- 742 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
Kenef
Babam uzun zamandır hastaydı ve durumu günden güne kötüleşiyordu. İki haftadır hastanede yatıyordu ve dört gün önce yoğun bakıma alınmıştı. Her akşam yaptığım gibi, bu akşamda kenefi kapattıktan sonra hastaneye gittim. Benim geldiğimi gören hemşire, bana doktoru görmem gerektiğini söyledi. Doktorun kapısından içeri girdim ve zaten böyle durumlarda dolambaçlı dolambaçlı konuşmayı sevmem.
„Babam öldü mü? „ diye sordum. Doktor başını eğmeden ve gözlerimin içine bakarak sorumu cevapladı.
„Evet, başınız sağolsun.“
Eve geç vakit döndüm. Annem ayaktaydı. Her zamanki gibi merak etmiş, dönmemi beklemişti. Sorularla dolu gözleriyle bana bakıyordu.
„Bir çay içelim mi?“ diye sordum. Bizim evde çaydanlık ocaktan inmezdi. Annem çaylarımızı doldurdu ve tam karşıma oturdu.
„Baban öldü değil mi“ diye sordu.
„Evet anne...“ diyebildim sadece. Bir vakit ikimizde bir yerlere baktık evin içinde, sanki o eşini arıyordu, ben de babamı.
„Ne yapacağız anne?“ diye sorarak suskunluğumuzu böldüm. Nemli gözlerinde artık bir soru kalmamıştı ve bana şefkatle bakarak
„Yapabileceğimiz neyse onu yapacağız evladım, Allah kerim.
Yarın ne olur inan bende bilmiyorum.“ dedi. Babamın sağlık durumunun ne kadar kötü olduğunu ikimizde biliyorduk ve inanıyorum ki annemde kendini, benim kendimi içten içe babamın ölümüne hazırladığım gibi hazırlamıştı ama buna rağmen hazırlıksızdık. Ölümü beklerken ölüm sözünü ağzımıza almamıştık. Babamı defnettik. Birkaç gün kenefi bir oğlana bıraktım. Annemle alışverişe gittik, havlu, kolonya ve temizlik malzemesi falan aldık. Akşam evde, yarın kenefe götüreceklerimi ayrı torbalara yerleştiriyordum, annem bana kolonya şişesini uzattı. Uzatırken de ağlamaya başladı, bende ağlamaya başladım.
„Ah evladım ah... Okumanı çok isterdim... Bunu hiç haketmedin“ dedi. Annem belki haklıydı, belki haketmemiştim. Babam yaşarken, sadece hafta sonları çalıştığım bu iş şimdi tamamen bana kalmıştı. Ailemizin tek geçim kaynağı olan bu kenefti, okulu bırakmamak gibi bir şansım yoktu ve bunu bende biliyordum. Annemi teselli etmek istiyordum.
„ Kısmet buymuş, eninde sonunda bir işte çalışmayacakmıyım, erkenden işe atılır hayatı öğrenirim işte...“ dedim. Bu konuyu kapatmak istiyordum. Annem bana baktı, üzgün üzgün baktı, yüzümü okşadı, buruk buruk gülümsedi.
O sabah kenefe, yeni bir yaşama inanma umuduyla gittim. Herkes ve her şey bilindiği gibiydi. Babamı tanıyan esnaflar sırayla gelip başsağlığı dilediler. İlk gün böyle geçti, ardından diğer günler, ardından haftalar geçti. Kendimi işe vermiştim, kenefin her kıyı köşesini pırıl pırıl yapmıştım. O ağır sidik ve bok kokusu yoktu, belki de ben alışmıştım ama eskisinden çok temizdi. Büfenin arkasında kitaba dalmış bir şekilde otururken, babamın çok sevdiği Kaportacı Seyfettin abinin sesiyle doğruldum.
„ Kolay gelsin patron, kenef değil gül bahçesi gül...“ Biraz utanarak,
„ Sağol Seyfettin abi...“ diye karşılık verdim. „ Bak oğlum...“ dedi ve öksürüp boğazını temizleyerek, yanımdaki oturağa çöktü ve konuşmasına başladı. „Biliyorsun rahmetliyi çok severdim, o da beni severdi toprağı bol olsun. Biz birbirimizi dürüstlüğümüzden ötürü sever ve sayardık, o yüzden sana dürüstçe bir kaç lafım olacak. İstersen kulağının arkasına atarsın ben gittikten sonra veya yaaa! bu Seyfettin abi de neler saçmalıyor der geçersin. Çalışkan ve karakterli bir çocuksun ve yanlış yerdesin.
Hayat bizi bazen olmak istemediğimiz yerlere bırakabiliyor ama orada kalmak zorunda değiliz, bunu unutma. Senin yaşındakiler buralarda çıraklık yapıyor görüyorsun. Sen patronsun. Bana burada senin yaşında bir patron gösterebilirmisin? Gösteremezsin. Kitap okumak çok güzel bir şey, ben evde akşamları okurum, her akşam olmasa da. Kitabını evde oku. Buradaki insanlar kitaptan defterden fazla anlamazlar ve bu yüzden seni garipserler, onlar kitap okuyan tuvaletçi görmemişlerdir, bilmezler ve ürkerler senden. Kitap okuyan adamı yumuşak görürler ve kendilerince sana racon kesmeye kalkarlar. Çalışkanlığına lafım yok ama teknenin küreklerine asılacaksın, beni anlıyormusun?“ Sustu ve gözlerime baktı, benden bir cevap duymak istiyordu. „ Anlıyorum abi...“ dedim. Gülümsedi.
„ Bu nasıl patronluk böyle, bize çay söylemeyecekmisin?“
„ Olur mu abi, söylemem mi...“ deyip yerimden fırladım ve çayları söyledim.
„ Bak koçum...“ dedi ve ayağa kalkarak kapıyı işaret etti, beraber dışarı çıktık. Çaylarımız geldi. Bir sigara yakıp konuşmasına devam etti. „ Küreklere asılacaksın diyordum. Buraya böyle benim gibi dikileceksin, aslanın yuvasının önünde durduğu gibi duracaksın. Görecekler seni, patronu görecekler. Burasının sahibi bu diyecekler.“ Elini öne uzatarak, „ Bak şuraya, bu ormana iyi bak. Sen bir sanayi bölgesi, çalışan insanlar, çırak çocuklar, dükkanlar görüyorsun. Ben bir orman görüyorum, bir cangıl burası. Kurtlar, çakallar, tazılar görüyorum. Sen burada aslan olmak zorundasın.“ Boşalan bardağını bana uzattı ve ızmariti ayağıyla ezerek, „ Haydi bana müsade, hayırlı işler bol kazançlar...deyip gitti. Bir yay gibi gerilmiş olduğumun farkına vardım. Derin bir nefes aldım. İçeri girmeden önce gözlerimi sanayinin üzerinde gezdirdim. Kurtlara, çakallara, tazılara baktım. Cangılda akşam ezanı okunuyordu. Seyfettin abinin sözleri kulaklarımda çınlıyordu.
O günden sonra işyerimde kitap okumadım. Seyfettin abinin bana tembihlediği gibi, zaman zaman kapını önüne çıkıyordum ve gözümün önüne bir kara çarşaf gibi serilen sanayiye bakıyordum. Babamın vefatından sonra annem daha da bir suskunlaşmıştı. Geç vakitlerde işten geliyor, annemle bir iki laflayıp yemeğimi yiyiyor ve odama çekiliyordum. Kenef üzerine yazılmış ne bulursam okuyordum.
Yapmak istediğim bir çok tesisat işleri olduğu için öncelikle teknik bilgiler içeren kitapları okuyordum.
Oturduğumuz ev iki katlıydı, alt katta yaşlı bir çift, üst katta annemle ben oturuyorduk. Evimizin ufak ama şirin bir bahçesi vardı, babam buraya ufak bir tahta kulübe kondurmuştu zamanında ve bir nevi bir tamirhaneye dönüştürmüştü burayı. Keser, çekiç, testere ve karton kutulara doldurulup istiflenmiş yüzlerce paslı çivi, vidalar ve somunlarla doluydu. Kenefte bozulan kurnaları, komple muslukları da buraya depolamıştı. İşime yarayacak malzemeler olmasa da, bazı işleri burada yapabiliyordum. Kitap okumadığım akşamlarda buraya kapanıyordum. Gelecekte gerçekleştirmeyi düşlediğim tuvalet modellerinin maketlerini yapıyordum. En başında altından kalkamayacağımı düşündüğüm bu işi gittikçe daha çok benimsiyordum ve sevmeye de başlamıştım doğrusu. Annem benim kadar mutlu değildi, işten geç geldiğim her seferinde beni acıyan bir yüz ifadesiyle karşılıyordu. Omuzlarıma konmuş ağır bir yükü indirmeye yardım eder gibi, elini omuzuma koyuyor ve sıvazlamakla tutmak arası bir hareket yapıyordu. Her seferinde üzülmesine gerek olmadığını ve hayatımdan memnun olduğumu tekrarlıyordum ama her nedense ona inandırıcı gelmiyordu bu söylediklerim. Zaman da annemin bu gereksiz üzülmelerini, benim fazla umursamadan akıp gidiyordu.
Babamın ölümünün üzerinden iki yıldan fazla bir zaman geçmişti. Günlük yaşamımız alışmış olduğumuz tekdüzeliğiyle akıp gidiyordu. İşlerimi bir hayli yoluna koymuştum, altı gün çalışıyor ve sadece pazar günleri evde kalıyordum, daha doğrusu dinleniyordum. Pek evde durduğum olmuyordu, kendime bir motosiklet almıştım ve genelde ona binip şehri turluyordum. Başka semtlerdeki, açık alanlardaki, parklardaki tuvaletleri inceliyordum. Nerede ne var gözlemliyordum, yeni ve değişik olan şeyler gözümden kaçmıyordu. Gerçekten berbat olan tuvaletler ne yazık ki çoğunluktaydılar, çok az tuvalet bakımlı, temiz ve kullanılır durumdaydı. Şehrin en işlek ve merkezinde bulunan tuvaletler bile rezil ve kullanılmaz bir durumdaydılar. Acaba bu tuvaletlere bir Belediye görevlisi girmiyor mu, bu durumu görmüyor mu ya da görmek mi istemiyorlardı? Kendime sürekli bu soruları soruyordum. Ya insanlar, neden onlar bu rezilliği kabulleniyorlardı, neden bir şikayet yoktu, bu durumdan hiç mi rahatsız değildiler? Tüm toplum bu boklukları ve bu bokları kabullenmişti, durum böyleydi ve kimseden ses çıkmıyordu, kimse bokla uğraşmak istemiyordu. Nasıl bir yerde ihtiyacınızı gidereceğiniz tamamen şansa kalmıştı.
Seksenli yıllarda bu toplum, bugün sahip olduğu şartlardan fersahlarca uzak ve yoksundu. O zamanlar ülkemize yabancı sermaye bu boyutta girmemişti ve ne Mc Donald`s lar ne de Starbucks`lar vardı. Kapitalin elimizden aldığı manevi değerleri ve insanlığı bir yana bırakalım. Getirdiği everensel standartlar bu ülkenin tuvaletlerine çağ atlatmıştır. Bunu, ülkemiz tuvaletlerinin otuz yıllık sürecini gözlemlemiş birisi olarak söylüyorum. Her neyse, eskiyi anlatıyordum.1970’li yıllardan 1990’lı yılların başına kadar şehirler arası otobüslerin hareket ettiği eski Topkapı otogarı vardı, her gün yirmidört saat açık olan bu garajın tuvaletine girmek gerçekten cesaret isterdi. Kadın tuvaletlerinin önünde kaytan bıyıklı adamlar sıralanmış dururlardı. Erkek tuvaletlerinin önünde ona keza kapkaççılar cirit atarlardı. Seyahat eden insanların bir anlık ihtiyaç molalarını zehir eden onlarca olay yaşanırdı bu tuvaletlerin içinde ve çevresinde. Oradaki bu manzarayla karşılaştığınız an, tuvalete girip girmemeyi ince düşünürdünüz. Eski arabalı vapurlardaki tuvaletler bir başka sancılıydı, ışıklandırılmamış ve zifiri karanlık bu tuvaletlerin kapısından içeri adım attığınız anda ayağınız çorap hizasına kadar boka batabilirdi. Kimse sizi uyarma gereği görmezdi. Tuvaletin kapısına, kullanım dışı olduğu hakkında bir uyarı yazısı asmak veya kapıyı kilitlemek hiç bir vapur görevlisinin görevi dahilinde değildi. Karşı kıyıya kadar dayanacak durumda değilseniz, kapının eşiğine çömelir ve ihtiyacınızı giderirdiniz. Ülkemizde yolda olmak sıçmak demekti.
Elini hangi tuvaletin kapısına atsan bok dökülüyor. Bok dökülmeyen, sidik kokmayan bir tuvalet yok. Türkiyede şöyle ohhhh diyerek sıçabileceğin bir tuvalet yok. Bir memleket nasıl bu hale gelir akıl almıyor. Her yerde, her şeyde bir bok kokusu. Boktan bir cahillik, boktan bir açlık, boktan bir ilkellik. İlkel insanlar, ilkel bir yaşam, ilkel bir kültür ve ilkel tuvaletler. Benim şaştığım, bu insanlar birbirlerinin yüzlerine utanmadan ve sıkılmadan nasıl bakıyorlar? Birbirlerinin ellerini sıkıyorlar ve birbirlerinin ellerinden bir şeyleri alıp nasıl yiyebiliyorlar? İşte bütün bu insanlığa yakışmaz, rezil ve insanı aşağılayan bu durumdan, bu günlerin tuvaletlerine geldik. Geldiğimiz yerde bok yok mu? Olmaz olur mu, tabii ki var. Tuvaletlerimiz eskisinden daha temiz olabilir, daha hijyenik ve daha konforlu olabilir ama sanırım şimdi ki sorunumuz insanların eskisinden daha bok olması. İşte bokluğumuz, işte modern ülkemiz. Bu boktan yığının üstüne çıkmış konuşuyorlar.
Dinden ve temizlikten bahsediyorlar, kültürden ve mirastan bahsediyorlar. Kandıramazsınız. İnsanlar bok içinde yaşamayı haketmiyorlar.
Çağımızda insanlar temizleniyor, temiz bir insan oluyor. Yeryüzü bir bokluktur. Ve bu boklukta, tuvalet kagıtlarıyla, musluklardan akan sularla, deterjanlarla, anti bakteriyel temizlik malzemeleriyle, güzel kokularla, kolonyalarla, sabunlarla insan bir temizlik devine dönüşüyor. Yarım kilo bile gelmeyen bir kütleye bütün silahlarıyla aynı anda saldırıyor. Gözü dönmüş bir gladyatör gibi, kenef denen arenada bokundan eser bırakmıyor. Çağımız temiz bir çağ, insanlar temizleniyor. Fayanslar gıcır gıcır parlıyor, klozetler ve pisuarlar pırıl pırıl ama yine de bokun zavallı seyircileriyiz.
Bana baba mirası olan kenefçilik, uzay çağında seçmeli bir meslek olacak, buna inanabilirsiniz. İnsanlar bokun ne olduğunu çok iyi anlayacaklar. Yaşam denen bu organik döngü içinde bok hakettiği konuma gelecektir. Gelecekteki kenefler bir laboratuvar görevi üstleneceklerdir ve kenefçilik yapan kişiler de birer analist ve kimyager gibi işlerini icra eden insanlar olacaklar.
* KENEF isimli romanımdan bir bölüm.
YORUMLAR
OKUNDU...
130K= Birleştirince BOK olur... Farklı bir konu...
00-WC-YÜZNUMARA-AYAKYOLU-TUVALET-KENEF-ABDESTHANE... vb adla anılır şimdilerde ki kibarca adı LAVABO
Alaturkadan ALAFRANGA tuvalete geçiş...
Eskiden bozuk para olmadan girilmez çünkü çıkarken para bozdurmak mı....???
Bu yüzden tuvalete giderken bozukluğu olmaya arkadaşından "bozuk paran var mı?" diye sorar
Topkapı otogar tuvalet tasvirine yüzde yüz katılıyorum...