KIZIL VE LÂL
Sessizdi, doğuştan sessiz. Onun sessizliği diğerlerine benzemiyordu. O bir boynunu bükerdi sağ omzunun üstüne. Dağ taş ağlamasın diye mendil uzatacak sanırdım. Bir tek biz değil dünya bilirdi onun ne menem sulugöz olduğunu. Tüm sırlarını içine saklayan volkanik bir dağmış meğer kimse bilmezmiş. Sarıydı benzi, sonbahar yaprak sarısı, ayaz vurmuş çatlak dudaklarına bozlak dedirtecek, çapar sarı.
Köyde yetişmenin verdiği çekingenlik hâlâ üzerine yapışmış fistan gibi duruyor. Karşısındaki okumuşsa, hele bir de kendisinin aksine şehirli ise vay haline. Sukütu kefen niyetine giyer artık. Şehirli konuşur, o susar. Okumuş konuşur, o susar.Kızı konuşur o susar, Kocası konuşur (tam onun aksi, matrak, kahkahası bol, ağzına geleni konuşan, gamsız, uzun, upuzun kasketli bir adam.Celâl adı. ) o susar. Onun adı Hanife. Sünepe Hanife! derlermiş çocukken yine susarmış. Lâl kız derlermiş susarmış. Sarıkız derlermiş susarmış.Çapar derlermiş susarmış. biz konuştuk o yine sustu. Nişanlıydım. Akraba gezmesinin iki önemli kapısından biri teyze kapısı diğeri hala. O diğerlerine benzemez bambaşka bir hala. Biz konuştuk o tebessüm etti sadece. Sustu ve tebessüm etti. Teni ile aynı renk dişleri göründü belli belirsiz. Gün yangını ile iyice çaparlanmış yüzündeki çatlak dudakları yine kapandı. Diğer kızkardeşlerine benzemezdi. Mesela kimse onun gibi sarı tende sarıya çalan açık kahve göze sahip değildi. Yok yok neredeyse sütlü kahve gözleri. Sütlü kahve demişken kahvesi yokmuş, bir tek ineğinden sabah sağdığı süt kuzineli sobada fokurduyordu. Kahve olaydı dedi...yutkundu. Çocuğu yaşındaydık. Hocam dedi nişanlıma. Bana hep guzum. Değiştirmedi guzumu yine. Çok şükür. Değişmiş bulmadı demek ki beni. Yine kıvırcık guzusuydum ben onun. Sıcak sütün yanında tereyağ ve pıtmıt. Bal gibi yedik. Habersiz gelmiştik daha ne olsun. Köy evi işte. Köy hali. Biz yiyip içmeye değil,seni görmeye, tanımaya, tanıştırmaya geldik dedik. İkram ettiklerini, O baktı biz yedik. Ne dedik, ne diyemedik bilmem. Bir kaç tebessüm eden yüzü kâr oldu bize. "Gözüm yeşil aslında" dedi bir ara. Gençlikten, güzellikten bahis açılmıştı. "Benzim sarıya çaldığı için böyle gözüküyor". Kısık sesi de aynı tavrı gibi çekingendi. Dedim ya, diğer kardeşleri gibi - laf aramızda bağırtlak ve çenebaz değildi. Bir bakışı vardı sütlü kahve gözleri ile sonbahar yağmurları tüm yükünü gözlerinden almış sanırdım.
En son düğünümde gördüm onu.
Tüm mazlumluğu üzerindeydi yine.
Yine bir şey söyleyemedi. Yine hep aynı tebessümle boynunu eğdi. "Evlenip de ne yapacaksın" der gibiydi."evlenenlerin başı göğe mi erdi sanki" der gibi baktı sütlü kahve gözleri.
"Gendiğe muhâyet ol" dedi omzuna dokundu belli belirsiz.
Soğuktan üstleri çatlamış elleri anlardım da yazın ayası çatlamış ellerin de olabileceğini anlamazdım. Meğer her sabah serinliğinde ot yolarmış biricik ineğine. Ondanmış bu el ayasındaki yarıklar mahçup oldu öpmek icin uzandığımda. Bir garip hâl aldı ki gözümün önünden hiç gitmez.
Öpmek de ısrar ettim. Yakama iliştirdiği çeyrek altına "az ama kusurumuza bakma, gönül neler istiyor da" dedi. Ondan duyduğum belki de en uzun cümle idi bu.
Canın sağolsun halam dedim. Varlığın yeter. Geldin ya. Gördüm ya. (Bu da mümkün olmayabilirdi öyle ya. Bir Celâl vardı başında. Adı Celâl kendi Celâl. )
Canın sağolsun halam demeye kalmadı. Yaş bu kadar mı hazır olur bir gözde yahu! Damlası çatlamış ellerini tuttuğum elime düştü. Ağlama dedim. Beni de ağlatacaksın. " Sakın" dedi "sakın. "
"Gelin kısmı düğününde ağlarsa ömrünce ağlarmış, sen bakma bana" "sen gül, hep gül. Allah seni hep güldürsün" "Hemi bahsana sen istediğine varıyon, bize soran bile olmadı guzummmm" Köy yeri işte. Dağda yetiştiysen gidersin yine bir dağlıya. Köy evi çevirmek şeherlinin bilece iş deel, aman guzuuum hayde get sen . Oynamağa,eglenmege bah " dedi savdı beni yanından.
Oynadım oynamasına, belki gerdan da kırdım karşısında. Kendi düğününde oynamasan ayıplarlar adamı. Köyde değildik ama şehirli hiç değildik oysa. Onun tarafına bir daha bakamadım ama göz ucuyla takipteyim. Sütlü kahve gözleri çoktan kızıl olmuştu sarı benzinin al al oluşundan anladım. İçten cepli yaptığı eski örgü yeleğinin basma çiçekli kumaştan sonradan yapılan gizli cebinden çıkardığı buruşuk beyaz tülbentten o kendiyle özleşen mendili ile gözünü yüzünü silerken yakaladım. Yüzünü, yanındakiyle konuşuyormuş gibi çevirdi. Her gözüm ona takıldığında bedenim oynarken içimde depremler oluyordu. Benim depremimde (düğünümde) halam göçükte kalmış gibiydi.
Nerden bilebilirdim o göçükten sağ çıkamayacağını.
Çok geçmedi bir haber aldım. Dağ adamından dayak yemiş içerlemiş. Mevzu düğün takısı imiş (öyle diyorlar)
Çocuklarına son bir kaç gününde " ölürken Allah ne dememizi isterdi" "kelime-i şehadet" demişler. Yazdırmış bir kağıda . Arapça bilmezdi. Dili dualıydı ama okula üçe kadar gitmiş. Çok aklında kalmamış. Zor bela okurdu düz yazıyı da.
Kendisinden sonra görüp de üzülmesinler diye abdest aldığı banyo kazanında yakmış tüm pılısını, pırtısını.
Sabah ezanı okunmadan koyulmuş yola, kendi gibi sessiz sedasız adımlarla. Düğüne gider gibi giymiş mavi şehirlik naylon ayakkabısını.
Çorabının ve pratiğinin yanında bir taşın kenarında bulmuşlar.
"Ararken zorlanmasınlar, girdiğim yer belli olsun diye mi koydun bunları buraya gardaş" diye ağlayarak yürümüş babam Celal eniştesinin üstüne.
Halamın kıpkızıl bir ırmağa sessiz sedasız yürüdüğü gibi değilmiş artık hiçbir yürüyüş.
Tıpkı sütlü kahve gözlü halamın diğer halalarıma benzemediği gibi.
Kızıl kızıl akan ırmak bula bula kendi celalli akışına hiç benzemeyen lâl halamı bulmuş koynuna alacak.
Kimbilir belki de ilk kez kendi bir seçim yapmak istemiş.
Rabbim bağışlasın.
Ülkü Kara.
2 Nisan 2021
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.