- 537 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
752 – KEŞİF
Onur BİLGE
Onu en son öldüğü gün gördüm. Salondaki kanepede uzanmıştı. Her yeri pis bir koku kaplamıştı. O da pis kokuyordu. Beş yaşındaydım ama gayet iyi hatırlıyorum. Çünkü bütün aile ayaktaydı.
Ben komşu kadınlardan birinin elini tutmuştum. O da benim elimi sıkı sıkı tutuyordu. Annemin yanına gitmek istiyordum, göndermiyordu. Birlikte uyuduğum, oyunlar oynadığım, yapbozlar yaptığım, Türk sanat müziğinin en ağır eserlerini dinlediğim, gezmelere gittiğim, arkasında gezip dolaştığım, olur olmaz her şeyi sorup durduğum anneme uzaktan bakmak zorunda mı kalacaktım? Bir ara kadının elinden kurtulup, ona doğru koştum. Üzülmesin diye o kokuya rağmen başucunda durdum ve gözlerine baktım. Onun gözlerine bir daha hiç bakamayacağımı anlamıştım.
Elimi uzattım, pislikten, yağdan ve terden bulamaç haline gelen saçlarını okşadım. Alnından öptüm. Ümitle beni kucağına almasını, eskisi gibi bağrına basmasını bekledim ama yok yorgun ve bitkindi. Ağzını açacak hali yoktu. Buna rağmen yüzüme, gözlerime baktı ve: “Güçlü olmalısın Işıl! Çok güçlü olacaksın ve hiç ağlamayacaksın!” dedi ama o hiç de güçlü görünmüyordu.
Neden ölüyordu? Beni nasıl bırakıyordu? Kime, kimlere emanet ederek gidiyordu? O olmayınca ben nasıl güçlü olabilecektim? Benim en büyük dayanağım oydu. Gözlerine hiddetle baktım! Çok kızdım! Çünkü o bedenen ve ruhen benden uzaklaşmış gibiydi. Oyundan çıkıyordu. Ben yalnız nasıl devam edecektim oyunumuza?
Ümitsizce yanından uzaklaştım. Salondan çıkıp, koridora doğru yol alırken durdum ve son bir kez bakmak istedim, o biz zamanlar seyretmelere doyamadığım yüzüne ama yapamadım. “Güçlü olacaksın Işıl!” demişti bana ve ben çocuktum. Güçlü olmanın ne demek olduğunu hiç bilmiyordum.
O gün akşam üzeri yaşandı bu veda. O da sabaha karşı vefat etti.
Annemin soğuk yüzünü görmeye gittiğimde başında kimse yoktu. Tek başınaydı. Ben hep yanında olabilirdim. Bana komşu kadınlardan biri bakıyordu ve onunla bir arada bırakmıyordu.
Babam dediğim insan, onun yıllarca bir yastığa baş koyduğu adam neredeydi? Peki, babaanne, dede ve yenge dediklerim neredeydiler? İçimde hep o yapayalnız elin eline bırakıldığımız günün ve o vefat gecesinin hırsı kaldı! O kadın bu şekilde ölmeyi, beş yaşındaki bir çocuk, o olayı komşu kadınlardan biriyle birlikte yaşamayı hak etmemişti. İnsanları çözememeye beş yaşında başladım. Onun için seni de çözemedim dede. Kimseyi tam anlamıyla anlayamıyorum zaten.
O olaydan sonra konuşmayı bıraktım. Çünkü ben insanlara çok kızmıştım! Onlar, olayın etkisiyle o hale geldiğimi zannettiler. Benim o yüzden konuşamadığımı sandılar. Halbuki nasıl ve ne çok konuştuğumu, beni tanıyan herkes biliyordu. Annemin yanında bülbül gibi şakıyordum. Uzun süre konuşmadım. Belki de iki sene. Onlar bir şeyler diyorlar, bir şeyler soruyorlardı ve ben içimden konuşuyor, cevaplar veriyordum ama haliyle kimse duymuyordu.
Okula başladım. Öğretmenimi çok sevdim. Bir komşumuzu da annemin yerine koymuştum. O ikisi çok istediği için konuşmaya başladım. Okur yazar olabilmem için okula gitmem gerekiyordu ve konuşmam isteniyordu benden.
İşte kısaca böyle yaşadım o en elim olayı! Hayatımın tabanında acı yatar benim! Ölüm yatar!
Garip ama gerçek bir olay daha... Epey oldu. Birkaç yıl... Her neyse... Bir gün yine çok üzgünüm ve ağlamaktan bitap düşmüşüm. Yatağıma uzandım. Tam uyuyacağım anda bir kadın peyda oldu. “Haydi Işıl, gidiyoruz!” dedi.
O anda ne yapacağımı şaşırdım. Hem korku hem de merak içindeydim. Merak korkudan baskındı. Onun için onunla beraber yola koyuldum. Beni daha önce hiç gitmediğim, hiç görmediğim, bilmediğim bir yere götürdü. Orada yemek yapan bir kadın vardı. Kocaman, mutfak gibi bir yerdi. Ocakta ne kaynatıyordu bilmiyorum.
Benim korkudan konuşacak halim bile yoktu. Yanımdaki kadın ona: “Sana kimi getirdim, biliyor musun?” dedi. O da: “Kimi getirdin?” diye sordu. “Serap’ın kızını...” diye cevapladı. Onlar onu iyi tanıyorlardı. Galiba orada arkadaştılar. Serap, beni evlatlık alan, yani meme kanserinden ölen annemin adıydı.
Enteresan bir şey daha... Bunu ben aklımdan uyduramazdım. Her neyse... Sonra bana: “Korkma! Seni iyileştireceğim!” dedi. Ben: “Nasıl? Ben hasta değilim ki!” dedim. O da : “Hastasın! Sen kendini bilmiyorsun. Hasta olduğunun farkında değilsin ama ben biliyorum. Seni iyileştireceğim.” diye ısrar etti ve elini alnıma koydu. Alnıma dokunmasıyla birlikte bütün vücudumun büyük bir enerji patlaması yaşaması bir oldu!
Elektrik akımı, benden ona doğru muydu, ondan bana doğru muydu, bilmiyorum ama muazzam ve sürekli bir akımdı. Sonra beynimin içinde hızlı bir elektriklenme olmaya ve cızırtılar gelmeye başladı. Bir radyo istasyonu aranıyor gibiydi. “Vıcı vıcı vıcı...” sesler duyuyordum ve bu seslerin beynimin içinde meydana geldiğini, benden başka kimsenin duymasının mümkün olmadığını biliyordum. Çok korktum! Uyanmak istiyor, uyanamıyordum. Uykuda değil de baygın gibiydim ve öldüğümü zannediyordum. Çünkü kendime gelmeye çalışıyor, gelmiyordum. Olanca gücümle kendimi zorladım.
Bu belki bir rüyaydı, belki de baygınlık... Her ne idiyse, benim için kâbus halindeydi. Var gücümle gayret ederek uyandığımda, hâlâ cızırtı vardı beynimin içinde ve o kadının eli hâlâ alnımdaydı sanki.
O kendisini şifacı olarak tanıtan, ruhsal âlemden geldiğini ve beni o âleme götürdüğünü sandığım kadının işi galiba yarım kaldı. Belki de gerçekten bir seansta bana şifa verecekti. Belki de ben aklımı kaybetmiştim ve her şeyden habersiz olduğum gibi hastalığımdan da habersizdim. Belki o, içinde bulunduğum durumu iyi biliyordu. Belki de şifa iletmesi için bana gönderilmişti. İyileşmeme vesile edilmişti. Ruhsal boyuttan gönderilen bir ruh doktoruydu belki. Onun gerçekte ne olduğunu bilmiyorum. Hasta olup olmadığımı da bilmiyordum. Dedim ya... Zaten deliler, deli olduklarını bilmezlermiş.
Bazen ellerimde enerji akışı gibi bir şeyler hissediyorum. Hafif seyrediyor ama oluyor. Bunun ne olduğunu bana açıklar mısın dede? Dini bilgin var diye sana soruyorum. Olsa olsa sen bilirsin bu olayın aslını.”
“Kızım, ben ilm-i ledun bilmem ki! O ilim, Hızır Aleyhisselam’a verilmiş. Musa Aleyhisselam bile bilmiyormuş. Ben nerden bileyim!
Ben de bu anlattıklarına benzer birkaç olay yaşadım ama doğrusunu istersen, aslının ne olduğunu anlayamadım. İlki Antalya’dayken olmuştu. Kaptan’a sormuştum ben de.
“Üstünde durma böyle şeylerin! Bazı insanların zamanla keşfi açılır.” demişti. İlerisi fetihtir. Öncelikle keşfin ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Merakla:
“Keşif ne demek?” diye sormuştum.
“Hak eden insana Allah tarafından bazı sırların açılması...” diye cevaplamıştı.
“Keşif nasıl açılır? Nasıl açılmış acaba benim keşfim? Şayet öyleyse, nasıl hak etmişim?” diye işin aslını öğrenmek için zorlamıştım onu.
“Aslını Allah bilir ama iki yol olduğundan bahsedilir. Birincisinin ibadet yolu, diğerinin de çile yolu olduğu söylenir. Bu iki yoldan biriyle olmuş olabilir. Bilemem ki!” demişti.
“Çile çekmediğimi söyleyemem ama doğru dürüst ibadetimin de tam anlamyla itaatimin de olduğunu sanmıyorum. Çok istiyorum ama henüz Allah’a layık bir kul olduğumu zannetmiyorum. Sayende tövbe ettim, ibadete ve itaate yeni başladım. O zaman nasıl oldu bu iş Kaptan?” diye üsteledim.
“Allah kalplere bakar! İbadette ve itaatte niyet esastır! Niyetin halis idiyse neden olmasın! Topal karıncanın Hac yoluna çıkması, o arzusunu gerçekleştirmek konusundaki kararlılığı ve azmi, niyetin halis olduğunun işaretidir. “Sen bu halinle oraya ulaşabileceğini mi sanıyorsun?” diyenlere ne demişti? “Ben Hac yapmak için yola çıktım ve yürüyorum. Niyetim belli! Allah niyetimi biliyor! Elimden geleni yapacağım! Ulaşamazsam da o yolda öleceğim!” demişti. Demek ki niyet halisse, kişi azimli ve kararlıysa, ibadetin ve itaatin için gereken gücün az veya çok olmasının, hatta niyet edilenin tamamlanıp tamamlanamamasının da önemi yokmuş. Belki de Allah seni, içinde bulunduğun duruma göre değil de niyetine göre değerlendirerek ödüllendirmiştir. Bunlar benim düşüncelerim. Doğrusunu Allah bilir.”
Ağzından lafı iple çekerek alıyordum. Bu kadarını öğrenebildiğim için kendimi şanslı saydım. Ya konuyu pek iyi bilemediği için fazla açıklama yapmak istemiyordu ya da gayet iyi biliyordu da sırrı ifşa etmekten çekiniyordu. O kadarcık anlattı. Daha sonra çok kitap okudum, bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Kaptan’ın anlattıklarından daha fazlasını bulamadım. Böyle şeyleri belki erenler bilir.
Ha, unutmadan... Bir de bana böyle olayları uluorta herkese anlatmanın doğru olmadığını söyledi ve: “Allah sırrını, eminine verir. Önce sırrı muhafaza etmeyi öğreneceksin, Necmettin!” dedi.
Sesi hâlâ kulaklarımdadır.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 752