- 333 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞAİR HÜSEYİN PEKER'LE SÖYLEŞİ
“Her insan birbirine dikenli çalı…”
Şair Hüseyin Peker’le şiir, edebiyat, acılar ve insanlar üzerine söyleşi
Rıfat Mertoğlu, şair Hüseyin Peker’le konuştu.
O, bir şair, yaşamı şiirlerle çevrili. Kasırgalarla devinen ruhu, şiirle yetinmiyor, öyküler, romanlar da yazıyor. İzmir’de yaşıyor şair, yalnızlığın, acıların, uçarı bir yaşamın yorgun gönüllüsü. Ben onu ortaçağ sofilerine benzetiyorum, kalabalıklar içinde alıp başını kuytuluklara çekilen, yalnız kalmayı seven, şiire ve yazıya yakın olmak için inzivaya çekilen bir çilekeş o.Şiirlerinde iyi ve kötüyü, karanlıkla aydınlığı, sevinçle hüznü, mutlulukla kahrı, ölümle yaşamı yine bir sofi sabrıyla işliyor. Halktan biri, halkın ve gerçek yaşamın içinden biri Hüseyin Peker..
Yayınlanmış kitapları; Eli Torbalı Adam, Benden Sana Yamalı, Dilsiz Tekneci, Buyrun Arayın, Beni Oyuna Kaldır, Toz Bile Değilken, Hasır Lokantası, Ateşin Zilleri, Engelsiz, Tek Vuruş, Rüzgarlı Ceket, Yazıcı Ya Da Bir Yol Romanı, İnsan arkadaşınındır, Yer Bezinden Bu Köle, İzmirli, Günü gelmeden Taburcu
1- “İyi şiir, mutlaka yazılan şiirden fark yaratan, özellikleriyle ayırt edilen bir şair tarafından yaratılandır,” diyorsunuz bir söyleşide. Her şairin kendine özgü bir sesi var, bir melodisi var. Mesela sizin bir dizenizi okusam, orada isminiz yazılı olmasa bile, “Tamam, bu Peker’in şiiridir,” diyebiliyorsam, özgün şiir yaratılmıştır. Şairin kendine özgü bu sesi yakalayabilmesi kolay mıdır? Neler yapmalı?
Kendine özgü ses’ten önce kendine özgü bir dünyaya çakılmak.
Bakıştan söz ediyorum. İnsanın kendi bakışını yönetir hale gelmesi..
Başka bir deyişle: kendinin yönetmeni... Önce bu aşamalarda,
kendimizden emin hale gelmemiz şart. Şöyle ki, herhangi bir dünya
olayı karşısında çeki düzen verdiğimiz bir kendimiz var.
Baktığımız, güldüğümüz, bazen de sevdiğimiz etkilendiğimiz
bir dünya yarısı. Biz hep kendimize kapılır gideriz. Onu yönetmek
işte. Nerdesin Hüseyin? Buradayım masalları. Gelelim buradan ses’e.
Ses bunun arkasından gelir. Bakmışsınız ki içiniz konuşuyor.
Hem de anlamadığınız bir türden. Kendi sesinizle buluşma hikâyesi.
Şimdi buraya kadar dediklerimden de anlamışsınızdır. İçimizde
her yakamızı yönetmeye hazır on çeşit eleman yaşar. Biz bir kişi
değiliz ki! ... Çoğaldık, seneleri birbirine eklerken…
2- “Samuel Backett gibi bir dağın başında tek başına yaşayan bir insanım. Acı çekmekten hoşlanan bir insanım. Yalnızlığı ve acı çekmeyi seviyorum,” diyen bir şairsiniz. Şiirleriniz ve romanlarınız da hayatın içinden. Şiir, yaşadıklarınızdan ne kadar etkileniyor, yazmak için mi acı çekiyorsunuz?
Acı çekmekten hoşlanan bireyleriz. Zaten neşelenmeye vakit de yok.
O kadar güldüğümüze bakmayın. İçimiz kan ağlıyor. İnsan her şeyi
başarmış görünmeyi seviyor. Aslında çoğunu başaramaz. Bu iş
haz’la da ilgili, en çok doyuma uğradığı an da bakar ki, yarın atlatılmış
bir durumla karşı karşıya. Biz yarım bırakmışların efendisiyiz. Hep
yarım bırakırız, tamamlandı sanırlar.
Acıya gelince, tüm bunlardan acı’lar doğar. Kırmızı biber acıları,
hayalden acılar. Aramızda usta kalmadı. Acı çekmek için önce
inanmak gerekir; acının bize tat verdiğine. Niye yalnız kalmak
ister insan? Yaşadıklarını özümlemek durumundadır. Ben hep
isyan eden biriyim. Acı çekmekten yana alınmış rütbelerim var desem.
3- Toplum sürekli değişim içinde… Edebiyatımız da öyle, Osmanlı’daki aruz vezninden, geleneksel şiire, gelenekselden modern şiire uzanan yolculukta birçok akım edebiyatta etkili olmuştur. Günümüz şairlerinin çoğunun izleği olan ve Çağdaş Türk Şiirinin en son ve en özgün atılımı olarak kabul edilen İkinci Yeniciler Akımının etkisi şiirimize damgasını vurmuş durumda. Bu bağlamda şiirimiz denizine akarken, kendine uygun nehri oluşturabilmiş mi? Şairle, geçmişi arasındaki ilişki nasıl olmalı?
Şair gençliğinde ilk başta gelenek karşısında tökezler,
aldığı eğitim edebiyat bağlantılıysa, dolaylı olarak
aruz, hece, divan edebiyatı koşulları arasında yeşerir.
Oradan kaynak alıp sadeleşme yoluna girecektir.
Ama sokaktan yetişme bir gençse, ilk ittireceği şey,
geleneğin tozlu yolları. Bir çeşit başkaldırma yaşar
geçmiş şiir yaşantısıyla arasında. Kelimeleri, anlatımı;
sil baştan yeniden anlamaya koyulur. Zaten yeraltı
edebiyatının doğuşunda biraz yoksulluk, kültür
düşmanlığı sorunu da yatar. Yerlere yatmayı sever
şair. Farklı maddeler kullanmayı. Onları çağrışım
aracı olarak kullanmayı. Ben şairin gelenek bağı
arasında yaşadığı geçmişini bir şekilde olgun
şair haline dönüştükçe aşacağını ummaktayım.
Geleneksel çizgiye sonradan dönüş yapması şairin
biraz bundan. Yaş, şiirin bildik ölçüsüdür.
4- Edebiyat dünyasında bazı çıkar ilişkileri mevcut, bu beni de zaman zaman rahatsız ediyor. Dayanışmadan ziyade kıskançlıklar, dedikodular, çekemezlikler, adam kayırmalar, hem şairler yazarlar, hem de yayınevleri arasında maalesef görülüyor. “Cağaloğlu” isimli şiirinizde bu konudaki siteminizi üzülerek okudum. Özellikle İstanbul’da yaşayan yazar-şairler, diğerlerini ‘Taşralı’ diye niteliyor. Bu anlayış üretkenliğinizi etkiliyor mu?
İnsan da, vahşi hayvan genlerinden aldığı
özellikler sayesinde, türlü kötü huyları bünyesinde
çoğaltır. Her ne kadar bunları törpülemeye, şekil
vermeye çalışsa da, eninde sonunda birbirine zarar
veren; insanlık dışı hislerle benzersiz sıkıntılar
yaşatan hale dönüşür. Kıskanır, dövüşür, yolunu keser,
alaşağı eder. Kavgaysa kavga, çelmeyse çelme.
Sevdikleriyle arayı açar, bazen de tersi olur.
Sevdikleriyle arayı kapar. Söz ettiğiniz gibi ’taşralı’
olma kavramı da bu parçalardan biri. İlkel
duygularla İstanbul ana merkezde olmanın
rahatlığıyla her şeyi elinde sanan bir ağabey
kitleyle yarışmak durumundadır yaratıcı. Onlar
da bu üstünlük varken, onun sadece eldeki üstün
performans haricinde çekilmiş kılıcı yoktur.
Gücüne güveniyorsa yer edinir. Öte bir durum
içine girerse, haliç ve boğazın akıntısında boğulur.
5- “insanlar bir dikenli çalı / yangın çıkarmayı sever, ateşi eksildiğinde,” diyorsunuz “Bozgun Tohumları” isimli şiirinizde. İnsanlar gerçekten, çıkarları bittiğinde yangın çıkarmaya meyilli midir? İnsana bakış açınızı öğrenmek isterim.
Ben Avrupa’yı gezmeye yola çıktığımda iki şeyle karşılaştım.
Avrupa çok kalabalık ülkelerle dolu değil. Bulgaristan’da
otobüsle git git, bir köyle bile karşılaşmıyor. Sonra doğa da
tüm batıda disiplin çerçevesinde kırpılmış, şekillendirilmiş.
Rasgele büyümeye bırakılmış bir çalı çırpı veya bir ağaç
bile bulmazsınız. Köy deseniz bizdeki gibi adım başı bir topluluk
bulamazsınız. Kısaca ülkemiz dizginlenmemiş bir kalabalıkla
örülü. Bu da her çeşit insanın çoğalması, yeni biçimlerle
karşımıza dikilmesini getiriyor. Çünkü ne üremede, ne de şekil
vermede denetim yok. ’İnsanlar bir dikenli çalı’ derken bunu
kastediyorum. Yöremizde birbirine kötülük yapmak isteyen
oranı neredeyse yarı yarıya. Birincil sebebi açlık ve yoksulluk
sınırında. İşsiz ve sana özenir durumda. Adalet açısında dengesiz
farklılıklar süzgecinde yüzüyor, sende var, onda yok. Onda var,
sende yok. Tabi yolunuzu kesecek, kendinden gücü yoksun karşı
cinse vahşet yapacak. Önce nüfus denetimi gerekli. O olmadan
her insan birbirine dikenli çalı.
6- “Bir çay getir, koyu renk / İki kesme şekerin biri kalsın / Biri beni alsın /
Batırsın poker kâğıdına…” Dizelerinizde gerçek yaşamdan bir öykü saklı. Öykünün şiirinizdeki yeri nedir? Şiirlerinizin birer öyküsü var mıdır? Ya da şöyle sorayım, İnsan yaşadığı hayatın dışında yazabilir mi?
Şiirle öykü zaten kardeş. İkisi de kısıtlamalı bir dille çoğalıyor.
Hep atarak. Öykünün romandan farkı, onu şiire yaklaştırıyor.
Küçük bir alana büyük duyguları sığdıracaksınız. Öykü bu
yüzden fazlalık barındırmıyor. Şiir de zaten yapısı gereği
sözcüklerin budanarak, en tortu biçimde ortaya konuşu.
Dilin pür hali ikisi de.
Şimdi şiirde öykü, öyküde şiir meselesine gelince. Her şiirin
bir öyküsü olmalı bence. Bu şairin içinden geçmeli öncelikle.
Demek istediğim narrative (anlatımcı) bir koşul taşıması
değil şiirin. Yazılma sebebinden söz ediyorum. Şiirin
çoğaltma sebebinin bulunup onu, çeşitli ayrışımlarla
kağıda taşıma hali ve bunu bir bütünlük halinde sunma
modu; ister istemez bir öykü düşündürüyor okura da,
yazana da. Bunu şair ne kadar saklarsa, okur da bunu
dize aralarında, o kadar bulma üstünlüğüne erişiyor.
Şiirde öykü biraz da anlatılacak olayın dışına taşmamakla
ilgili. Örnekse Edip Cansever, ’Masa da masaymış ha’
şiirinde baştan başlayıp sonda masayla bitiriyor. Sezai
Karakoç, ’Balkon’ şiirinde ’Çocuk düşerse ölür, çünkü
balkon ölümün cesur körfezidir evlerde’ diyor. Sonuna
kadar balkon’un tarifi içindeyiz şiirde.
7- Ülkemizde şiir ve şair bolluğu var, Aziz Nesin bir zamanlar ’Bizde her üç kişiden dördü şairdir,’ demişti kinayeli bir şekilde. Birçok kişi şiir yazıyor ama buna karşılık şiir kitaplarının okunmadığından şikâyet ediyoruz. Şair ve şiir çokluğu hakkında neler söylemek istersiniz?
Evet, şikâyet olarak söylemiyorum ama çok şiir yazan var.
Hatta her geçen gün daha da çoğalıyor. Bu daha titiz
şiir üretenleri etkiliyor mu ayırt edemem ama , kolay
şiir yazanlar da eksilmiyor. Herkes kendi çizgisinde
bir şeyler üretme çabasında. Ve yazdıklarından memnun.
Bunun bir yanını onaylamak mümkün değil ama kimseye
sen şiir yazma diyemezsiniz. Okur olarak ayırdını yapmak
en iyisi. Bir de şiir yazanlara ’şiir eğitimi’ için yollar
gösterme, ki atölye çalışmaları. Hatta ödüllerin bu konuda
faydası var sanıyorum. Ödül alan yapıtların okunması
örnek yapıt kavramı oluşturuyor genç şairde.
8- Şiiriniz, Türkiye’de hatırı sayılır bir yerde duruyor. İyi bir şair olarak anılıyorsunuz, aynı zamanda öykü ve romanlar da yazıyorsunuz. Şiirden düzyazıya geçmek nasıl bir duygu? Şiir yetersiz mi kalıyor?
Kalıcı olmak, bu koşullarda İkinci Yeni’den sonra, daha da
zorlaştı kanımca. Biraz da o dönemin ustaları kadar kalın
çizgiler koyan şairler yetişmiyor nedense. Belki birkaç hatırda
kalan şiir yeterli olacak bundan sonraki döneme. ’bugün de
ölmedim anne’ diyen Ahmet Erhan’ın, belki daha başkalarının
şiirleriyle anılması sağlanacak. Öyküye geçiş sorununu da
ne güzel anlatmışsınız. Yetmiyor bu alan. Hatta öykü de yetmiyor,
roman yazarak daha geniş perspektiften bakacağınız inancı
yeşeriyor usunuzda. Acaba diyorsunuz, Orhan Pamuk’un
’Kafamda Bir Tuhaflık’ la anlatmak istediği şey bu mu?
Öykü ve romana, kısaca düz yazıya (hatta deneme, eleştiri)
çalışmalarına da geçişi insanın; biraz da gözlem gücüyle ilgili.
Mehmet Güreli, Ercan Kesal gibi sinemaya geçenler de var.
Sezen Aksu gibi şiir koşturup müzikle de içini dökenler var.
Gözlem gücünü boşa atmayın.
9- Yazma sürecinizden biraz bahsetmek ister misiniz? Şiiri veya romanı hangi koşullarda yazıyorsunuz? Yazarken bilgisayar mı, kâğıt mı kullanıyorsunuz? Teknoloji ile aranız nasıl?
Yazma işi biraz da yazarın gerildiği bir süreç. O yüzden
kendini rahatsız etmekten her türlü kaçınacağı bir ortamda
olması gerekli. Kısaca yalnız olacak. Kapı çalınmayacak,
beklenen biri olmayacak. (telefon, randevu, kısaca her türlü
takıntı)
Ben kâğıt üzerine, sert yazmayan bir kalemle; baskı yaratmayan
bir biçimde yazıp, bilgisayarda temize çekerken düzeltmeler
yapıyorum. Mutlak yalnız olmak koşulum. Bir de pencereden
doğa veya şehir görülmeli, gürültüsüz olarak. Çamlar, dinlendirici
oluyor örneğin, deniz vs. Bazen müzik de beni çoğaltıyor.
Teknolojiyi görmezden geliyoruz. Cep telefonum tuşlu hala.
Zaman çalan her şeyden uzağım. Bir de beni erken yaşlandıran.
10- Edebiyat dergileri şairleri ne kadar motive ediyor? İyi bir edebiyat dergisi nasıl olmalıdır?
Edebiyat dergilerini ürün dergileri olarak çıkartmak gibi
bir alışkanlığımız var. Oysa bir görüş
ışığı etrafında yazınsal veya toplumsal bir görüşe
hizmet eden bir topluluğun yakın görüşleri çoğaltan
buluşmalarına daha çok gereksinim var. Örneğin 1970’li
yıllarda Hüseyin Cöntürk eleştirmenimiz bizi
‘Yordam’ dergisi etrafında toplamıştı. Ve her birimizde bir
ürün bir de denemesel eleştiri yazıları karşılığında
bir yayın süreci getiriyordu. Yani yapıtını yayınlamak isteyen
bir deneme yazısıyla beraber gelmek zorundaydı. Buna uyduk.
Sonuç o yazıları oluşturmak için, şair ve yazar üzerine çalışıp
bir tomar kitap okuyorduk. Çalışkanlık oluşturmuştuk bir,
öğrenme sığamız genişlemişti iki. Üçüncüsü de bir ’eleştirme kuşağı’
oluşturmaya başlamıştık.
Kısaca dergi, sadece ürünlerin üst üste yığıldığı bir ambar görevi
üstlenmemeli. Bir görüş ışığı halinde buluşma hizmetine
dönüştürülmeli.
11- Bu güzel söyleşide verdiğiniz samimi cevaplar için sonsuz teşekkürler Hüseyin Peker.
Her şey için ben teşekkür ederim Rıfat Mertoğlu. Zihnine sağlık.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.