Hayale Kaçış
Bir zamanlar, ülkemin tarım ve çiftçilikle uğraşan insanları erkek çocuklarını ilk mektebe kadar, kız çocuklarını gözü açılmasın diye okutmazlardı. Dar gelirli çiftçilik veya işçilik yapan babalar erkek çocuklarını zanaat öğrenmesi için ustaya, eti senin kemiği benim der, zanaat öğrensin diye meccanen çırak olarak verirlerdi.
Ebelerin Mustafa’nın babasıyla benim babam aynı iş yerinde çalışan maaşlı işçiydiler. Değneklilerin Tırık Mustafa’nın babası, çift atın çektiği fayton sürücüsü, Pıtır Patır’ın babası Cami Kebir civarında turistik bir otelin berberi, Tombul Osman’ın babası büz ve briket imalatçısıydı.
İşçi maaşıyla horantasını geçindirmekte güçlük çektikleri için illaki okumamızı adam olmamızı öğütleyenler babalarımızdı. Çocukluk işte, nereden bilecektik ki, verdikleri öğüdün bir kulağımızdan girip öteki kulağımızdan çıkacağını. Çocuktuk Enerjimizi oyun oynayarak atmak zorundaydık. Tatil günlerinde eski mezarlıkta çeşitli oyunlar oynamak için kudururduk.
Yaz tatilinde, arada bir ailecek yazlık sinemalara gidiyor, bitişik tahta sandalyelerde çekirdek çitleyerek, fakir oğlan zengin kızın nayır nolamazlı kireç badana üzerinde izliyorduk. Bu ailecek sinemaya gidişimiz bizi tatmin etmiyor, ayrıca gündüzleri de sinemaya gitmek için evde biriken hurdaları, hurdacıya satıyor, elde ettiğimiz bir iki lirayla evden habersiz sinemaya gitmek için kayboluyorduk. Ortalıkta görünmediğimiz zamanlar annelerimiz babalarımıza şikâyet edeceklerini söyleyip gözdağı veriyorlardı. Bir daha yapmayacağımıza söz veriyor yine de uslanmayıp sözümüzde durmuyorduk.
Okullar o yıllarda mayıs sonunda kapanıyordu. Kapanır kapanmaz yerli ailelerin bazıları bağa göçüyor, yaz aylarını bağda bağ evinde geçiriyorlardı. Babalarımız günü birlik kendi imkanlarıyla işlerine gidip geliyorlardı.
Sömestri sonun da diğer arkadaşlarım gibi haylazlığımız yüzünden bir kaç dersten ikmale kalmıştım. İkmale kaldığım iki dersin biri İngilizce, diğeri tarih dersiydi. İkisi de başımın belası sevmediğim ezber dersleriydi. Diğer arkadaşlarımda benim gibi ikmale kalmış babaları ceza olsun ders çalışsınlar da akılları başına gelsin diye bağa götürmemişlerdi.
O yaz benim ailem de bağa göçmüş, kursa gidip sınıfını geçsin diye beni diğer arkadaşlarımın babaları gibi şehirde bıraktı. Al şu yüz elli lira İngilizce kurs için, elli lira da ihtiyaçlarını karşılaman için dedi. Beni şehirde bırakıp cezalandırdı. İşte hikaye bundan sonra başladı.
Dershane kayıt memuru, henüz liste çok eksik bir hafta sonra liste dolarsa sizi çağırırız dedi. Oyun daha cazip ya, memurun öyle söylemesi beni mutlu etti tabi. Bu sebeple dershane işini askıya alınmıştı. Böylece ören mezarlıkta oyun oynamaya bolca zamanım olmuştu. Ertesi gün yine eski mezarlığa gittik. Oyunumuzu seyreden bize göre bakımlı ve temiz giyimli, bizden birkaç yaş büyük garson boy bir çocuk, bizimle oynamak istediğini söyledi biz de oyunumuza dahil ettik kısa süre de kaynaştık. Oyuna ara verdiğimizde kimlerden olduğunu nerede okuduğunu sorduk. İlk mektep üçten terk olduğunu, birkaç ay terzi çırağı olarak çalışırken ailesinden habersiz İstanbul’a kaçtığını, Rum bir terzi yanına çırak olarak çalışmaya başladığını, kısa sürede de terzi kalfası olduğunu, askere gidene kadar ora da çalışacağını söyledi. Bir haftalığına izin aldım izin bitiminde döneceğim dedi.
O yaşta çocuğun ballandırarak anlattıkları hani hoşumuza da gitti, onu pür dikkat dinledik. Anlattıkları palavra olsa da etkilenmiş İstanbul hayalimizin yeşermesine de sebep olmuştu. Merkeze yakın bir köyden olduğunu ailesinin çiftçilik ve hayvancılıkla geçindiğini söyledi. Bize göre yöresel şiveyi unutmuş, düzgün İstanbul şivesiyle konuşması bizi mest etmişti. Alnında hafif bir yarası vardı. Nasıl oldu diye sorduğumuzda anneannem ağıl da koyun ve keçilere ot veriyordu. Merak edip sordum, anneanne bu keçilerin kafasına kazıkları kim çaktı diye, demez olaydım. Sen misin diyen, elindeki boş kalburu vuracakmış gibi kaldırınca, sakınınca alnımı ağılda lamba asma direğindeki çivi battı dedi. Patır, sen misin keçilerin kafasındaki kazıkları soran deyince hep beraber gülüştük.
Biz yöremizde anneye, anneanneye, babaanneye ana deriz ya. Anneanne deyince anlamayıp küfür mü sandı ne, bir de bana dönüp, o kafasında kazık olanlar keçi değil, onlara çebiç denir a oğlum. üç gün İstanbul’a gitmekle kendini bey oğlu mu sandın dedi. Ana yüreği işte akan kanı ekmek geveleyip yaranın üzerine koydu başına bağladığı yazmayı yırtıp alnıma sardı. Suçlandığı için keseri elime verip ez hadi başının belası mıhı dedi. Üzülmesin diye mıhı bir güzel ezdim. Hafif atlattığım için durmadan şükredip, dua etti. Dayanamadım onu sıkıca kucaklayıp elini yanağını öptüm dedi.
O Çocuğu bir daha görmedik, akşamları Hacı Ahmet amcanın bakkal dükkanının yanına koyduğu gaz yağı varillerinin üzerinde oturmuş gökyüzünde yıldızları seyrederken, hepimiz gözümüzde İstanbul’un hayalini canlandırıyorduk. Hani denir ya İstanbul’un taşı toprağı altındır diye. O akşam aramıza arada bir takılan Turan isminde bir arkadaşımız da katılmıştı. İstanbul’a her yıl gittiğini abisinin sayesinde İstanbul’u karış karış bildiğini söylüyordu. İstanbul yeşertisi beynimizde yavaş yavaş filizlenmişti adeta. Ertesi gün mezarlıkta kararımızı verdik, bir kaç gün içinde gizliden hazırlıklarımızı tamamladık. Turan, Osman, Değneklerin Mustafa, Ahmet Patır ve ben kişisel eşyalarımızı yanımıza alarak tren istasyondan posta treniyle İstanbul’a hareket ettik. Bakkal Hacı Ahmet amcadan esinlendik galiba ismimizin başına hacı ekleyerek hitap ediyorduk. Yirmi dört saate yakın süren yolculuğumuzun sonunda Haydarpaşa gar merdivenlerinde İstanbul’a ayak basmış ilk kez denizi görmüştük. Gördüğüm manzara rüya gibiydi, hayale kaçış yolunun sonunda gerçeğe ulaştığımıza inandım. Geldiğimiz şehirle kıyaslanamayacak kadar muhteşemdi bu şehir. İlk kez görmüştüm deniz üzerinde karşıdan karşıya yolcu taşıyan arada bir düdüğünü öttüren vapurları, balıkçı kayıklarını, üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martıları.
İki kafadar Haydarpaşa limanından yolcu taşıyan motorlu tekneye bindik. Galata köprüsü hal tarafından tekneden indik Yeni Cami önüne doğru yürüdük. Köprü önünde balık ekmekle bir güzel karnımızı doyurduk. Galata köprüsü altında bulunan çay ocağına gittiğimizde düğüm çözüldü. Turan bir bahane uydurup abisine gitmesinin gerektiğini söyleyince, diğerlerine cesaret verdi. Osman teyzesine, Ebelerin Mustafa amcasına gideceklerini söylediler. Hani öyle konuşmamıştık beraber iş bulup çalışacaktık desek de kavlimizi bozmuşlardı. Yol boyunca harcamış olduğum paraya da ortak olmadılar. Acele vedalaşarak köprü alt yolundan Karaköy istikametine doğru üçü birden gözden kayboldular. Hacı Patır ile baş başa kalmıştık, o bana ben ona bakışa kaldık. İstanbul gibi bir yerde on dört on beş yaşlarında iki çocuktuk. Sora sora Beyoğlu İstiklal Caddesi ve civarlarında otellerde komilik, lokantalarda bulaşıkçılık yapmak için iş aradık. O yıllar da Odakule yoktu galiba, Odakule arkasında bulunan sokaklardan birinde, salaş bir lokanta da on lira günlük yevmiye ile bulaşık ve temizlik işi bulduk. Yatacak yerimiz olmadığı için bir kaç gün iş çıkışında geç saat olmasına rağmen yürüyerek Sirkeci garında sabahladık. Patron durumu öğrenince bizi de yanına alarak lokantanın alt katına götürdü. Bulaşık tezgahı ve erzak deposu yanı, küçük odada bulunan tek kişilik demir somya ve üzerinde kirli pamuk yatağı göstererek, burada beraberce geceleri kalabilirsiniz, ancak dükkan kapandığına sabah açılana kadar dışarı çıkamazsınız, hatırlatmış olayım sakın ateşle oynamayın yangın çıkarsa sizi kimse kurtaramaz dedi.
Lokanta da yattığımız üçüncü günün sabahında salon temizliğini yaptık. Gün aydınlığında şef garson dükkanı açtı, ardından aşçı ile yamağı, öğleye yakın da patron teşrif etti. Öğle yemekleri hazırlanmış, menü servise hazır hale gelmişti. Müşteriler gelmeye başlamış bir müddet sonra tıklım tıklım dolmuştu. Biz bodrum kat da bulaşık yıkamaktan ve nemli havadan dolayı buram buram terlemiştik. Yukarıdan Patron durmadan temiz tabak, çatal, kaşık istiyordu. Birimiz bulaşık yıkıyor diğerimiz yıkanmış olan tabak çatal kaşığı kuruluyordu. Üst üste koyduğumuz yirmiye yakın tabakları kucaklayıp üst kata çıkarıyor salonun arkasında bulunan mutfağa taşıyorduk. İşte ne olduysa o üçüncü günün öğlen servisinde oldu. Kucağında ki tabaklarla merdiveni çıkarken nasıl olduysa Patır’ın ayağı kayıp sendeleyince tabaklarla birlikte merdivenden aşağı yuvarlandık. Patron aşağı indiğinde porselen tabakların tamamının kırıldığını görünce hak etmiş olduğumuz yevmiyelerimizi de vermeyip yol gösterdi.
Yine Sirkeci Garına düşmüştük, o gecenin sabahında her tarafımız tutulmuş haldeydik, paramız bir kaç gün idare edecek kadar kalmıştı. Aslında elimizdeki parayla memlekete dönebilirdik. Zaten İş aramaya çalışmaya ne cesaretimiz ne de mecalimiz kalmamıştı.
Patır, o ana kadar hiç bahsetmediği dayısından bahsetti. Küçükçekmece de oturduğunu duymuştum, gitsek acaba bizi kabul eder mi ki dedi. Sen dayını tanımıyormusun dedim. Öz dayım ama annem vefat ettikten sonra bizi hiç aramadı. Geçen sene ailecek köye geldiklerinde görmüştüm bizimle pek ilgilenmemişti. Onun için baştan beri cesaret edemediğimden için sana hiç bahsetmedim Hacı Mahir dedi.
Garda birilerine sorduk Küçükçekmece’ye nasıl gideriz diye. Biletimizi aldık yedi sekiz durak sonra Küçükçekmece Kanarya İstasyonundaydık. İstasyon yakınında bir banka oturduk, Patır adresi hatırlayamıyordu sadece dayısının kooperatif evlerinde oturduğunu duymuştu. O yıllarda Küçükçekmece çok bakirdi. Birilerine sorduğumuzda burada başka bir kooperatif evleri sadece karşı yamaçta görünen tek katlı bahçeli evler dediler. Yamaca doğru yürüdük evlerden birinden çıkan birine, dayısının ismini verip burada böyle biri oturuyor mu diye sorduk. Evet, bakın şu sarı boyalı evde oturuyor dedi sorduğumuz kişi. Çok kolay hedefimize ulaşmıştık evin bahçe kapısına geldiğimizde, Patır kapıyı çalıp dayı biz geldik demeye cesaret edemiyordu. Cesaretlenmesi için kuytu bir kenara çekilip cesaretlenmesini bekledik.
Kendini hazır hissettiğinde kapıya yönelip zili çaldı, kapıyı bizden birkaç yaş küçük adının Hasan olduğunu söylediği dayısının oğlu açtı. Hasan, Ahmet abi hoş geldin dedi. Patır, dayım evdeyse çağırırmısın Hasan. Babam ile analığım dün memlekete gittiler abi. Ne! analığın mı. Evet, abi babam ile annem geçen sene köyden döndükten sonra tartıştılar zaten hiç anlaşamıyorlardı fırsat bilip boşandılar. Babam, tartışmaya sebep olan kadını, anamı boşar boşamaz eve getirdi. Bana, bundan böyle anan olur sakın üzeyim deme bozuşuruz dedi. Dün de memlekete tanıştırmaya götürdü analığımı.
Biz de çocuktuk o çocuğun sıkıntısı başka bizim sıkıntımız başkaydı. Evde çocuktan başka kimsenin olmaması işimizi kolaylaştırmıştı. Salon oturma odası gibi döşenmişti, L şeklinde döşek serili ahşap sedir, önüne konulmuş muşamba örtülü ahşap masa vardı. Sedirde yatabilirdik, zaten kaldığımız sürece eşyalarımızı yastık yapıp üstümüzü çıkartmadan sedirde yattık. Salonun bitişiğinde mutfakta bazen yağda yumurta, çoğu zaman tezgâh üzerinde beşer kiloluk cam kavanozlarda biri çilek diğeri vişne reçeliyle öğün geçirdik. Fırın yakındı paramızı sadece ekmeğe harcıyorduk. Üç öğün reçel ekmek arada bir yağda yumurta ile besleniyorduk. Gündüzleri göl kenarı çok tenha oluyor, iç çamaşırımızla gölde yıkanıyor, kıyıda güneşleniyorduk. Bu böyle on güne yakın devam etti. Ta ki Hasan ben analığıma ne derim kavanozlarda reçeller bitiş dediği son güne kadar.
Patır’ın dayısının dönüşünün yaklaşmış olması, paramızın suyunu çekmesi nedenleriyle geri dönmemek üzere apar topar evden çıktık. Son paramızla banliyö trenine binip yine Sirkeci’ye döndük. Yeni cami önündeki çeşmede yüzümüzü yıkayıp suyumuzu içtik. Patır tesadüfen Mısır Çarşısı girişinde oyuncak satan okuldan bir arkadaşını gördü. Dönüş paramızın kalmadığını kolumda ki saati satmak zorundayız alır mıydınız diye sordum. Biraz ileride Tahtakale de bitpazarı kuruluyor orada satarsınız dedi. Teşekkür edip o yöne doğru yürüdük. Saatimi el çantamda bulunan kazak gömlek ayakkabı, ne varsa hepsini satarak otuz beş lira elde ettim. Ama yetmezdi zira üçer liradan altı lira karşıya geçmek için yolcu teknesine, bir kişi üçüncü mevki tren bileti için yirmi üç liradan kırk altı lira toplam elli iki artı yol masrafımız için daha çok paraya ihtiyacımız vardı.
Bende satacak bir şey kalmamıştı, illa ki o tamamlayıcı paraya ihtiyacımız vardı. Gözüm Patır’ın sırtında babası Mustafa amcanın aldığı yeni deri monta takılmıştı. Ahmet montunu satarsak paramızı denkleştirebiliriz dedim. Satamam babam beni öldürür dedi. Zor ikna oldu sonun da. Kırk liraya montu satıp yolcu teknesine koştuk. Cebimizde yetmiş beş lira paramız vardı. Haydarpaşa garına geldiğimizde biletimizi aldık. Elli iki liramız gitmiş yirmi üç liramız kalmıştı. Tren saat yirmi dörtte kalkacaktı vakit henüz ikindi vaktiydi. Öğle ve akşam yemeği için simit poğaça üçgen peynir derken on lira daha harcamıştık. Trenin kalkmasına yakın dört ekmek aldık, hareket ettiğimizde on liramız kalmıştı. Eskişehir’de ekmeğimiz bitti. Ankara garına kadar aç susuz durduk, son paramıza da yettiği kadar yiyecek aldık. Yerköy istasyonuna geldiğimizde ne yiyeceğimiz ne paramız kalmamış, üstüne üstlük tren üç saat rötar yapmıştı. Patır açlığa dayanamıyor kıvranıyordu. Çantamı karıştırırken ön gözünde çok amaçlı babama ait bıçağı buldum. Kompartımanda beraber seyahat ettiğimiz Kars yolcusu pala bıyıklı birine on beş liraya satıp tren içerisinde satış yapanlardan üç adet çörek aldım. Artan paramızı Ucu ucuna denk düşürerek evimize dönmüştük.
Tabi ki hayatımızın normale dönüşü pek kolay olmadı. Evden hayal kaçışımızın karşılığını yediğimiz dayak ve hak ettiğimiz cezayla ödemiştik. O yıl ikmalimi veremeyip sınıfta kalmıştım. Yıllar su gibi akıp gitmişti. Patır sanırım liseyi birden terk vatani görevi için asker olmuş, ben yüksek tahsil için Ankara’ya gitmiştim. Sömestri tatillerin de memlekete gittiğimde arkadaşlarımla görüşüyor eski günlerimizi yad ediyorduk. Patır askerliğini ifa etmiş eski sanayide merdiven altı oto elektrik dükkanı açmıştı. Ya hu sen elektrikten ne anlarsın dedim, Hacım, askerde kademe çavuşuydum orada öğrendim demişti.
Ben okulumu bitirmiş evlenmiş barklanmıştım. Bu arada patır da benim gibi evlenip çoluk çocuğa karışmıştı. Yeni sanayi de dükkân açtığını akü imalatı yaptığını biraderlerimden öğrendim. Büyükçe bir dükkân da işçileriyle çalışırken buldum. Nasıl zıpladın bu işe hacım dedim, sorma hacım dedi. İstanbul bağlantılı çalışıyorum, plakalarını, kutusunu siparişle getirtiyorum, plakaları kutusuna yerleştiriyor üzerini ziftleyip suyunu koyuyorum hepsi bu Hacım dedi.
Kırk beşli yaşlarımıza gelmiştik. Yine memleket ziyaretimde kardeşim Recai, abi Ahmet abi Fabrika kurdu Türkiye’nin her tarafına akü gönderiyor maşallah dedi. Biladerimle beraber Fabrikasında görmek için ziyaretine gittik. Sekreteri randevumuzun olup olmadığını sordu. Randevumuz yok ziyaretine gelmiştik dedim. Ahmet Bey şu anda yurt dışı bağlantısı için yönetim toplantısın da dedi. Peki, biz sonra uğrarız selamımızı söyleyin dedim. Notumu aldım efendim bildireceğim efendim dedi. İyi günler dileyip binadan çıkıp ota parka doğru yürüyorduk. Bir ses duydum dönüp baktığımda parçalanırcasına koşarak bize doğru geliyordu. Hacım beni görmeden nereye gidiyorsun. Haydi yukarı odama çıkalım dedi. Muhteşem dizayn edilmiş odasında bize ikramlarda bulundu. Bir zamanların o hayal kaçışını konuşup gülüştük. Aniden telefonunun ahizesini aldırdı tebessümle kızım, Hasan bey acil bana uğrasın dedi. Bir müddet sonra sekreter içeri girip Hasan Bey geldiler efendim, al içeri kızım dedi Ahmet Bey. Hasan Bey başıyla selamlayarak buyurun Ahmet Bey beni istemişiniz dedi. Hasan Bey şirketimizin genel müdürü tanıştırayım istedim Mahir Bey dedi. Memnun olduğumuzu bildirdik.
Ahmet Bey, Hasan Bey, Mahir beyi tanıyor musun diye sordu. Özür dilerim tanıyamadım efendim dedi. Nasıl tanımazsın oğlum o senin bir ton dayak yemene sebep olan iki kavanoz reçeli tüketen Hacı Mahir abin şimdi tanıdın mı dedi. Hasan bey hayretle beni izliyor, vay be abi o günler iyisiyle kötüsüyle ne güzel günlerdi dedi.
Ellili yaşlarımda yine memleket ziyaretimde Sahabiye mahallemizin içinden geçen hava ikmal e giden servis tren hattına paralel yolda son kez karşılaşmıştık. Birkaç yıl sonra da genç yaşta hakkın rahmetine kavuştuğunu öğrendim. O saf temiz çalışkan yaratıcı arkadaşımın, yöresel şivemizle Hacı Mayir ‘’Hayale Gaçış Olmadan Başarıya Varış Olmuyor’’ dediğini hiç unutamadım. 030421 mcicek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.