- 608 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
750 – CANAVAR VE KUYU
Onur BİLGE
Işıl en sonunda kovgunu yiyince kapana kısılmış fare gibi telaşa kapıldı ve Virane’de dört dönmeye başladı. Bir aşağı bir yukarı gidip geliyor, ellerini ovuşturarak çaresizlik içinde kıvranıyor, en tatlı, en yumuşak sesi, en tesirli ve en ikna edici diksiyonuyla mütemadiyen konuşarak, son şansını kullanabilmek için izin almaya çalışıyordu.
“Ne olur beni anlamaya çalış dede! Ben, aklımı kaybetme noktasına gelmiştim. Derin acılar içindeydim. Nasıl teselli olacağımı bilmiyordum. Büyük bir boşluğa düşmüştüm. O kadar ki, hayatta kalmak bile istemiyordum! Tutunacak dalım da gücüm de yoktu. İnsanlardan uzaklaştım. Sanki herkes benim yaşantımın her karesini biliyor ve beni kınıyordu. Hani ince bir çizgi vardır ya... O çizgiyi aşmamam gerekiyordu ve be tam o hizaya gelmiştim! O zamanlar aklıma takılanları tek başıma sorguluyordum. Çevremde bu konularda yeterli donanıma sahip kimse yoktu. Anlattıklarını anmaya çalışıyorum. Fakat onlar benim gel git aklıma o kadar ağır geliyor ki bazen aklımı zorluyorsun! Ya sen nasıl başarıyorsun, aklını korumayı? Ayrıca, yaşamın gerçeklerini görmek seni hiç huzursuz etmiyor mu?”
Dede cevap vermedi. Artık mücadeleyi bırakmışa benziyordu. Bu kadar çabuk mu pes edecekti? Işıl, şımarık ve arsız bir çocuk gibi direniyor, dayatıyor, yalvarıyor, gönül kapısından ayrılmıyor, o kapıyı bıkıp usanmadan çalmaya devam ediyordu. Define’nin kalbi dayanamazdı, biliyordum. Fakat gerçekten hastaydı ve bu sorularla sorunlar onu iyice yormuştu.
“Dede, bana küstün mü? Neden cevap vermiyorsun? Seni bırakıp gidemem, biliyorsun. Neden beni kendinden uzaklaştırmaya çalışıyorsun? Senin için hiç önemim yok mu?”
“Önem verdiğim için oluyor zaten ne oluyorsa!”
“Bir ders vardır. İnsan, bir kuyunun içinde bulabildiği tek dala sıkıca sarılmıştır. Dışarıda canavar vardır, kuyuda su... Dalı bıraksa kuyuya düşecek, yukarıya tırmanıp dışarıya çıksa canavara yem olacak! Yapabileceği tek şey, gücünün yettiğince o dala sarılmak ve hayatta kalabilmek ümidiyle ondan sızan birkaç damla özsuyu emmektir. Yani bizler böyleyiz. Dünyaya sımsıkı sarılmaktan ve hayatta kalabilmek için elimizden geleni yapmaktan başka ne yapabiliriz? Nasıl olsa dal kırılacak boğulacağız ya da yukarıya çıkıp canavara kuzu kuzu teslim olacağız. Her halükârda yok olacağımızı bilsek de bir nebze olsun susuzluğumuzu gidermek için o birkaç damla özsudan vaz mı geçelim yani?”
“İnsanın bedeninden çok ruhu önemlidir, kızım. Ne yersen ye, karnın doyar ama Allah’ın İslam’la şereflendirdiği ruh, yalnız ve ancak Allah’ın indirdiği Kur’an’la doyar, abur cuburla değil. Meal okumaya başlasan iyi olur. Sonra da tefsir okursun. Üstünkörü ve itiraz etmek için değil, ruhunu doyurmak için okursan, canavar da senden elini çeker, kuyu da suyunu çeker, her iki dünyan da gül bahçesine döner. Tufan sonrası yer Allah’ın emriyle suyunu çekmedi mi! Hazreti İbrahim için ateş suya dönmedi mi! O zaman, dala sarılmak yerine gerçeğe sarılmış, özsu yerine doyasıya petek petek bal yemiş ve tıka basa doymuş olursun. Haydi, al eline baltayı da putlarını birer birer kırmaya başla!”
“Sen de benden çok şey istiyorsun dede! Hele bir dur, henüz emekliyorum, yürümeyi öğreneceğim daha... Önce bir yürüyeyim, sonra koşarım. Zamanı gelince tabii ki!”
“Emeklemiyorsun. Çoktandır yürüyorsun. Yürüyorsun ama yoldan habersizsin! Yol ararken yol biter! Azrail randevu almaz! Aniden geliverir! Hep ihtiyar mı ölenler?”
“Şu an, benim düşünmem gereken bir hayatım var. Okulumu bitirmem lazım, iş bulmam lazım. Bunun için mücadele etmem lazım. Hele bir okulum bitsin, bir iş bulayım, hayatımı istediğim gibi düzene koyayım, sonra zaten ruhum için yapmam gerekeni yaparım. Senden beni tam manasıyla anlamanı bekleyebilmem için benim yerime kendini koyarak düşünmen lazım.”
“Bugünü yarına satanları çok gördüm! “Yarın yarın...” derken, yarına çıkamayanları da öyle... Onun için herkesin yerine kendimi koyuyor, herkes için kendimden çok endişeleniyorum. Onun için herkesin önüne kendimi koyuyorum, köprü gibi, merdiven gibi, asansör gibi... Ne dersen de işte! Herkes Yaratan’ına ulaşsın diye yol oluyorum, araç oluyorum, toprak oluyorum. Herkes derdini bana kusuyor. Ben yutuyorum. Herkes sırrını bana açıyor, ben örtüyorum. Herkes başıma çıkıyor, tepemde tepiniyor, ses çıkarmadan katlanıyorum. Kanalizasyon dahi içimden geçiyor, bana akıyor. Öyleyken gül bahçeleri sunuyorum. Nergis, sümbül, yasemin... Mis gibi kokular yükseliyor benden. Öylesine alçak gönüllü ve öylesine fedakârım. Sabrım dağları aşıyor ama hak vermelisin ki ben de insanım. Acizim. Bir yerde artık sabrım taşıyor!”
“Durumumu biliyorsun dedeciğim. Başkalarına karşı o kadar hoşgörülü olsan da olur olmasan da ama bana çok daha fazla sabır göstermeni rica ediyorum senden. Benim sana çok daha fazla ihtiyacım var. Anlayışına sığınıyorum!”
“Toprak, anadır! Doğurur, besler büyütür ve sonunda acımadan birer birer yer yavrularını. Allah diyor ki yaklaşık anlamıyla insana: “Sizi de otlar gibi topraktan çıkardım!” Toprak olduğumu söyledim. Ben de sizleri, toprağın insanları beslediği büyüttüğü gibi bir anne kuş misali karınca kararınca bende olan gıdalarla kuş yavrusu gibi besleyip büyütüyor, kanatlandırıyor, hayata hazırlayarak uçuruyorum ama unutmamalısın ki ana kuşlar, besleyemeyecekleri veya işe yaramayacağını anladıkları yavrularını acımasızca gagalayarak öldürürler ya da yuvadan atarlar! Bunu da aklının bir yerine kocaman harflerle yaz e mi!”
“Ne güzel bir benzetme yaptın dedeciğim! Bir zamanlar bizim de bir muhabbet kuşumuz vardı. Beş tane yumurta yapmış ve hepsinden yavru çıkarmıştı. Bir yumurta geç çatladı ve içinden, diğerlerinin yanında çok cılız kalan bir yavru daha çıktı ama kuş onu beslemedi. Üstelik geldi gitti, kafasını gagaladı, sonunda öldürdü. Çok üzüldük!”
Benim aklıma da babamın çok sık kullandığı bir söz geldi. “Leyleğin yuvadan attığı...” Daha çok, bakımsız, itilen kakılan zavallı çocuklar ve gelin edildikten sonra kendileriyle artık hiç ilgilenilmeyen genç kadınlar için söylerdi bunu. İlk duyduğum zamanlarda, gözlerimin önüne çerden çöpten yapılmış bana göre kocaman bir leylek yuvası gelirdi. Yuvada her zaman tek ayak üstünde duran büyük bir anne leylek olurdu. Haliyle ona gagalarını açabildikleri kadar açan ve gagasından akacak olanları sabırsızlıkla bekleyen yavruları olurdu. Anne leylek boşta tuttuğu ayağıyla içlerinden hiç sevmediğini yuvadan aşağıya iter, zavallı yavrucuk da tepetakla o kadar yükseklikten aşağıya düşerdi. Düşerdi hayalimde ama hiç ölmezdi. Hayal dünyam ona kıyamaz, onu sağ salim yere indirirdi. Belki başka bir leylek ya da birisi alır, besler ümidiyle hayalime virgül koyar başka şeyler düşünmeye çalışırdım ama “İlk göz ağrılarına kıyamazlar. Mutlaka en küçük olanını istemezler de yuvadan atarlar.” diye düşünmeden edemezdim. Herkes iki çocuk istiyor, üçüncüsünü istemiyordu. İstenmeyenler üçüncüler ve onlardan sonrakiler oluyordu. Hatta üç dört tane kız sıralayıp da oğlanı bulamayanlar son kızın adını Yeter koyuyorlardı. Bizim evde de küçük ben oluyordum. Kendimi zaman zaman leyleğin yuvadan attığı olarak hissediyor, ilk çocuk olamadığım için şanssız görüyordum.
Dede tam bam telime basmıştı! Ailem benimle ilgilenmiyor değildi. Evlerini, eşyalarını Antalya’da bırakmış, kurulu düzenlerini bozmuş, beni gurbette yalnız bırakmamak için ta Bursa’ya kadar peşimden gelmişlerdi ama alınan ailevi kararlarda benim fikrim hiç sorulmuyor, olandan bitenden en son ben haberdar oluyordum. Bu da çok gücüme gidiyordu. Nedenini sorduğumda: "Sen küçüksün! Çingillisin! Dur bakalım! Önünde ablan var! Sana gelinceye kadar... " diyorlardı. Öyle ya! Önümde ablam vardı! Bana gelinceye kadar şafak atardı!
Çingilli, Düzlük’te oynadığımız oyunlardaki saymacalarda en sona kalan, okulda girdiğimiz sıralarda en sonda duran, sınıfta kapıdan içeriye son giren veya dışarıya son çıkan oluyordu. Çocuk aklımla çingilliyi çengelliyle ilişkilendiriyor, onu en sona çengelli iğneyle kuyruk gibi iliştiriyordum. Çengelli iğnenin ağzını açık bırakıyordum. Onun için her an düşebilirdi. Leyleğin ağzındaki yavru da öyleydi. O da yavrusunu bir tarafından yakalar, kaldırır, gagasını aralayarak aşağıya bırakıverirdi! Bu feci olayı hayal etmeye bile dayanamıyordum!
“Leylekler yavrularını neden yuvadan atarlar?” diye sormuştum bir defasında da babam uzun uzun izah etmişti.
Meğer leylekler göçmen kuşlar olduklarından yavrularını dünyaya getirmeleri ve büyütmeleri için kısıtlı bir zamana sahipmişler. Onun için onları bir an önce büyütmek zorundaymışlar. Etrafta arayıp bulup getirdikleri yemleri çoğu zaman en ceberut yavru kapar yermiş ve diğer yavruları cılız kalırmış. Göç vakti yaklaştığı zaman, bazı yavrular yeteri kadar gelişirmiş, bazılarıysa bakımsız ve sıska kalırmış. Onlar için bu durum, çok kötü bir sonun başlangıcı anlamına gelirmiş. Bu sebeple anne leylek diğer yavrusunu daha hızlı büyütmek için birini feda etmek zorunda kalırmış ve en zayıf yavrusunu yuvadan atarak, diğerinin hayatta kalmasını sağlamaya çalışırmış.
Babam bana da Nifirge diyordu. Belki onun böyle diyordu. Nifirge, ağaçların arasında kalan eselemeyen küçük fidan demekmiş. Tam da yuvadan atılmaya namzet, hem Çingilli hem Nifirge... "Demek ki hayatım her an tehlikede..." diye düşünecek durumda da değildim. "En küçükler çok seviliyor! Yılanın bile küçüğü sevilir!" diye gönlümü alıyordu babam. Bu zamana kadar bana ne kadar isim takıldıysa, babam tarafındandır.
“Bir anne için ne kadar zor bir tercih! Ne acı bir seçim! Biri üvey değil ki! Hepsi de öz! Fakat ben, evlatlık bir çocuktum ve beş yaşında annem diye bildiğim en büyük ve en sağlam dayanağımı kaybetmiştim! Hayata bir sıfır yenik başladığımdan ve iki sıfır yenik vaziyette yaşamakta olduğumdan on yedi yaşıma kadar haberim olmamıştı. Üst üste gelen diğer yenilgileri saymıyorum, dedeciğim. Madem ki sen Toprak Ana gibisin... Özür dilerim! Haydi Toprak Baba diyeyim! Toprak Dede ol! O zaman leyleğin attığı, senin bağrına düşmüş. Ona iyi sahip çık! Yaralarını sar. Besle, büyüt, kanatlandır. Sonsuz maviliklerde kanatlarını açarak süzülmeye başladığında da zevkle seyret, olmaz mı?”
“Sen ne yaman şeysin kız! Sana o kadar kızıyorum o kadar ki anlatamam ama öyle laflar ediyorsun ki yüreğimin yağı eriyor! Tamam kız! Tamam! Tamam! Sen her zaman gel buraya! Haydi yine çabuk avladın beni!”
“Sana anneciğimin öldüğü gün olanları da anlatacağım dede. Mutlaka dinlemelisin! İçimde ukde kalır, eğer dinlemezsen! Madem ki hayatımı anlattım, yaşadığım en acı olayın nasıl cereyan ettiğini de bilmeni çok istiyorum. Söz ver dedeciğim! Bana söz ver, beni inleyeceğine!”
“Tamam Işıl ama şimdi namaz zamanı... Bak ezan okunuyor. Hemen camiye gitmem lazım! Namaza ancak ucu ucuna yetişirim!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 750