- 457 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Hakkın sınavında kopya çekmek de serbest
Arkadaşım, mevzu 8. Söz’den çıktı, anlatayım: Ona mürşidim iki ayetle başlıyor. Hatta daha doğrusunu söylemeli: İki ayetten alınmış ifadelerle başlıyor. Bunlardan birisi Bakara sûresinin 255. ayetinden. Kısa bir meali şöyledir: "Allah Teala ki Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Hayy Odur. Kayyum Odur." Diğeriyse Âl-i İmran sûresinin 19. ayetinden. Onun da kısa bir meali şöyle: "Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslam’dır."
Dikkat edersen: Birisi Allah’ın biricikliğinden, hayat vericiliğinden, devam ettiriciliğinden bahsederken; diğeri ’indinde makbul tek dinin İslam olduğunu’ bildirir. Bu nedenle zahirî nazarla ilgilerini sezmek zordur. İşte bu müşkülün eşiğinde bir tefekkür hassasiyeti nazarımıza çarpar. Evet. 25. Söz’deki izahlardan da biliriz ki: Bediüzzaman, Furkan’daki ayetlerin bazen aynı kanunun iki ucunu, yani en büyük resimdeki tecelliyle en küçük detaydaki tezahürünü, birlikte ifade ettiklerini düşünür. Hatta 14. Lem’a’nın 2. Makamı’nda bunu besmeleyle izah eder:
"Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa çıkmaya bir yol olur."
’Allah’ ism-i celali ile kainatın bütünlüğünde okunan sır, ’Rahman’ ism-i şerifinin gölgesinde dünyanın yüzünde, ’Rahîm’ ism-i latifi ile de insanın sima-i manevisinde okunur. Yani evren, dünya ve insan bu düzlemde içiçeleşirler. Hatta yine mezkûr pencereden bakılınca gönürür ki: Âdem âlemden sağılmıştır. Onun misal-i musağğarıdır. Küçücük bir özetidir. Nakışlarının şiddeti sanatının sıkışıklığındandır. Başka bir yerde bu hakikate şöyle işaret edildiğini görürüz:
"Hem nasıl ki, kâinattaki san’atı, kemâl-i intizamından kitap şekline girdi. İnsandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o san’at, o derece mânidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi."
Besmele okuyuşu da etkiler. Diyebiliriz ki: Risale-i Nur’un tamamı belki böylesi bir bakışın eseridir. Çünkü mürşidim orada nazarını sürekli büyük resmin üzerinde tutar. 13. Söz’de yaptığı ayet-yıldız benzetmesinin hakkını verir. Nasıl? Açalım: Ona göre Kur’an düzlem değil uzaydır. Herbir ayeti bu uzaya merkez olabilir. Hangisine yapışılsa kardeşleri hakikatini destekler nitelikte etrafında yeniden şekillenirler. Yeni yeni vechelerini gösterirler:
"Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın i’caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san’atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki 25. Söz’de beyan edildiği gibi..."
Sorumuzu yineleyelim: Allah’ın tekliğinin, Hayy olmasının, Kayyum olmasının ’makbul dinin yalnız İslam olmasıyla’ ne ilgisi var? Acaba şu mu: Üstteki ayet ’Allah birdir’ diyor. Alttaki ayet ’Din birdir’ diyor. Yani, Allah tek, İslam da tek. İnsan da bu makuliyete kapılıyor: Allah birse din de bir olur. Sultan birse kanunu da bir olur. Hâkim birse adaleti de bir olur. İkircik malikiyette kusurdur. Biricik Allah, hristiyanlara ’Ben üçüm,’ budistlere ’Ben putum,’ ateistlere ’Ben yokum,’ müslümanlara ’Ben tekim’ buyurmaz. Çünkü bunlar beraber doğru olmaz. Olamaz. Zıttırlar.
Şuradan da bakalım: Kayyumiyetiyle kainatın devamını heran sağlayan kimse, elbette, Hayy ism-i şerifiyle canlılığın devamını sağlayan da odur. Çünkü küçük resimdeki devamlılık büyük resmin devamına bağlıdır. Has dairenin devamı sarayın devamına bağlıdır. Öyle ya: Canlılığın yapıtaşı da cansızlardır. Atomları hiçten varlığa çıkaran ve kalmalarını düzenle heran sağlayan kimse hayatın varlığını ve devamını sağlayan da odur. Yani Hayy u Kayyum isimleri kardeştir. Bir hakikatin iki yüzüdür. Sözgelimi: Kayyumiyet hayat üzerinde daha zâhir görünür. (Canlıların düzeni daha özet bir bütündür.) Hayatsa Kayyumiyetin gereği olan kudret, ilim, irade üçlüsünü açıklar. Evet. Kayyum olan hayattar da olmalıdır. Yani Hayy olmayan Kayyum olamaz. Kayyum olmayan da hayatı yaratamaz. Çünkü hayat da ancak heran bir kollanışla varlık sahasında kalır. Bir taş bir ağaçtan daha az şeye muhtaçtır. Bir ağaç da bir hayvandan daha az şeye ihtiyaçlıdır. Demem o ki arkadaşım: Varlıkların canlılık mertebesini yükselten âdeta ihtiyaçlarıdır. Fakirlikleriyle Rahman’a kurdukları bağdır. Dilenişleridir. Kavuştukları bağışlardır.
İnsansa daha özel bir alanı temsil eder. Onun öyle bilişleri, sezişleri, istekleri, tasavvurları vardır ki sair canlılar onunla yarışamaz. Bir bitkinin varolmak için şiire ihtiyacı yoktur. İnsanın vardır. Bir hayvanın avını pişirmeye/lezzetlendirmeye arzusu yoktur. İnsanın vardır. Daha bunlar gibi öyle alanlar bulunur ki, insan, onlarda açılmış istidatlarıyla yüzbin kapılı bir saray hükmüne geçer. Yüzbin dilli bir dilenciye dönüşür. Herbiriyle ayrı bağış alır. Yani: Fakirliği aslında zenginliğidir. Yahut da Aleyhissalatuvesselamın ifadesiyle: "Fakirliğim fahrımdır/övüncümdür."
Bir benzetmeyle sözlerimi toparlayayım arkadaşım: Kainat bir kitapsa insan o kitabın arkasındaki boşluktur. Boşluklar neden bırakılır bilirsin: Kâriler notlarını oraya alırlar. Böylece bir kitap bin farklı şekilde tamamlanır. Her derkenar kitaba dahil olur. Yine mürşidimin tabiriyle: "Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a’mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."
Kur’an’da dolduracağımız bu kısım için ’sahife’ ifadesi kullanılıyor. Müfessirlerimiz de bu hakikati bize ’defter’ üzerinden anlatıyorlar. Mesela diyorlar: ’Amel defteri.’ Peki defterle kitabın farkı nedir arkadaşım? Birisi ’yazılır’ diğeri ’okunur?’ O kadar mı? Yok. O kadarcık değil. Şunu da düşünmelisin belki: Kitabı sahibi doldurur. Defteriyse emanetçisi. Yani: Kitap doldurulmuş olarak önümüze gelir. Defteriniyse o kitaba göre kendin doldurman gerekir. Eğer kitaptakilere göre doldurduysan incelendiğinde ’pekiyi’ verilir. Eh, evet, en azından bizim zamanımızda öyleydi. Öğretmenlerimiz imza atarlardı. Böylelikle defteri doğru kullandığın isbatlanmış olurdu.
Fakat dikkat et: İnsanın iradesi de var. Emaneti o yüklendi. Kitaptan başka defter de istedi. Belki iradesi bizzat bu defter oldu. Zalimlik-cahillik yükünü de omuzlarına aldı. Öyle ya: Kalemi eline alıyorsan bir cür’ete girişmişsin demektir. Defterini kitaba göre doldurman gerek. Kitaba rağmen defter olmaz. Kainata bakıp hayatını onda tecelli eden esmaya göre yaşaman lazım.
Yani ki arkadaşım: Biz âlemin defteriyiz. Sayfa kenarındaki boşluğuz. Sınanıyoruz. Zalimliğimiz-cahilliğimiz kaçınılmaz. Çünkü kuşatamıyoruz. Ancak halimizi bilen Rabb-i Rahîm’imiz yine ihsanlarını alıkoymuyor. Nebiler, vahiyler, şeriatlar gönderiyor. Böylece kainatı devam ettiren Kayyumiyeti varlığımıza da devam ettiriyor. Elhamdülillah. Bediüzzaman’ın tabiriyle ’insaniyet-i kübra olan İslamiyet’ imdadımıza yetişiyor. Öyle ifade etmek belki doğru değil ama söylemeden de yapamayacağım arkadaşım: Sünnetten kopya çekebilirsin. Defterini kolaylıkla doldurabilirsin. Rabb-i Rahîm’imiz öyle şefkatli bir öğretmen işte. Ona şükrolsun.