- 1480 Okunma
- 4 Yorum
- 4 Beğeni
NAĞRUZ(Nevruz)
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
YAŞANMIŞLIĞIMIZDAN BİR
NAĞRUZ (NEVRUZ) GÜNÜ
Beş ya da altı yaşındaydım. Henüz ilkokula başlamamıştım. Babaannem ve dedem Malatya’nın bir köyünde yaşamaktaydı. Babaannemin hastalandığını haber aldık. Dedem babamın Malatya’ya gelmesini istemişti. Babam da bunun için arabasına gerekli bakımları yaptırmış ve yola çıkmak üzere hazırlıklarını tamamladı. “Hadi oğlum Cem, sen de benimle birlikte geleceksin. Babaannen ve deden seni görünce çok sevinecekler. Benimle birlikte senin gelmeni özellikle istediler. Senin de çok mutlu olacağını düşünüyorum. Yarın erkenden yola çıkacağız, yolumuz uzun, iyi dinlen ve erken uyu, olur mu oğlum” dedi.
Babamın beni de dedemin, babaannemin memleketine götüreceğini duyduğumda çok sevinmiştim Akşamdan, annemin yardımıyla gerekli hazırlığımı yaptım. Erkenden uyumak için yatağa girdim ama heyecandan uzun süre uyuyamadım. Sabah erkenden, ortalık tam aydınlanmadan Malatya’ya gitmek üzere Ankara’dan ayrıldık. Annem ve ablamdan ayrı kalacağım için üzülüyordum ama dedemi ve babaannemi de hemen görmek istiyordum, sabırsızdım. Dedemin çiftliğinde inekleri, yeni doğmuş buzağıları, tavukları, horozları, kedileri Mesdöğ’ü, kangal cinsi Karabaş’ı ve dedemin bahçesini, dağlarını, çiftliğin hemen yanında coşkun akmakta olan akarsuyu göreceğim için de içim içime sığmıyor, çok heyecanlı ve sevinçliydim...
Yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Ankara’dan yola çıktıktan sonra babam bana içerisinden geçtiğimiz yerleşim yerlerini, üzerinden ya da kenarından geçtiğimiz akarsuların ismini, dağları, ovaları, yaylaları ve bunlara ait özelikleri anlatıyordu karşılıklı konuşarak yolculuğumuz devam ediyordu.
“Bak oğlum, burası, Kırıkkale şehridir. Bu şehir sonradan kurulmuştur. Askeri sanayisi gelişmiş, petrol rafinerisi olan sayılı şehirlerimizden biridir. Şu gördüğün ırmak Kızılırmak’tır. Türkiye’nin en uzun ırmağıdır. Bir süre geçtikten sonra; içerisinden geçtiğimiz şehrin adı Kırşehir’dir, Ozanları meşhurdur. Muharrem Ertaş ve Neşet Ertaş buralıdır. Bu insanlar, çok değerli insanlardır, bunlar kültürlü, gönül insanlarıdır” diyen babam, birkaç saat daha gittikten sonra; şimdi ise; “Şu gördüğün yüce dağ Erciyes dağıdır. Türkiye’nin en yüksek dağlarından biridir. Derler ki, Erciyes dağının başında, yaz mevsiminin en sıcak günlerinde, Ağustos, Temmuz ayında bile kar ve dumanı hiç eksilmezmiş. Erciyes dağının eteklerine kurulmuş düz bir ovada yer alan ve içerisinden geçtiğimiz şehir Kayseri’dir. Kayseri ilimiz sanayi ve ticaret bakımından Türkiye’nin en önemli şehirlerinden biridir. Kayseri’den sonra, Malatya, Sivas topraklarında kadar uçsuz bucaksız uzanan uzun ve düz bir alan var ki bu platoya da Uzun Yayla derler” diyerek birçok şey söyledi. Ben de babama, “Kültürlü olmak ne demek?”, “Gönül insanı ne demek?”, “Plato ne demek?”, “Yayla ne demek?”, “Askeri sanayi, rafineri ne demek?”, “Ozan ne demek?”, “Irmak ne demek?” gibi birçok şeyi babama soruyor ve babamda bana bunları açıklamaya çalışıyordu.
Kayseri’den sonra birkaç saat yolculuktan sonra Uzun Yayla bitti ve yollar sarplaştı. Sivas’ın Gürün ilçesinde mola verdik, sonra Darende ilçemizi geçtik ve Malatya Akçadağ ilçemizin yanından dümdüz ova ve Karşıda görülen koca dağın eteklerinde Malatya… Babamın birden sesi yükseldi ve heyecanla, “Bak, oğlum! Bak, işte şu görünen dağ Beydağı’dır. Beydağı’nın eteğinde dağa paralel uzanmış olan şehir de Malatya’dır.” O ana kadar sakin olan Babamın da heyecanlı ve daha sevinçli olduğunu gördüm.
Güneş batmak üzereyken Malatya şehrine ulaştık. Şehre girdikten kısa süre sonra yattığı hastaneye gidip babaannemi ziyaret ettik, bizi görünce çok sevindi, çok mutlu oldu. Bizde babaannemi görünce çok sevinmiştik. Babam, babaannemin elini öptü, hasta yatağından hareket etmede zorlanarak kalkan babaannem de babamın yüzünü öperek sarıldılar birbirine. Babaannem beni hep seviyordu, saçlarımı okşayıp yanaklarımdan öpüyordu, sık sık benim gelmeme çok sevindiğini söyleyip, annemi ve ablamı soruyordu.
O gün babaannem hastanede kaldı ve biz de babamın yakın akrabası olan Güneş teyzelerin evinde kaldık. Ertesi gün babaannemi hastaneden alıp babaannemin ve dedemin köyüne, çiftliğindeki evine götürdük, evde hazırlanmış olan yeni yatağına yatırdık. Bizleri görünce çok sevinen dedem babamı kucakladı, babam dedemin ellerinden öptü, dedem de babamın yanaklarından öptü. Dedem beni kucakladı, babaannem gibi saçlarımı okşayıp, yanaklarımdan, başımdan, alnımdan öpüp, öpüp kokladı. “Maşallah! Maşallah! Allah, nazarlardan saklasın. Sen, ne kadar büyümüşsün? Koca adam olmuşsun, benim de senin gibi iyi güçlü bir işçiye ihtiyacım var, bana yardımcı olur musun?” dedi. Dedemin böyle konuşması hoşuma gitmişti. “Olurum, olurum! Dedeciğim ben ne yapacağım” dedim. “Senin işin benimle... Hayvanların altını temizleyeceğiz. Ahırda, bahçede iş çok... Çok çalışacağız çok! Baban babaannene bakacak. Babandan hayır yok bize, işlerin hepsi bize kaldı Cem. Çok iş var çok! Sabahları tavuklar yumurtlayınca yumurtalar sen getireceksin. Yalnız yumurtladıkları yerde yumurtaların tamamını getirme, en az bir tane bırak, yumurta bırakmazsan tavuklar başka yere yumurtlarlar, biz de her seferinde yumurtladıkları yeri aramayalım. Sonra bu mevsimin bu günleri ağaç fidanı dikme zamanıdır. İlk işimiz, İsmail Amcanın ve Can’ın Muğla’dan göndermiş olduğu zeytin fidanlarını dikmek olacak” dedi.
Horozlar, tavuklar akşam olduğunda ahır çatısı ağaç kirişlerine çıkıp geceyi burada geçirirler.
O gün çiftliği keşfe çıktım…
Her sabah, kahvaltıdan önce yumurtaları ben alıp geliyordum. İlk günlerde horozlar beni, tavuklara yaklaştırmıyor, kanatlarını çırparak üzerime doğru uçarak bana saldırıyor, beni kovalıyorlardı. Bende hızla koşarak “Karabaş, Karabaş!” diyerek Karabaş’ın yanına kaçıyordum. Karabaş ta beni koruyordu. Hemen sesimi duyup yanıma geliyordu. Karabaşın yanıma doğru geldiğini gören horozlar, beni kovalamayı bırakıp bu sefer kendileri kaçıyordu. Ben de Karabaş yanımdayken, elime küçük çakıl taşlarını alıp horozlara doğru atıyordum.
İlk günler beni kovalayan horozlara “düşman kuvvetleri” diyordum. Karabaş’ı yanıma alıp bunlara çakıl taşı atıyordum. Bu durum beş altı gün sürdü. En sonunda savaşı ben kazandım. Artık horozlar ilk günler gibi saldırmıyorlar ama öterek kanat çırpıyorlardı. Ama yine de tavukların yumurtladığı yerde horoz varsa eğer hemen Karabaş’ın yanına gidip yardım istiyordum. Karabaş’ı yanıma alıp tavukların yumurtladığı yere beraber gidiyordum. Karabaş’ı gören horozlar korkup benden kaçıyorlar, ben de yumurtaları rahatlıkla yerinden alıyor ve babaanneme getiriyordum.
Babaannem, “Horozlar hâlâ sana saldırıyor mu Cem?” dedi.
“Babaanne, ben düşman kuvvetlerini yendim. Karabaş, dost kuvvet olarak benimle birlikte... Horozları görünce çakıl taşı atıyorum, kaçıyorlar artık benden” dediğimde babaannem çok gülmüştü.
“Düşman kuvvet mi? Dost kuvvet mi?” diye hem soruyor hem gülüyordu…
“Babaanne düşman kuvvet horozlar, dost kuvvet de Karabaş” dedim.
Babaanne: Cem horozlara dikkat et onlar saldırdı mı, durmak nedir bilmezler, gözlerine zarar verirler, aman dikkat et yavrum , dedi. Olmazsa yumurtaları almaya dedenle yada babanla birlikte git.
Ben: Babaanne horozlar sadece yumurta alırken değil bahçede gezerken bile tavuklara yaklaştırmıyorlar. Beni görünce üzerime doğru kanat çırparak, geliyorlar. Bende karabaşın yanına kaçıyorum. Karabaştan korkuyorlar. Bende karabaşla birlikte horozlara saldırıyoruz. Karabaş yanımda duruyor, bende horozlara taş atıyorum. Horozlara taş atınca yanıma yaklaşamıyorlar, şimdi onlar benden kaçıyorlar, dedim.
Beş, altı gün kadar süren horozlarla mücadelede, Karabaşın yardımı ile savaşı ben kazanmıştım. Artık horozlar beni görünce saldırmıyorlardı. Hatta beni gören horozlar ve tavuklar benden kaçıyorlardı.
Babaanne: Cem yavrum, artık horozlara, tavuklara taş atma. Bak günlük yumurtalar azaldı. Tavuklar yumurtadan kesildi. Tavuklar çok yumurtlasın ki ablana, annene yumurta götürebilesin buradan. Yoksa Ankara’ya göndereceğimiz yumurta kabını, yumurtalarla dolduramayacağız.
Ben: Babaanne artık horozlardan korkmuyorum. Onlardan kaçmıyorum. Onlar benden korkuyorlar, artık taş atmama gerek yok, dediğimde, babaannem bana bakıp, bakıp gülüyordu.
Babaannem: Ula yavrum! O kadar tavuk yumurtlamaz oldu artık, dedi.
Babaannem, horozlarla olan savaşımı dedeme anlatıyor, dedem babaannemi dinledikçe saçlarımı okşayıp, yanaklarımdan öpüyordu. Bir yandan da dedem; “dost kuvvet mi, düşman kuvvet mi?” diyerek kahkahalarla karşılıklı gülüşüyorlardı.
Her gün sabah ve akşam dedem ineklere ve yavrularına yem verdikten sonra ve süt makinesi ile inekleri sağarken ben de ineklerin altını temizliyordum, dedem çok seviniyordu. “İşte benim torunum bu! Bu çiftliği İbrahim Cem’e vereceğim. Ancak bu işi İbrahim Cem yapabilir, gözüm arkada kalmaz artık. Bu günleri de gördüm ya Allah’ıma şükürler olsun, dedesinin torunu! Maşallah, maşallah! Allah yolunu açık eylesin, Allah sağlıklı huzurlu, uzun ömür versin. Allah, ne muradın varsa versin, seni yardana kurban olayım, canım torunum” diyordu. İşimi severek yapıyordum ama dedem sevindiği için daha da çok mutlu oluyordum.
Ben, dedeme yardımcı olurken, babam da hasta yatağında yatmakta olan arada bir koltuk değneği ile yürümeye çalışan babaanneme bakıyordu. Yemek yapıyor, evi temizliyor, Babaannemi evden dışarı çıkarıp biraz gezdiriyordu. Sonra da babaannem yorulunca yatağına yatırıp, diğer işlere bakıyordu.
Dedemin çiftliğine geldiğimiz günlerde ağaçlar henüz çiçek açmamış, dallarda ise belli belirsiz domurcuklar vardı. Bazı tarlalar tamamıyla yeşillenmeye başlamış, ekinler topraktan çıkarak kendini göstermeye başlamışlardı.
Bir sabah babam; Cem bu gün Mart’ın biri hazırlan şimdi Nağruzların tam zamanı, nağruza * gidiyoruz” dedi. Babam çok heyecanlıydı, telaşlıydı, mutluydu. Babamın bu heyecanına, telaşına anlam verememiş, merakla ve şaşkın, şaşkın babama bakıyordum. Biri uzun diğeri de ona göre daha kısa iki değnek aldı. Değneklerin ucunu çok büyük kalem gibi sivriltti ve uçlarını kısa süre ocaktaki sıcak külde bıraktı ve sonra çıkardı. Yiyeceklerimizi taşımak için bir poşet aldık. Yemek poşeti içerisinde iki pet şişe su, ekmek, domates, peynir alıp dedemin çiftliğinin hemen yanındaki dağların eteklerindeki tepeciklere doğru yola çıktık. Babaannem, “Şimdi giderseniz nağruzu bulursunuz, nağruzun tam zamanı, birkaç gün daha gecikirseniz nağruzlar geçer, nağruz bulamazsınız” diye arkamızdan seslendi.
Dedemin çiftliğinden henüz ayrılmıştık ki dedemin ağabeyi olan Vahap dedemi gördük, dağın hemen altındaki büyük tarlada ineklerini otlatıyordu. Vahap Dedemle Babam bir süre sohbet ettiler. Vahap Dedem bana hitaben, “Nereye böyle yolcu, Nağruza mı gidiyorsun?” dedi. “Evet, Vahap Dede babamla Nağruz toplamaya gidiyoruz” dedim. “Allah rast getire, şansın bol olsun, Nağruz bulursan eğer bana da bir –iki tane getirir misin?” dedi. “Olur, Vahap dede, getiririm” dedim. Kısa süre sohbet ettikten sonra yanından ayrılıp nağruz toplamak üzere yeniden yola koyulduk. Ben de Babamın heyecanlı halini görünce daha da heyecanlanıyor ve merak duyuyordum.
Babamın Nevruz Anlatımı
Babama, “Nağruz nedir?” diye sordum, o da bana oldukça uzun bir açıklamada bulundu.
“Nağruz bir çiçek ismidir. Bazı yörelerde Nevruz da derler. Nağruz ya da diğer ismi Nağruz (nevruz) baharın geldiğini, yani tabiat ananın canlanmaya başladığı ilk anları müjdeleyen bir çiçektir. Nağruzdan önce tabiatta, doğal olarak yetişen karların arasından çıkan kardelenden başka çiçek açmaz. Havaların ısınmaya başlayacağı, toprağın can bulacağı, otların yeşereceği, hayvanların otlanacağı, kuşların yuva yapacağı, yavrularının olması için yumurtlayacağı zamandır. İnsanların ve doğadaki diğer kuşlar, böcekler gibi diğer hayvanların beslenmesi için türlü türlü meyve ağaçlarının meyvelerinin olması için çiçek açacağı zamandır. Ekin tarlalarında ekinlerin yeşereceği, sebze fidanların can bulması için toprakla buluşacağı, ürün verebileceği, hayvanların beslenip büyüyeceği, koca kış boyunca kupkuru olan ağaçların dallarında yapraklarının yeşereceği, doğada türlü türlü bitkilerin can bulacağı, birbirinden güzel çiçeklerin açacağı zamandır. Bu zamanda açan; arıların, binlerce çeşit börtü-böceğin hayat bulacağı ve hayatların devam ettirebilmeleri için gerekli besin ortamının sağlayan tabiat ananın cömertçe kucak açacağı en güzel zamanı olduğunu müjdeleyen ve baharın geldiğinin ilk habercisi olan Nağruz çiçeğidir.
İnsanlar yaşamını devam ettirebilmek için beslenmeye, dinlenmeye ve uykuya ihtiyaç duyarlar. İnsanlar gün boyu çalışır, üretir ve günün sonunda yorgun olarak evlerine gelir, yemeklerini yerler ve bir süre dinlenirler. Ertesi güne ait hayatlarını devam ettirebilmeleri için ise akşam dinlendikten bir süre sonra yeni bir günün ilk saatlerine kadar uyurlar. Uyandıklarında artık yeni bir gün başlamıştır demektir.
Tabiat ana da insan gibidir. Koca bir yıl geçtikten sonra sonbahar ayında artık tarlalardaki tüm hasılat, sebze, tahıl alınmış olup tarla dinlenmeye bırakılmıştır. Meyve ağaçlarındaki, meyveler alınmış ağaçlar yorulmuş olup, yavaş yavaş yaprakları sararıp dökülmeye başlar. Üzerinde yaprakları azalan ağaçlar yarı çıplak bir hal alır. Doğada tüm çiçekler tohumlarını yetiştirmiş olup yavaş yavaş kurumaya başlar.
Çiçekler gelecek yıla kendi türünün devamını sağlaması için bir yıl boyunca ürettiği tohumu toprakla buluşturmaya hazırlanırken bir yandan da kurumaya başlar. Doğada ki tüm hayvanlar kendi nesillerinin devamı için yavrularını yetiştirmiş olmanın huzuru ve rahatlığı ile yavaş yavaş kışa hazırlanırlar.
Kış mevsimi, insanların akşam dinlenme ve sonrasında ki uykuları gibidir. Doğada kışın uyur. Uyurken de bir yandan yağan kar ve yağmur ile toprağı besler, bahara hazırlık yapar. Kış ayı sonlarında havalar ısınmaya başlar, karlar erir toprak suya doyar. Havanın ısısı artıkça toprak kabarır, genleşir, yumuşacık yorgan gibi olur.
İbrahim Cem bak! Toprak çok yumuşacık, ayağımız toprağa batıyor, toprak kabarmış, ayakkabımızın içi toprak dolu... çok güzel değil mi? İşte anlattığım sebeplerden dolayı toprak bu kadar yumuşacık oluyor, ama birkaç gün sonra havalar daha da ısınacak, toprağın yüzey kısmındaki nem buharlaşarak azalacak ve toprak sertleşmeye başlayacaktır. Sen şimdi yumuşacık toprağın keyfini çıkar.
Artık kış bitmiş, yani doğa uyanmış ve insanın yeni bir güne hazırlanması gibi Doğada yeni bir yıla hazırlanmıştır. İnsanları hayata bağlayan umutları vardır.
Her insan, bereketli, huzurlu, sağlıklı, mutlu, neşeli, güzelliklerle dolu geçmesini ve bu dileklerinin de gerçekleşmesi ve devamlılığının süreklilik arz etmesi için insana has olan düşünebilme özgürlüğünü yaşantılarına soyut ve somut olarak aktarabilme yetilerinin olabildiğince engelsiz ve sınırsız olmasını dilerler.
Daha çok yüz yıllardır toprağa bağlı bir hayat sistemine sahip olan, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan biz Türk milleti için de son derece önemlidir. Bu yüzden Türklerde baharın gelişi âdeta ve hele de çocuklar için bir bayram sevinci ve güzelliğindedir. Bahar denilince ilk akla gelen ise nağruz çiçeğidir.
Ben babamı dinlerken babam, “İşte geldik oğlum, buralarda nağruz olabilir, ben senin yaşlarındayken nağruz zamanı, hemen hemen her gün bu görmüş olduğun tepeleri, dere yataklarını, arazileri nağruz bulabilmek için gelir ve gezerdim. Benim çocukluğum köyde geçti. O zamanlar şehir yaşantısını bilmezdim. Şehir çocuklarına göre köyde yaşayan çocukların en büyük eğlencesi zamanı gelince sırasıyla ökçe çiçeği, nağruz çiçeği ve çiğdem toplamaktı.
Nağruzdan önce olan kış çiçeği diye bilinen ve bir kardelen çiçeği türü olan ökçe çiçeğini toplamaya gelirdik. Ökçe çiçeğinin süresi 15-20 gün sürerdi. Hava çok soğuk olurdu soğuktan dudaklarımız, yüzümüz yarılırdı. Ökçe çiçeği bittikten bir süre sonra havaların ısınması ile Mart ayı başlarında nağruz çiçeği olacağını bilir sabırsızlıkla nağruz zamanını beklerdik. Nağruz çiçeğinin süreside en fazla 10 -12 gün sürerdi. Onlarca köy çocukları tüm tepelere dağılır, sabahtan akşama kadar nağruz çiçeği arardık. Elimizdeki uzun ucu sivri ağaç sopalarla toprağı kazar, nevruzu kökü ile çıkarırdık. Her bulduğumuz nağruz çiçeğinde çok mutlu olurduk. Çocuklar her nağruz çiçeğini bulduğunda, birbirlerine yüksek sesle, “Aha! Buldum! Bir nağruz bak hele, bak! En güzel nağruzu ben buldum, bu mavi culfha, bu sarı culfa, işte bu mor culfa… Bak hele bak, bembeyaz, güneş gibi, cam gibi parlak nağruz buldum” diyerek sevinç naraları atarlardı. O zamanlar hiçbir şey biz köy çocuklarını bu kadar mutlu etmezdi. Diğer çocuklara göre daha az nağruz çiçeği bulanlarda buna hayıflanırlardı, biraz da kıskanırlardı. Çocuklar nağruz çiçeği toplamaktan tamamen yorulduktan sonra topladığımız nağruzları birer demet haline getirir, evimize götürürdük. O gün kim daha çok nağruz çiçeği toplamışsa ve daha çeşitli renkte nağruzu varsa günün kahramanı, birincisi o çocuk olurdu. Günlerce o çocuk konuşulurdu. Diye uzun uzun anlatıyordu…
Babam konuşmaya devam ederken, birden, “Cem! Cem!’ bakar mısın? Şurada bir şey parıldıyor, nağruz olabilir mi? gidip bakalım” dedi. Koşarak babamın gösterdiği yere gittik. Evet! Evet! Bu güne kadar hiç görmediğim, ilk defa görmüş olduğum bu çiçek nağruz idi! Sonradan bir tane daha buldu, derken birçok nağruz çiçeği buldu. Babam, en sonunda heyecanla bana seslendi. “Cem buraya gelir misin, özellikle senin görmeni istiyorum. Bu gördüğün Nağruz, nağruzlar içerisinde en kıymetli olanıdır. Mor Culfa Nağruz derler buna. Bu nağruz çok nadir bulunur, çok kıymetlidir. Baksana, ne kadar güzel değil mi?” dedi.
Ben uzun süre nağruz bulamadım. Hep babam nağruzları buluyor, çocuklar gibi seviniyordu, sanki benim orada olduğumu unutmuş gibiydi. Bu halimi görüp üzüldüğümü düşünen babam, bana yardımcı oldu. “Oğlum yere yüzükoyun yat, başını hafifçe kaldır ve güneşi karşına alarak yere yakın paralel bak. Parıldayan bir şey görürsen büyük ihtimalle gördüğün şey nağruzdur” dedi. Ben de babamın dediği gibi birkaç kez yere uzanıp uzun süre etrafıma uzaklara baktım ve en sonunda bende nağruz çiçeği bulmuştum, ama ne nağruz! Heyecanla, “Baba baba! Bak işte! Ben de buldum nağruz çiçeği, hem de yana yana iki tane nağruz, dedim. Babam koşarak yanıma geldi, meraklı meraklı baktı nağruzlara. “Bu nağruzlar süper bir şey Cem” dedi. “Niye?” dedim, “Çünkü iki nağruzu bu kadar birbirine yakın ve yan yana olması pek nadirdir. Nağruzlar genellikle tek ve yalınız olurlar, ben çok şaşırdım. Gerçekten ilginç bir durum” dedi. Yana yana duran nağruz çiçeklerine babam uzun süre baktı ve çok hoşuna gittiği her halinden belliydi. “Aferin Cem, seni tebrik ederim. Ben çocukluğumda, nağruz zamanları hemen hemen her gün nağruz toplamaya gelirdim ve bu durum lise yıllarıma kadar devam etti. Ben, bu güne kadar yan yana bu kadar bir birine yakın Nağruz çiçeği gördüğümü hatırlamıyorum. Sen daha ilk seferde bu çiçekleri buldun. Vallahi, helâl olsun sana!” dedi.
Ben çok mutlu olmuştum… Ondan sonra bir çok nağruz çiçeği buldum. Ben nağruz çiçeklerini buluyordum, babamda gelip ucu sivri sopa ile çıkarıyordu.
Babam nağruz bulabilmek için gezinirken, bir yandan da türkü söylüyordu;
Çiğdem der ki ben elayım
Yiğit başına belayım
Hepisinden ben alayım
Benden ala çiçek var mı
Al baharlı mavi dağlar
Yarim gurbet elde ağlar
Lale der ki behey Tanrı
Neden benim boynum eğri
Yardan ayrı düştüm gayrı
Benden ala çiçek var mı
Al baharlı mavi dağlar
Yarim gurbet elde ağlar
Nağruz der ki ben nazlıyım
Sarp kayalarda gizliyim
Mavi donlu gökyüzlüyüm
Benden ala çiçek var mı
Al baharlı mavi dağlar
Yarim gurbet elde ağlar
Sümbül der ki boynum uzun
Yapraklarım düzüm düzüm
Beni ak gerdana dizin
Benden ala çiçek var mı
Al baharlı mavi dağlar
Yarim gurbet elde ağlar
Cem bu türkü büyük Halk Ozanımız Âşık Veysel Şatıroğlu’na aittir. Nağruz çiçeğinin Halk kültürümüzde seçkin ve saygın bir yeri vardır. Nağruz gibi Âşık Veysel’inde Halk kültürümüzde çok önemli yeri ve saygınlığı vardır. Şiirlerinde tabiatı çok güzel ve anlamlı bir şekilde ifade etmiştir. Tabiat ana şairi gibidir. Sanki, tabiat ana dile gelmiş kendini anlatır gibidir. İleride okula gidip, okuma yazma öğrendiğinde bu şiirleri okursun, daha iyi öğrenirsin, anlarsın. İnşallah, dedi.
Ertesi günde yine nağruz toplamaya gittik babamla, bazı yabani badem ağaçları çiçek açmıştı, çok güzellerdi. Bende bu yabani badem ağaçların etrafında nağruz çiçeği arıyordum.
Nağruz çiçeğini bulunca da elimdeki ucu sivri değnek ile Nağruz’u yerinden incitmeden çıkarmaya çalışıyordum.
Nağruz toplamaktan yorulmuştum. Bir yere oturdum. Elime bir domates ve ekmek parçası aldım yemeye başladım. Bir yandan heyecanla nağruzları nasıl bulduğumu babama anlatıyor, bir yandan da etrafı seyrediyordum.
Etrafı seyrederken, tepeler, dağlar, akarsular, ağaçlar, çiçekler, böcekler, kuşlar, ilerimizden geçen kara yolu, bulunduğumuz dağın içinden geçen demir yolu tüneli ve arada bir geçen trenleri seyrediyordum. Sonra aklıma bu dünya nasıl bir şeye benziyor diye daha önce bir dergide gördüğüm dünyanın yapısını gösteren resim aklıma geldi ve babama anlatmaya başladım.
“Baba, dünya neye benziyor biliyor musun?” deyince babam, “Neye benziyormuş Cem” dedi.
“Dünya elimde yediğim domatese benziyor” dedim göstererek.
“Nasıl yani?” dedi.
“Dünyanın çok sert kabuk kısmı vardır, bu kabuk kısmını da kaplayan ve kabuğun kendisi kadar sert olmayan ince bir kabuk vardır. İçinde de kızgın ateşli lav vardır. Bu lav dedikleri şey her şeyi yakacak kadar sıcak ve sıvıymış. Bak, baba! Gördüğün gibi domatesin dışı içine göre çok sert, İnce kabuğunun altında kalın kabuk var. İçinde de çekirdekten oluşmuş yumuşak sıvı var. Şimdi bizim yürüdüğümüz, kazıdığımız toprak var ya! Domatesin ince kabuğu oluyor. İnce kabuğun altındaki kalın ve sert kısmı da dünyanın toprağın altında ki kayalar oluyor. Eğer bu sert kalın duvar olmazsa domatesin içindeki yumuşak sulu çekirdeği domatesin dışına çıkardı. Dünyada böyle, toprağın altındaki kalın sert kaya duvarları olmasaydı, çok sıcak olan ateşli lav dünyanın dışına çıkar volkan olurdu, değil mi baba?” dedim.
Babam şaşırır gibi olmuştu, “Oğlum, sen bunları nereden biliyorsun, merak ettim” dedi.
“Her hafta ablama bilim teknik dergisi alıyorsun ya, ben de onara bakıp öğreniyorum. Ablama soruyorum, o da bana anlatıyor.”
“Aferin benim oğluma… Senden iyi bir bilim adamı olur Cem. Sen okula başlayıp okuma yazmayı öğren, bak ben sana ne kitaplar alacağım, bir bilsen” dedi.
Gün akşam olmadan, o gün topladığımız nağruzları alıp dedemin çiftliğine doğru yola çıktık. Yolda Vahap dede ile karşılaştık. Söz verdiğim gibi Vahap dedeye bir nağruz çiçeği verdim. Vahap Dede Nağruzu aldı, hafifçe öpüp, alnına sürdü, sessizce bir şeyler mırıldandı ve sonra çiçeği kulağı ile başının arasına yatırır gibi koydu.
Vahap Dede, “Cem, çok teşekkür ederim, sağ olasın, var olasın nağruzcum. Nağruz gibi güzel ama ömrün uzun olsun” dedi.
Biraz yürüdükten sonra dedemin evine geldik. Çok yorulmuştum. Babaanneme, dedeme göstereceğim nağruzlar için de çok heyecanlıydım. Dedemin evine geldiğimizde, dedemin ve babaannemin akrabaları, komşuları babaanneme geçmiş olsun demek için ziyarete gelmişlerdi. İçerisi çok kalabalıktı, misafirler babama ve bana hoş gelmişsiniz, dediler.
Babaannem, “Cem nağruz bulabildiniz mi?” dedi.
Heyecanla, “Babaanne, babaanne! Ben çok nağruz topladım. Hem de iki nağruzu yana yana bitişik, ben buldum! Babam bile böyle nağruz bulamadı” dedim. Babaannem, dedem ve evdeki diğer misafirler birer nağruz istediler, bende her birine birer tane nağruz verdim. Babaannem, dedem ve diğer misafirler, nağruz çiçeğini sanki kırılacak bir şeymiş gibi incitmeden, saygıyla aldılar. Nağruzu dudaklarına götürüp hafifçe öptüler, alınlarına sürdüler.
Odadaki herkes ayrı ayrı, “Hoş, bereketli gelmişsin nağruzcum. Hakkımıza hayırlısı olsun, çağamızın, çoluğumuzun, sevdiklerimizin ayağına daş değdirmeyesin, yaramaza duş getirmeyesin. Hak yolundan doğruluktan şaşırtmayasın. Hakkımıza hayırlısı neyse o olsun, hayırsızsa nasip olmasın” dediler. Şu an hatırlayamadığım buna benzer, dilek ve dualarını sessizce dile getirdiler. Ben ilk defa gördüm, bir çiçeğe bu kadar saygı gösterildiğini. Nağruz, sanki bir çiçek değil de çok saygı duyulacak büyük insan gibiydi. O günlerde bu durumu hiç anlayamamıştım. Odadaki herkes aldıkları nağruzu kırılacak bir şeymiş gibi incitmeden hafifçe bana geri verdiler. Ben de nağruzları koyduğum, altı toprak olan saksıya yerleştirdim, alt soğan kısımlarını toprakla doldurdum.
Babaannem, dedem ve misafirlerin her biri, “Cem sağ olasın yavrum, ömrün nağruz gibi güzel olsun. Nağruz toplayan ellerin dert görmesin. Bolluk içinde yaşayacağın uzun ömrün olsun” diyerek teşekkür edip, beni sevdiler başımdan, yanaklarımdan öptüler.
Babaannem, “Bu nağruzları, ne yapacaksın Cem?” dedi.
“Ankara’ya götüreceğim, ablama anneme göstereceğim. Onlar hiç nağruz görmemişler. Nağruzu Ankara’da evimizin içinde saksıda büyüteceğim” dedim.
“Cem, bunlar evde olmaz ki” dedi.
“Niye olmasın ki, evde yetişen başka çiçeklerimiz var ama” dedim.
“Güzel torunum, canım Cem. Bu çiçekler doğada yetişir. Doğada dahi her yerde yetişmezler. İnsanların ayak basmadığı, ya da pek seyrek yerlerde yetişirler. Bunlar kır çiçeğidir, bayır çiçeğidir. Bunlar yılın kısa bir aralığında hava ve toprak şartlarına göre olurlar ve kısa süre sonra solarlar. Bayır çiçekleri, senin anlayacağın kır çiçekleri özgürlüğüne düşkündür, ev gibi kapalı, havasız, güneşsiz yerlerde yetiştirmek çok zordur Cem” dedi.
“O zaman biz niye topladık bu nağruzları, niye kısa ömürlerini, daha da kısalttık”dedim. Canım sıkılmıştı, üzülmüştüm, nağruzlara acıyarak bakarak, “Babaanne yeniden topraktan çıkardığımız yerlere diksek, olur mu?” dedim.
Babaanne; “Cem, babana söyle, nağruzların hepsini bir arada bahçemizin en sakin yerine, insanların, ineklerin ayak basmayacağı bir yer bulsun oraya diksin” dedi. Babam gelince babaannemin dediğini söyledim. Babam yüzden fazla nağruzu aldı çiftliğin en sakin ve ayakaltından uzak köşesine, güneş alan bir yere, toprağı kazıdı ve nağruz çiçeklerini soldurmadan kök kısımlarını toprakla kapattı. Sonra nağruz demetinin dibine bir kovayla yavaşça nağruzları incitmeden su döktü. “Cem eğer nasip olur da gelecek yıl, yine bu günlere denk gelecek günlerde gelebilirsek buraya, nağruz diktiğimiz yerde nağruzun olup olmadığını anlamış oluruz” dedi.
Nağruzlara üzüldüğümü gören babaannem, “Cem’im bu bir adettir. Biz dünyaya gelmeden öncede bu adet varmış. O gün, bu gün bu adet devam etmektedir. Bundan sonrada böyle devam edecektir. Buralarda, her sene Nağruz vakti; Şubat ayının sonu, Mart ayının ilk günleridir. Çocuklar bu günlerde Nağruz toplamaya giderler. Köydeki çocukların en çok sevindikleri, güzel vakit geçirdikleri günlerdir. Sen bunun için üzülme yavrum” dedi.
Babaannem böyle demişti ama ben yine de üzülmüştüm. Nağruz çiçeğini çok sevmiştim. “Babacığım ben Ankara’ya gidince ablama, anneme nağruz çiçeğini anlatacağım. Çektiğimiz film ve fotoğrafları göstereceğim” dedim.
Babam, “İyi olur oğlum” dedi.
Günlerimiz geçiyor, babamın Ankara’ya gideceği günler yaklaşıyordu. Ama ben nağruz çiçeğinden ve onun hakkında anlatılanlardan çok etkilenmiştim.
Babam, “Cem, nağruz çiçeği, gördüğün gibi yaşar. Gündüzün ılık havasına, gecenin soğuk, sert ve zaman zaman rüzgârlı havasına karşı dayanıklıdır. Ama doğanın dışında bir el değdiğinde de solacakmış gibi, kırılacakmış gibi narin ve zariftir. Çünkü onun sahibi özgür tabiattır. Nağruz, tabiattan ayrılınca; hayata küser, solar. Özgür ruhlu insanlar da böyledir” diye açıklamada bulundu. Sonra da, “Sevgili oğlum Cem; bana Nağruz’u tarif et desen, birkaç günlük yaşadığımızdan esinlenerek sana şöyle tarif edebilirim” diyerek, şiirimsi olarak şunları söyledi:
NAĞRUZ (NEVRUZ) ÇİÇEĞİ
Tabiat ananın bahar elçisidir.
Senede bir kez gelir.
Baharı muştalar (müjdeler).
Hoş gelişlidir.
Yüzü güleç, gönlü hoştur.
Özlemle, hürmetle öpülür.
İncitmeden, hafifçe alına yüz sürülür,
Niyaz içinde dudaklardan dua dökülür.
Sonra;
Oturturlar muhabbet meydanında başköşeye.
Yediden yetmişe her yaşta kişi hazır bulunur bu meydanda.
Doyum olmaz o güzel, bilge, hoş muhabbetine.
Nazlıdır,
Narindir,
Zariftir.
Misafirlikte yük olmayı hiç hazzetmez.
Kısadır misafirliği, fazla eğlenmez,
Sonra gider bilmem hangi meçhule?
Ay şavklı, güneş yüzlü, güleç yüzüyle…
Cem, Bu söylediğim dizeler bana aittir. Bu nağruz çiçekleri beni şair yaptı, gördün mü? Gülümseyerek, bu benim ilk şiirimdir, dedi. Babam, kahkaha atarak, Cem ben bu günü unutmam. Bu gün benim için önemli bir gün. Bu gün seninle birlikte ben çocukluğumu yaşadım ve ben bu gün seninle birlikte Nağruz toplarken şair oldum. Tek şiirlik, şair de olsa” diyerek hem konuşuyor hem de gülüyordu.
Nağruz gibi rüzgâra karşı, “Hey özgürlük!” dercesine…
Yazar: İbrahim Cem DURAK-Abbas DURAK (24.03.2016)
YORUMLAR
İnsanın içini ısıtan ve her çocuğun mutlaka köy yaşantısını yaşaması gerektiğini anlatan güzel bir yazıydı.
Çocukluğuma doğru geri dönmüş heyecanımı hissettirdiniz bana.
Kalpleri hırslarla dolu olmayan bereketli nasıl bir zenginliktir doğa/tabiat ana… ki
Toprakla yıkanmayan ayakların bu yüzden yürekleri hep susuzdur…
Saygıyla