Sonra abim mi desem yoksa amcaoğlu mu ya da aynı anda hem o hem o, ikisinin iç içe geçtiği ilginç bi durumla karşı karşıyayım. Çok fazla tiradımızın olmadığı bir oyunun içinde buluyoruz kendimizi...
Elinde bir walkman. Abuzer sesini kaydetmiş türkü söylüyor. Abimi bu denli ağlattığına göre acıklı bir türkü olmalı. Allah’ım bu kadarı da fazla artık! Abuzer kim türkü söylemek kim? Hayatta en son canlı Abuzer kalsa yine türkü mürkü söylemez, istese de söyleyemez zaten. Güya Abuzer de dertlenmiş sesini kaydedecek kadar içerlemiş birilerine. Hadi hayırlısı! derken bu sefer de Abuzer’i dört arkadaşıyla sandal keyfi yaparken yakalıyorum. Deniz çamurlu, oldukça kabarık ve dalgalı. Alabora olacaklar nerdeyse ama bizimkilerin keyfine diyecek yok, bir yandan da bizimki ızgara maşasını elinde sallayıp duruyor. Oh! diyorum ne güzel hiç değilse burda keyfi yerinde!
Rüyadan rüyaya savrulup dururken on yaş yaşlanmışımdır kesin. Bir film seyretmiş kadar oldum nerdeyse...sanki bütün replikleri bir başıma oynadım, bir başıma da kayboldum o yaban ellerde. Sanrı ve sorgularla allı pullu; histerik çırpınışlarımla da süsleyip iyice aksiyon kattım üstüne...
"Yüzümde çok uzun süren bir acıdan kurtulmuş olmanın rahatlığı vardı" yalnız...
YORUMLAR
Gökyüzü çiçeklerinin kokusunu getirir yağmur. O çiçekleri biraz daha içime çekebilmek adına yüzümüzü göğün yağmuruna ısmarladığım da olmuştur. Öylesine hafifler, öylesine güzelleşirken iç'im.
Yağmuru her nedense bir tek Pazar gününe yakıştıramam. Diğer günler içimi dupduru yıkayan yağmur; o güne mi has bilemem bir kasvet hâlinde zuhûr eder. Pazar günleri, kırlarda dağlarda dolaşılası, gün güneş olmalıdır, hep bende…
Pazar gününün kasaveti yetmez gibi bir de rüya görülmüş ki; aman aman benden ırak…
Rüyalara bunca anlam yüklememizin bir anlamı var mı, onu da pek bilmiyorum. Eğer zihnin ağrılarının bir temeli var idiyse onları yansıtmanın sorumluğu rüyalara yüklenmemeli bende.
Rüya görmektense yolda yürürken senaristi olduğum hâyâlleri tercih ederim. Yahut ne bileyim senin şu ara ara çektiğin eşsiz gün batımlarını izlerkenki o hâl ile günün tüm yorgunluğunu dağlar ardına göndermeyi. Apaydınlık doğmayı; her yeni günle, yeniden yeniden doğmayı.
Öncesinde teşekkür ettimse de yineleyeyim istiyorum; tüm paylaşımların için, gönlünün yansımaları için, çektiğin her kare fotoğraf için, yazıların için çok çok teşekkürler Sevgili Gule.
Daha sık yazmanı ümid ediyorum. Seni daha çok okumak temennisi ile.
Gule
Hele ki bir rüyada ördeklerle havada bir uçuşum vardı ki görmeliydin beni:)
Pazar günü hakkındaki düşüncelerine katılıyorum aynı fikirdeyim...bizim buranın havası da normal seyirlerde hep nemli olduğu için genelde pazar günlerimiz kasvetli geçer...öyle olunca da yazma isteği daha bir kabarır içimde...
Çok çok teşekkürler canım...bu güzellikleri size hissettirebilmişsem ne mutlu bana...
Çokça sevgiler...selamlar...
Biz aynı türküde ağlar, farklı türküler söyleriz(sahipleniriz). Yazından çıkardığım anafikir bu.
Baktım bir köşede ağlıyor. Yanına gittim. Sofia, benim eski bir yunan arkadaşım. Kahvesini içerken, iki tanıdık öküz yan masadan laf atmış.
"Safiyesin kızım sen özünde, gerçek adını bil" demiş biri.
Biri demiş ki, "Olmasan bile Yunanistan'ı alınca seni de diğerlerini de biz Safiye yapacaz."
"Yahu" dedim, "bu tipleri ciddiye mi aldın?"
Sinirlerinin bozulduğunu söyleyip ağlamaya devam etti.
Sofia'yı görmeyeli yıllar olsa da, geçenlerde uykumda geldi. Kalabalık bir mekandayım. Alem alkolün dibine vururken, ben sanırım yine kahve içiyorum:) Aslında içemiyorum, çünkü telaşla Sofia geliyor, hemen kaçmamız lazım, geliyor deyip, beni sürüklemeye başlıyor. Az sonra karanlık toprak tüneldeyiz. Üstü açık garip bir araçla son sürat kaçıyoruz. Peşimizde dev bir bebek var. Maşallah kıçındaki bez değil de motormuş gibi kovalıyor. Artiz ya...
Gule
Bu mizah anlayaşına hayranım senin oli...hikayelerini de çok seviyorum...iyi ki varsın...
Hörmetler:)
Bahçede fide dikerken diğerlerinden farklı öten bir kuş sesi duyduk. Ege '' kuş ağlıyor anne'' dedi. ''Neden öyle dedin?'' diye sordum. '' Çünkü ağlıyor'' dedi omuzlarını silkerek. '' Oğlum, belki kuşun ötüşü böyledir. Neden hemen ağladığını düşündün?'' dedim. '' Anne düşünmedim, hissettim.'' dedi başını yerden kaldırmadan bu kez.
Senin hayata bakışında rüyaların da bir kuşun ağlamasını veya gülmesini ayıracak kadar hassas. Gulem, çocuk yüreğine selam olsun.
Sevgilerimle...
Gule
Anlaşılan Ege de senin gibi ince ruhlu ve duyarlı bir çocuk...kuşun ötüşüyle ilgili söylediği cümle de o kadar naif ki ayrıca...
Ege'yi o tatlı yanaklarından benim için öper misin?
Çok teşekkürler gülüm... çokça sevgiler selamlar gönderiyorum ve seni de kucaklayıp öpüyorum
Fırsat buldukça, duvarında paylaştıklarını okuyorum Gule... ve bir “günce” gibi düştüğün satırları gördükçe her defasında “neden bunları yazı olarak bizimle paylaşmıyor ki” diye geçiriyorum aklımdan. Öyle muhteşem şeyler dökülüyor ki kaleminden, kendine saklaman bize haksızlıkmış gibi geliyor:)
Kendinle birlikte bizi de mekandan mekana sürükledin rüyanın içinde. “Yüzümüzde çok uzun süren bir acıdan kurtulmuş olmanın" buruk tadı bile kaldı... boğmayan, sıkmayan, ne güzel betimlemelerdi onlar öyle! Kadının yanındaki boşluğu gördüğüme yemin edebilirim:)
Teşekkürler güzel paylaşım için!
Hep yazman dileğiyle ve sevgilerimle...
Gule
Duvarımda evet haklısın günlük gibi notlar tutuyorum bir gün yazıya dönüştürürüm düşüncesiyle...ama bi türlü fırsat bulamıyorum, biraz da tembellik ediyorum...birkaç kere toplayıp yazıya dönüştürdüklerim de olmuştu içlerinde ve beni bir hayli uğraştırmış, bir hayli de zorlamıştı...
Seni burda gördüğüm ve bu güzel sözleri senden duyduğum için çok sevindim Eflatun. Hele hele bir de benim de kendisini çok severek okuduğum ve takip ettiğim bir yazarsa ...
Çok teşekkürler, çokça sevgiler gönderiyorum bizim burdaki üstü kapalı bu gökyüzünden...size gelene kadar güneş açması umuduyla...