- 726 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
ANILARDAN BİR YAPRAK
İlkokula başladığım tarihi kesin olarak bilemiyorum.
Hatırladığım birkaç şey;
ayağımda "gizlavet kara lastik" arkası yırtık bir ayakkabı,
elli kiloluk şeker torbasından bozma uçkurlu bir tuman (don)
sırtımda ise aynı şeker torbasından artan bezlerden anamın singer dikiş makinasında dikilmiş bir kolçak saku vardı.
İlkokul önlüğü yok yani.
Dedem elimden tuttu ve beni köyümüzdeki ilkokula getirdi.
Dedem;
-Selamun aleyküm muallim efendi.
- Oooo.. Ve aleyne aleykümeselam Ahmet emmi, hoş geldin.
-Hoş buldum muallim bey, torun balayı getirdim, "eti senin kemiği benim."
İçim bir tuhaf olmuş, tüylerim diken dikendi, ne demekti bu "eti senin kemiği benim" muallim derimi yüzüp kemiğimi dedeme niye verecekti ki?
Muallim etimi ne yapacaktı?
O ara donumdan paçalarıma doğru, oradan da kara lastik ayakkabımın içine sıcacık birşey akmıştı.
Muallimle dedem aralarında konuşurken gözüm kapıya takıldı.
Bir anda açık kapıdan dışarı sıvıştım. Doğru eve.
Ebeme varıp sarıldım, başladım ağlamaya.
Olayı ebeme anlattım.
Ebem beni bağrına bastı, donumu çıkartıp küllü suya attı.
Beni de kil topraklı suyla yıkadı,giyindirdi ve yatağa yatırdı.
Lakin uyku nerdeee.. Yatağa "C" gibi kıvrıldım, yorganı tepeme çektim, tir tir titriyorum.
O ara dedem bir hışımla içeri girdi ve;
-Nerde o göbel oğlu göbel Arife? dedi.
- Amaaan herif, iş mi senin yaptığın, çocuk kısmına "eti senin kemiği benim." denir mi?
Çocuk bu çocuk!!! nerden bilsin, "keseceksiniz sanmış çocukcaaaz"
Korkup kaçmış işte.
Dedem yanıma geldi, yorganı kaldırdı, gülümseyerek başımı okşadı, ben seni hiç keser miyim yavrum dedi.
Ben de;
-Geçen gün İbrahim peygamber oğlu İsmaili kesmeye götürdü diye sen anlattın ya dede. Dedim.
Dedem verecek cevap bulamamış olmalı ki, al sana delikli ikibuçuk kuruş, git kınalı şeker al dedi.
Birkaç gün sonra ebem bana siyah bir önlük, bir bez çanta dikti, şeker torbasından da bir beyaz yakalık yaptı.
Giydirdi kuşandırdı, siyah çantama sarı yapraklı bir defter bir de kurşunkalem koydu.
Okula gittik.
Ebem muallimle konuşmaya başladı, olayı anlattı,
Muallim;
-Tamam Arife ana, biz yanlış yaptık diyerek saçımı okşadı.
Sonra bana dönerek ;
-Oooo kuzum benim... senin çantanda varmış, önlüğün de, sarı defterin de ne güzel öyle, çok güzel resim yaparsın sen, seni bir tartalım. dedi.
Beni bir korku daha sardı. Ne demek bu"kuzum"!!! kuzu da koyun gibi kesiliyor ya!!!
Hem niye tartacaklar ki beni?
Nasıl tartacaklar?
Acaba kancalı kantarı damağıma mı takıp kaldıracaklar?
O ara; "eti senin kemiği benim." lafı yine aklıma geldi ve içimi sızlattı.
Ebem beni bırakıp eve gitti, ben bir fırsat daha buldum ve ikinci firarı yaptım.
O akşam ebemle dedem seneye okula gitmemde anlaştılar.
Ben de damağımdan tartılıp, kesilmekten kurtuldum.
Rahmetli dedeme doğum tarihimi her sorduğumda; onüç mayıs bindokuzyüz elli beşde pancar çapasında tarlada doğdun derdi.
Bu tarih doğru mu, yanlış mı kesin bilen olmadığı gibi nüfus kaydı da yok.
O sene yaz günü annemle köy evinde damda yatıyoruz, saat kaç bilmiyorum ama, uykumda yok, toprak damda yatağın içinde anamın koynundayım.
Mehtaplı bir gece, ay o kadar parlak ki adeta gündüz gibi. Elimi uzatsam yıldızları tutacak gibi yakın görüyordum.
Bir ara yıldızın birisi o kadar hızla ve o kadar uzun süreli kaydı ki, (sanırım üç dört saniye kaymıştır.)
-Anaaa... anaaaa...bak bak bak yıldız kayıyor diye parmağımla gösterdiğimde;
Annem yüzüme bir şamar vurdu ki, gözlerimde de yıldız kaydı.
Annem;
-Yıldız parmakla gösterilir mi rum tohumu, gavur oğlu gavur, çabuk parmağını ısır, çabuuuukkk...
Allah seni rni taş eder taş...
Parmağımı ağzıma alıp öyle bir ısırdım ki, ertesi gün kan oturduğunu gördüm. Hatta dedem parmağımdaki morluğu görünce anama sordu, anam da gece yıldızı gösterdi de ısırttım baba dedi.
Dedem kulağımı çekerek bir daha parmağınla kayan yıldız gösterirsen ağzın burnun da eğilir sıpa dedi. Kulağımı çekmeyi de ihmal etmedi.
Muallim, dedem, ebem, anam beni eğitiyorlar, öğretiyorlardı.
Köyümüzde herkesle beraber damlara çıkıp ay tutulmasında teneke çaldık, güneş tutulmasında da ateş yaktık.
O zamanlar babam köyün çobanlığını yapıyordu. Gece gündüz dağdaydı, bazen güttüğü hayvanlardan birisi kaybolduğu da oluyordu.
Kaybolan malı ise sahibine çoban ödüyordu.
Bunedenle mal kaybolur da bulunmaz ise, kaybolan malı kurt yemesin diye cami hocasına gidiliyor, muska yazdırılıyor, bir de "Kurt ağzı bağlaması" yapılıyordu.
Kurt ağzı bağlaması şöyleydi;
Çoban kullanılmamış iki tane çep bıçağı çakısını cami hocasına getiriyor, hoca bıçakları okuyor üflüyor, ağzını kapatıyor, birini kendinde bırakıyor, diğerini de çobana veriyor ve kaybolan hayvan bulunana kadar bu okunmuş bıçak hiç açılmamak üzere ceviz sandık içinde saklanıyordu.
Dedemin av merakı ölünceye kadar hiç bitmedi, evde, cami avlusunda, dam diplerinde köylüler askerlik anılarını anlatır, düğünlerdeki pehlivanlıklarını dile getirir, sıra dedeme gelince de dedem hep avcılığından anlatırdı.
Dedemin anlattıklarına göre, çok iyi nişancıydı, hiç ıskalamaz, attığını da düşürürdü.
Hatta bir gün evde semaver çayının başında anlatırken o kadar kendinden geçmiş olmalı ki, dağda vurmadık keklik, tavşan kalmayacak sanırdım.
Ebem dedi ki;
-Ahmet efendi, şu vurduklarından bize de getir de çoluk çocuk et görsün.
-Yahu Arife, şu senin halan Leyla yok mu Leyla, ah o uğursuz kadın ahhh...
-Eeeee... nolmuş halama, avladıklarını elinden mi aldı herif?
-Yok ya yok, ne elimden alması, ne zaman ava gitsem önümden geçiyor, erkeğin önünü keser mi kadın kısmı?
Ava giden erkeğin önünü kadın keser de geçerse o avdan erkek kısmı eli boş gelir.
Uğursuzluktur.
Hem sen ava gittiğimde kaç kere arkamdan süpürge, attın da ben av eti getirmedim ki.
İlkokulu bitirene kadar köyde yaşadım.
Gece tırnak kesilmez, aynaya bakılmaz, eşikte durulmaz, helaya sol ayakla girilir ve sağ ayakla çıkılır, camide hocaya asla soru sorulmaz biat ve itaat edilir,ekmek bıçakla kesilmez, gece ıslık çalınmaz, önce sağ el yıkanır, para sağ elle alınır, elden ele sabun verilmez, kapıya at nalı çakılmazsa nazar değer, vb. daha nice hurafelerle büyüdüm. İşin en korkunç yanı da, bu batıl inançların din diye küçük beynime kazınmasıydı.
Beni eğitenler her şeyi dine endeksleyerek, arap adet ve törelerini bana din diye dayatarak büyüttüler.
Artık ben kurulmuş, proğramlanmış bir robottum adeta. Beynim esirdi, öğretilmiş doğmatik dinlerden dolayı aklımı kullanamıyordum.
Velhasıl; okulda öğretmen kalemi sağ elimle kullanmayı öğretti, evde büyüklerin baskısıyla da kaşığı sağ elimle tutmayı öğrendim.
Ama ben aslında solak biriydim. Sokakta kimsenin müdahalesi olmadığından; çelik çomak sol, taş, değnek, bıçak sol, top oynamak sol olarak öğrendim.
Ortaokul yıllarımda da bu böyle devam etti. Yatılı mektebi kazandığımda artık köyden ve evden uzaktaydım.
Kimse bana müdahale etmiyordu. Yavaş yavaş tüm yanlış alışkanlıkları irdelemeye, sorgulamaya başladım. Okudukça doğru olana devam ettim. Yanlış olanı terk ettim. Lakin içimde yine de terk edemediklerim bazı batıl inançlar uzun süre din diye kaldı bende.
Liseden sonra iki ayrı 4 yıllık üniversite okudum, bu süre içerisinde sürekli değişik kaynakları araştırdım. Birçok çeşitli tartışmalara girdim.
Din konusunda birbiriyle uzlaşan ne cemmatçi nede ilahiyatcı yok. Hepsi ayrı telden çalıyor.
Bir kısa anım da şu;
Eski milletvekili Hasan Mezarcı ve etrafındakilerle dini tartışma yaptım.
Beni linç edeceklerdi.
Kaçıp kurtuldum.
Kaçarken de bu adam ilerde " ben mesihim" derse şaşmayın diye bağırdım.
Aradan on yıl geçti Hasan Mezarcı yurt dışına kaçtı ve " ben mesihim" dedi.
Günümüzde ise;
Halen peygamber terliği, yanmaz kefen ve cennet tapusu satanlara da şahit oldum.
1400 yıl önceki arap töreleri, siyaseti, emevi kültür emperyalizminin din sanıldığını da Prof Dr. Mustafa Öztürk’den dinledim.
Dinlerin siyaet ve ticaret aracı olarak kullanılmakta olduğuna emin oldum.
Dini öğrenmemiz gerek.
Saygılarımla
Ozan Figani (Erdem Gümüş)
29.03.2021
İzmir.