- 1108 Okunma
- 10 Yorum
- 7 Beğeni
'kadınlar şiir sevmez'
Arkadaşın bu konuda şikâyet ettiğini sanıyordum, meğer bir itirafta bulunduğunu sonradan anladım:
’Çevremdeki hiçbir kadının şiirle alakası yok. Geçen eşim beni bana şikâyet ediyordu. Yok, efendim neymiş ben boş işlerle uğraşıyormuşum! Sen biliyorsun beni, yılda bir iki içime doğar, birkaç cümle yazıp içimi dökerim. Bundan bile rahatsız oluyor. Geçen izlediğimiz filmde şiirle alakalı bir sahne vardı. Orada bizden bahsetti. ‘Sen ve arkadaşının işleri gibi, aman ne boş işler bunlar’ dedikten sonra, ‘gerçekten anlamıyorum, insanlar şiirden ne anlıyor ki’ diyerek bakışlarını ekrana geri çevirdi. Kardeşimde aynı; o da şiirden haz duymaz. Evlenmeden önce kaç tane kızla görüştüysem aslında hepsi aynıydı. Biz erkekler daha duygusal varlıklar olabiliriz. Bazen kadınların cinselliği erkeklerden daha fazla düşündüğünü düşünüyorum. Sence de öyle değil mi?’
Bir başkasının düşündüklerini düşünmeyeli ne çok olmuş! Kelimelerin bile yerini bulamayıp, ısrar etmeden nasıl biliyorlarsa öylece cümlede yerini bulmalarını dilemekten ziyade, artık zorunlu bir tercih olarak kendilerine saygı duymam gereken vakte geldiğimi kabul etmeliyim. Taş yerinde nasıl ağırsa, kelimelerin de cümlede özgünlüğünü korumaları gerekiyor. Birisi sana ‘üzgünüm’ diyorsa ve gerisini getirmiyorsa gerçekten inanmalısın. Biri üzgünse, üzgündür. Biri değer verdiğinden bahsediyorsa, değer veriyordur. Biri eğer gerçekten hissiz ve artık senin için hiçbir hissim yok diyorsa, hissiz ve seni düşünmüyor demektir. Hiçbiri arabanın yağ yakmasından daha değerli sorunlar olmadığını anlamaya başladığımda, gözlüğümü değiştirmek için hastanenin kapısından içeri giriyordum. Bu komik gözlükten, çizilmiş ve yer yer beni utandırıp düşen camlarından, kulağımın kocaman başımla arasına giren çerçeve uzantısından kurtulmak adına özel hastanenin kapısından adımımı atıyordum.
Göz doktorunun ‘dünyayı daha net görebilmenin nesi iyi Allah aşkına, bırakın bulanık görmeye alışın. Kahredici her gün ayrı bir saçmalıklarla yeni ölümler üreten şu hayatta net görmemek daha iyi olmaz mı’ der gibi bakan gözlerinden başka yüzünü göremiyordum. Önemsiz bir yüz olamazdı. En azından yıllarca tıbbiye eğitimi almış, ciddi bir mesleğin talebeliği sırasında ailesi, arkadaşları tarafından övülmüş idealist biri olarak atfedildiğine olan inancımdan ötürü bakışlarındaki rahatsız edici izlenimi yadsımak istiyordum. Gözlükten kurtulmak adına ameliyat olmayı arzuluyordum. Yağmur yağarken ya da maske taktığım anlarda buğulanan gözlükler yüzünden önümü göremiyordum. Araba camlarının buğulanmaması için aldığım spreyden bir gün gözlüğün camlarına sıkıp, yüzüme maskeyi geçirip yürürken nefes alamadığımı düşünüp gözlüğü hemen çıkarıvermiştim. Sprey içerisinde bulunan kimyasal her neyse aşırı rahatsız edici gelmişti. Bunun için imalatçı firmayı suçlayamazdım. Böylesi ciddi bir konuda suçlanması gereken göz doktoru olabilir miydi? ‘E, tabi dolar yüzünden ameliyat masrafları inanılmaz arttı’ derken nasıl da umursamaz duruyordu. Kimileri için cep harçlığı denecek ameliyat parasını biriktirmek için ciddi bir kredi çekmek gerekiyordu. Sonra o krediyi kapatmadan, başka bir ihtiyaç için yeni krediler ardı ardına gelecek ve arzu edilen borçsuz yaşam, tüketimin minimuma indirgendiği küçük dünya mahvolacaktı.
Annem ‘oğlum bu orlon iplerden markete getirmişler. Eğer başka şubelerinde bulursan bana alır mısın’ dediği için, aynı marketin birkaç şubesine girip o iplere bakıyordum. Araba hem yağ yakıyordu hem de anlamsız şekilde bir yerinden ses çıkarıyordu. Sanayiye gidip ustaya arabayı baktırmam gerekirken, anneme orlon ip almak için dolaşıyordum. Telefonumu çıkarıp hemen fotoğrafını anneme gönderdiğim şey, annemin istediği orlon iplerdi. Sonunda bulmuştum. Dayanamayıp ardından annemi aradım. ‘Anne aradığın orlon ipleri buldum. Rengârenk karşımda, rafta duruyorlar’ dedim. O an çok yakınımda duran, saçlarına benim gibi yer yer ak düşmüş kadının gülümsediğini fark ettim. Bana dönüp ‘bunlar ip değil ki’ deyişi karşısında yaşadığım hayal kırıklığım yıkıcıydı. ‘Nasıl, nasıl ip değiller mi’ derken, dokunduğum şeylerin tayt oluşları karşısında yaşadığım burukluk trajikomikti. ‘Anne tamam tamam yanlış görmüşüm, kusura bakma, seni sonra ararım’ deyip telefonu cebime koyarken, karşımdaki kadının yanına başka bir kadın daha gelmiş, içine düştüğüm komedi karşısında zevkle hem gülüyorlar hem de bana acıyorlardı. Başarısız bir orlon ip arayıcısı olabilirdim ama bu durum karşısında mağlup olamazdım: ‘Ha ha pardon ya, nasıl da ipe benzettim bunları. Siz demeseniz elime alana kadar fark etmeyecektim. Annem istemişti de, ben de bakıyordum.’ Kadın gülümseyerek ‘bu saate kalmaz ki, onları çoktan sabahtan bitirmişler’ diyordu. Sinirlenmiştim. ‘Kaç şube dolaştım, bulamadım. Ülkede bu kadar çok orlon ip alıcısı olduğunu bilmiyordum. Hayır, sanki acil ihtiyaçları var da, her yerde bitirmişler! ‘ Marketten yine de su ve çikolata alarak dışarı çıkıyordum. On ikili su ve bir kare çikolata bir süreliğine orlon ip mevzusunu bana unutturacaklardı.
Kafaya bir kere takmıştım. Ne yapıp ne edip rengârenk orlon iplerden alıp anneme verecektim. Birkaç gün sonra Konya’da kendimi bulacak, sokaklarında, caddelerinde anlamsız bir şekilde dolaştığım iki günlük kısa bir seyahatim olacaktı. Arkadaşımın vasıtasıyla tanıştığım genç bir kadın illaki beni görmek istiyor ve hatta iki haftadır tanıdığı adamla ciddi ciddi evlenmek istiyordu. En azından kendime şans vermek istiyordum. Olmayacağını bile bile kendime seyahat adına bir bahane uydurmuş olmanın tadını yudumlamak istiyordum. Otel odasında iki gece tek başıma konaklamak, beni fazla tanımayan birisiyle konuşmak, muhabbet etmek iyi gelebilirdi. Sonuçta tepki alacağımı, türlü ithamlarla suçlanacağımı bile bile kısa süreliğine bu seyahatin ortasında kendimi bulmuştum. 67 numaralı otobüse o binip giderken, pek aşina olmadığım Konya’nın caddelerinde bir başıma yürümeye başlamıştım. Anneme verdiğim sözü, dükkânın tabelasına bakarken bir yandan düşünüyor, bir yandan da çantada pek yer yok, nasıl götürürüm o kadar ipi diye de kafamda, elimde götüreceğim büyükçe poşeti kurguluyordum. İçeri adımımı attığımda, dükkândaki sessizlik beni karşılıyordu. Rafların her biri ağzına kadar doluydu. Çeşit çeşit, rengârenk düğmeler, göz setleri, orlon ipler, saç ipleri, şişler, tığlar ve bebe yünleri rafları kaplıyordu. Genç bir kız arkası dönük halde rafların arkasında camla ayrılmış odadan görünüyordu ama oturduğu yerde biriyle konuşuyor gibiydi. Kendi adımlarımdan başka ses duymadığım için yeni bir sese ihtiyaç duyuyordum. ‘Bakar mısınız’ diye seslendim. Önce sesimin duyulduğunu düşünüp, başımı raflardan yana çevirdim. Hâlâ sesime doğru gelen ve benimle ilgilenecek kimseyi karşımda görememenin verdiği yalnızlık hissiyle üzülmüştüm. Biraz daha yüksek sesle bu sefer şansımı denedim. Uzun, gece kadar siyah, simsiyah düz saçlarıyla arkasını dönük halde duran genç kızın yüzünü görüvermiştim. Kısa süreliğine gördüğüm yüz karşısında zihnimin nasıl da hızla çalıştığını görmek beni şaşırtmıştı! Yorucu bir gündü. Konya’yı baştan sona kadar yürümüş gibi hissediyordum. Evet, gerçekten de çok yürümüştük! Mevlana’dan Meram bağlarına kadar yürüyüp, geri dönmüştük. Aptalca olduğu kadar yorucu olduğunu yeni yeni fark ediyordum ama bunları düşünecek zaman değildi.
‘Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim size’ derken, genç kızın yüzünü arayıp tarayan zihnimin çözümsüz analizi karşısında yorgun bedenimin üzerine bir de kafaca yorulduğumu anladım. Zihnim ne diye bu gereksiz uğraş içindeydi ki? Küçük, kahverengi gözlerine, ince diken gibi gözkapağı etrafına uzanan kirpiklerine, uzun ve ucu şekilli burnuna, rujla örtülü dudaklarına, oval ve uzun yüzüne, saçlarına, boynuna, belirgin köprücük kemiklerine kadar her şey bir fotoğraf karesi içinde gözlerimde belirgindi. Gülümsedim. Korkunç bir gülümseme değildi ama yine de genç kızı korkutan cinstendi. ‘Orlon ip bakıyorum’ dedim. Meselemin orlon ip oluşu karşısında genç kızın tavrında da anlık bir değişim olmuştu. O da ister istemez gülümsemiş ve ‘orlon ip mi’ diyebilmişti. ‘İleride doğacak çocuklarım için yelek, hırka yapıyorum. Rengârenk, bir sürü orlon ip ihtiyacım var. Geçerken tam buradan, sizin dükkânı gördüm ve içeri girdim.’ Genç kızın yüzündeki gülümseme silinmiş ve birden sorgulayıcı yüz ifadesinin araladığı dudaklarının arasından ‘siz mi yelek, hırka örüyorsunuz’ sorusu çıkmıştı. ‘Evet, olamaz mı? Bu iş sadece kadınlar için mi’ derken, kendi yalanıma kendim de inanmayacak kadar alaylı konuştuğumu fark ettim. ‘Ne bileyim, eşiniz için alıyorsunuz diye düşündüm’ cevabı karşısında çok geçmeden ‘anneme alacağım, çeşit çeşit, rengârenk anneme orlon ip alacağım’ dedim. Sonunda genç kız aradığı cevaba ulaşmış ve tatmin olmuş gibiydi. ‘Tabi’ dedi, ‘yardımcı olayım size.’ Her renkten ikişer tane olmak üzere, on çift orlon ip alacaktım. Fakat bu iplerle dolu poşeti yanımda taşımak, otele götürmek, otelden çıkarken tekrar alıp yanımda dolaştırmak istemiyordum. Dükkânın kasası gibi bir bölme üzerinde sıra sıra kartlar dikkatimi çekti. Üzerinde dükkânın ismi, irtibat numarası ve internet adresi yer alıyordu. ‘Size bir şey sorabilir miyim’ dedim. Genç kız ‘buyurun’ dedi. ‘İnternetten sipariş alıyor musunuz’ dedim. ‘Tabi’ dedi, ‘zaten şu sıralar daha çok internet üzerinden sipariş alıp gönderiyoruz.’ Bu cevap inanılmaz derecede hoşuma gitmiş, utanmasam kıza sarılıp ‘bravo, beni nasıl bir yükten kurtardığınızı bilemezsiniz’ diyerek küçük çapta sevinç kutlaması yapabilirdim! ‘Size bir şey söylemem gerekiyor ama sizi de bu kadar uğraştırdıktan sonra, nasıl desem bilemedim…’ Genç kız meraklı ve yorgun gözleriyle bana bakıyordu. ‘Ben’ dedim, ‘aslında burada, Konya’da yaşamıyorum. Yarın akşamda yola çıkacağım. Yanımda bunları yük etmek istemiyorum. On farklı renkten ikişer tane dedim ama aynı on renkten üçer tane alsam daha mantıklı olacağını düşündüm. Hem annem içinde daha fazla orlon ip almış olurum. Ben size adres versem, yarın bu dediğim ipleri verdiğim adrese gönderme imkânınız var mı?’ Genç kız uzunca işaret parmağını havaya kaldırıp, ipleri göstererek ‘şu bordo ve açık maviden başka elimizde yok ama isterseniz iki gün sonra gelecek o zaman göndeririz dediğiniz adrese’ dedi. ‘Yok’ dedim, ‘buna hiç gerek yok. Siz istediğiniz ve en çok giden iki ayrı rengi eklersiniz ve gönderimi sağlarsınız yarına, olmaz mı?’ Genç kız parmağını indirip, dükkânın kasası gibi duran yere doğru yürürken ‘tabi’ dedi, ‘not alayım kargo adresini.’
Galatasaray maçını aldığım iki tavuk döner ve iki ayranla beraber izlerken, kendimi rahatlamış hissediyordum. Net bir skorla Galatasaray maçtan galip çıkıyordu. Çay ya da kahve içemediğim için biraz huzursuzdum ama zevk sigaraları yine de durumu kurtarmak adına yardımcı oluyorlardı. Odadan çıkıp, resepsiyona inip ‘çay var mıydı acaba diye’ sormak bile yorucu geliyordu. Küçük, şirin bir oteldi, o kadar! Geniş yatağa girip, beyaz yorgan örtüsünü üzerime çekerken düşündüğüm tek şey ip alırken karşılaştığım genç kızdı. Sabah görüşeceğim insanı çoktan unutmuş gibiydim. Aslında o hiç olmamış gibi davranışımın bende hissettirdiği garip intiba karşısında utanabilirdim de! Sabah olacak, yeniden Mevlana’nın türbesine yakın bir yede buluşacak, beraber çok az insanın olacağı bir yere gidip, onun getireceği kahvaltılıklarla kahvaltı yapacak ve ateş yakacaktım. İlk kez bir erkek elini tutacaktı. Aslında içten gelerek bir tutuş olmayacaktı. Yapmış olduğum tamamen aptalca bir hareket gibi gelebilirdi. Elini tuttuğumda tamamen kendimi deniyordum. Neler hissettiğimi, nasıl hareket edeceğimi bu el tutuşu bana yol gösterecekti. Sonuçta beni tamamen kabul etmiş halde, her sözüme evet ve tamam diyerek beni kabul etmiş kendisiydi. Bu korkutucuydu; korkunç derecede saçma geliyordu. Algılamakta zorluk çekiyordum. Aramızdaki en belirgin bağ, arkadaşlarımızın evli oluşuydu. Buna dayanarak benimle şüphe etmeden bir yola girmeye evet demesinden hem korkuyordum hem de belirgin şekilde iğrenmiştim. Kabahatim beş dakika elini tutmak ve sonra otobüs durağında beklerken bir kere elinden öpmekti. Elini öptükten sonra niyeyse tükürmek istemiştim. Değişik bir tadın, kokunun dudağıma iliştiğini fark ederken acı bir tecrübe ediniyordum. Ben bunları yaparken, karşımdakinin bir anda yüzü düşmüş, aramıza asıl o an yüzlerce kilometre koymayı başarmıştı.
Hatalı olduğumun farkında olarak, bilerek ve isteyerek yaptığım kısa süreliğine bu şovun uzayacağını düşünmemiş olmak benim aptallığımdı. Konya’dan dönmüştüm. Artık öptükten sonra tükürme isteği doğuran elden de çok uzaktaydım. Abartıyordum, bilerek ve isteyerek abartıyor, içine düştüğüm saçma durumdan dolayı kendime kızıyordum. Madem bu ilişkinin olmayacağını söyleyecektin, neden ta Konya’ya kadar gidip, iki gün boyunca görüştün? Neden bu aptalca durumun içerisine kendini soktun? Hadi elini tuttun, çünkü iki gün boyunca çok yakın bir şekilde kilometrelerce yol yürüdünüz, bunun bir bahanesi olabilir. Neden bir vaat verir gibi genç bir Rus soylusunu resmedercesine kızın elini öptün? Sonra da tiksindim deyip, tükürme istediğinden bahis açıyorsun. Dengesiz olduğun kadar, insanları üzmek için elinden geleni ardına koymuyorsun da! Evet, dengesiz denemez ama acımasız biriyim! Çünkü intikamımı insanlardan böyle alıyorum. Sevgiyle intikamımı alıyorum. Çoğu rolden başarıyla da çıkıyorum. Biliyorum ki insanların sevgisizliğine denk geleceğim. Biliyorum ki insanlar, karşımdaki kadınlar benden bir başkasının öcünü alıyor; işte ben, rol çalıyorum. Rollerini pay ediyorum, paydaşlıkları karşısında en acımasız insan ben oluyorum, olacağım da! Neden peki, bu kötülüğe ihtiyacın mı var? Biraz sonra genç kızın, yani Zeynep’in yaptıklarını anlattığım zaman bana hak vereceksin. Peki!
Annem çeşit çeşit, rengârenk orlon ipleri karşısında bulunca çok sevinmiş, bir o kadar da şaşırmış! Hemen beni arayarak ‘oğlum bu kadar ip mi istemiştim ben, niye böyle bir şey yaptın, çok para harcadın yazık değil mi’ demişti. ‘Güle güle kullan canım annecim, keyfine bak sen’ dedikten sonra ‘inşallah çocukların giyer güzelce yaptıklarımı’ diye karşılık verince, ‘tabi, olmayan torunlarına değil mi’ gülerek cevap veriyordum. O büyülü anları, insanların kısmi mutluluklarını bozmakta üzerime yoktur. İyi bir insan olmayı, merhamet timsali gibi etrafta gezinmeyi hiç dert edinmedim. Fakat ‘merhametlisin, çok iyi bir adamsın’ lafını çokça işittim. Hiçbir faydası olmayan bu işittiklerim karşısında en azından anneme aynı türden tepkiler vermemem gerektiğini bir türlü öğrenemedim. Menfaatsiz sevgi deniliyorsa hayatta, salt bir sevişten bahsetmek gerekiyorsa çoğunlukla bu türden sevgileri anne baba sevgileri arasından bulma iddiasına da girmiyorum. Güvensizliğimin sınırları o kadar korkutucu bir hal aldı ki, kendime karşı bile set çektiğim oluyor. Yine de annemi üzmemiş olmayı dilerdim. Fakat onun da benim hoyratça cevaplarıma, tatsız tutsuz, çekilmez bir adam oluşuma alıştığını biliyorum. Böyle bir insan oldum, maalesef bile diyemeyecek kadar emin olarak!
Birkaç gün sonra telefonum tamamen kapanıp, artık ömrünü yitirdiğini tamirciden öğrendikten sonra birkaç gün telefon almadan hayatıma devam etmeye karar verdim. Eski, yarı çalışır haldeki telefona sim kartını takıp, internetsiz ve sosyal medyasız bir hafta geçirdiğim günler güzeldi. Yeni telefon aldığımda acı bir gerçekle karşılaşıyordum. Rehberimdeki üç dört insan harici kimseye telefonumun bozulduğunu söylememiştim. Kimse merak edip ‘nerelerdesin, nasılsın’ diye yazmamıştı. Çok aktif bir sosyal medya kullanıcısı olmasam da, yine de böyle bir merak odağı olmayı umuyordum. Basit insanların, basit zevkleri ve saçma hevesleri olur. Benimkisi de o hesaptı! Çoğu sitenin ve uygulamanın şifrelerini unuttuğum için baştan şifreler almam gerekiyordu. Bir uygulamaya giriş yaptığımda, mesaj bölümünde ‘mesaj isteğiniz bulunuyor’ bildirimi dikkatimi çekmişti. Zeynep ismini görünce bir an düşündüm. Bildiğim tek Zeynep kuzenimdi. Mesaj atan hesaptaki fotoğrafa bakınca bir süre daha düşündüm. Tanıdık bir yüzdü ama kim olduğunu bir türlü çıkaramamıştım. Attığı mesaj tek cümleydi. Aşırı saçma ve gereksiz bir öznel yorumdu:’ Ne kadar da bilgili birisiymişsiniz!’ ‘Zeynep, Zeynep, Zeynep…’ diye düşünürken, Konya ve orlon ipler gözümün önüne geldi. Neye binaen beni bilgili gördüğünü merak etmiyordum. Benim hesabımı bulup, bana yazması tek ilgimi çeken şeydi. ‘Merhaba, ne hoş bir sürpriz bu! Gönderdiğiniz ipleri annem çok beğendi. Nasılsınız, iyisiniz umarım’ diyerek cevap yazdım ve sonra yeni telefonumla birbirinden anlamsız fotoğraflar çekmek için dışarı çıktım.
Gecesiydi. Mesajına verdiğim cevabın gecesiydi ve ben okuduğum mesajlara anlam vermeye çalışıyordum. ‘Şu an öyle güzel ki uçları, sende okşamak istemez misin?’ Dükkânda uslu bir genç kız olarak gördüğüm ve yüzü zihnimde çok farklı analizler yapmama sebep olan varlığın mesajları karşısında afallamıştım. Anlam veremiyordum, anlam veremediğim gibi nasıl bir cevap vereceğim konusunda da rahatsızlık hissediyordum. Çok farklı, renkli kişilikler tanıdığıma inanıyordum ama her seferinde başka türlü şaşırmayı başarıyordum. Zeynep’in yapmaya çalıştığı şeyi algılamak ve anlamlandırmak istemiyordum. Sahi, ne yapmaya çalışıyordu? Bunu sormalıydım. Aldığım cevap bir o kadar gereksiz olacaktı, bunun da farkında olarak ne yapmaya çalıştığını sormalıydım ve sordum. ‘Ben’ dedi, ‘şu an ovulasyon dönemimdeyim. Keşke şu an görebilsen ne kadar dikleştiklerini! Şu an onları okşuyorum.’ Birkaç hafta önce biri, elini birkaç dakika tuttuğum için kendisine çok büyük haksızlık yaptığımı ve kendisinden ayrılmak istediğimi söylediğinde bunu yazarak yüzüme vurmaya çalışırken, bir başkası birkaç dakikalığına çalıştığı dükkânda gördüğü bir adama meme uçlarının nasıl dikleştiğini ve görmek isteyip istemediğimi soruyordu. Dükkânda gördüğüm genç kızla bana yazanın aynı olup olmadığını merak ediyordum. Sonuçta şüphe etmekte sonuna kadar haklıydım. ‘Evet’ diyordum, ‘dediğin kadar dikleştiğini ve güzel olduğunu biliyorum. Fakat benim için önemli olan o uçların altındaki kalp ve aklın. İçine düştüğüm bu mizansen karşısında çıkış yolunu, ona gerçekten değer verdiğimi göstererek bulmuştum. Birkaç gün boyunca yalnızca uslu bir kız olmasını bekliyordum. Attığı seksi fotoğrafların, cinsel mesajların üzerimde niyeyse bir etkisi olmadığını ona da inandırmak istiyordum. Her şeyden önce insan gibi iki çift laf konuşamamanın vereceği zararları biliyordum. Şaka da olsa birinin bana ‘sapık mısın’ demesi karşısında nasıl deliye döndüğümü iyi biliyordum. Bunun için her şeyin, cinsel bir arzunun bile karşılıklı olması gerektiğine, daha ötesi öncesinde aklın ve kalbin bir konuşabilme gerekliliğine inanıyordum.
Müzmin bir romantik değilim ancak kelimeleri severek yan yana getirdiğim çok olmuştur. Balık burcu olduğunu, aile içi kutladığı doğum günü fotoğraflarını bana attıktan sonra öğrenmiştim. Zeynep’i çok tanımasam da, eğer gerçekten balık burcunun özelliklerini taşıyorsa, ona nasıl davranmam gerektiğini iyi biliyordum. Nelerden dolayı, nasıl benden uzaklaşacağını hesaplamama, uzun uzadıya düşünmeme bile gerek yoktu. Tanışmamız tamamen şans eseri, orlon ipler üzerine olmuştu. Kendisini beni merak edip, sosyal medya hesaplarımdan biri vasıtasıyla bana ulaşmıştı. Acıdır ki; insan gibi düzgün muhabbet etme hevesimi ilk geceden o benden almıştı. Yalnız, sevgiye su kadar muhtaç bir insanın, muhatabında merak ettiği ilk şeyin iki meme ucu olmadığını iddia edebilir ama kendisine kanıtlayamazdım. Çünkü aklında ve hayalinde erkeklerin yalnızca karşı cinsleri iki memeden ve bir vulvadan ibaret gördüklerini düşünecek kadar basit bir görüşü vardı. Ciddi anlamda bunu düşünüyordu. Kendisine rol yapacak kadar dinç değildim. Yıllar ve yüzler sadece bana yorgunluktan başka bir şey vermemişti. Onu arzuluyor muydum? Hayır, bunu bile istemiyordum. Çünkü ne benim arkadaşlığımı ne de dostluğumu istiyordu! Aklınca bir oyun tasarlamış ve onun doğrultusunda saçma hareketler yapma peşindeydi. Gerçek bir seven olabilirdim, eğer gerçekten sevilebilseydim! Yıllar beni her defasında yanıltmayı başaran insanlarla yaşlanmama müsaade ederken, geri kalan ömrümden tek beklenti gerçekten değer görmekten, gerçek anlamda sevilmekten başkası olamazdı! Ben bir başkasının oyun adımı, hamlesi ya da geçici bir hevesi olacak kadar artık alçalamazdım!
‘’Taş yüklü bu aralar. Böyle söylediler mi bil ki bir ağrı ve sonraları rahminden çıkaracağına ait sancıyı barındıracaktır. Hayat böyle olsa gerek! Ağrılar ve sancılarla çevrelenmiş bir yüzyılın kapısında teknolojik bir itiş kakış içerisindeyiz. O dükkândan hiç içeri girmeseydim, annem orlon ip istemeseydi belki de seni hiç tanıyamayacaktım! Şans bu ya; iki gün önce doğum gününmüş ve biraz daha geç kalsaydım nasıl da kahır dolardım böylesi bir sürprize!
İyiye dayandırılmış, mutluluk süsüyle bezenmiş ve insanı bir an da olsa aldatmayı beceren cümleler kuramıyorum. Fıtrat meselesi; belki de yıllardır süregelen yazmanın vermiş olduğu ciddi bir bıkkınlık! Nice öykü sonrası kendimi ait hissettiğim yerin aslında gece ve yalnız bir koltuk olduğunu anladığımdan beri hayal bile kurmaz oldum. Bu yüzden bizimkine ‘alaylı’ denilen yazarlık işine bile çoktandır paydos demiştim. Kendimi anlatacak değilim, bunun için fazlasıyla ruhumu yorgun hissediyorum. Yine de bilgisayar karşısına geçip parmaklarımı klavyeye emanet bıraktığımda zihnimin mahzenlerinde hayallerin kıpırdadığını hissedebiliyorum. Eğer aciz olsaydım, hiçbir şeyi başaramayacak kadar sefil bir ruha sahip olsaydım inan bunları bile şu an cümlelere dökemezdim fakat benim asıl karanlığım ve çıkmazlara beni itiveren şey yine kendi yalnız kırılışlarım. İnsan kendini böylesine kırar mı? Elbette! Bir başkasının olmasına gerek bile yoktur. Başkaları daima bizim için kalbimizi bir sunak gibi ortaya çıkardığımız test meydanımızdır. Bir başkasının olgusu yalnızca imajın gerçeklik oyunundan ibarettir. En çok insanı kendisi kırar, kendisi üzer. Bir başkası ne yaparsa yapsın, iz bırakır ve gider. Ancak insanın şeyhi ve iblisi ruhunun derinliklerinde yatan bilinmeyen bir karanlıktır.
Şimdi kendi karanlığımdan uzun uzadıya bahsedilecek an değil! Sen varsın; senden bahsedip, yüzünün hatlarının dünyada kapladığı alana dokunur gibi senden bahsetmeli. İncitilmemeyi hak eden küçük üzüm tanesi gözlerinle baktığın dünya için belki bir söz bulamayız ancak kalbinin içinde neşeyle gülümseyen ve çok zorlanmadan yüzündeki tebessüme sarılan güzellikten bahsetmeliyim. Bundan sende bahsetmelisin! Kendine ait güzelliğin farkında olarak, bir o kadar da nasıl da karanlıkları aydınlatabildiğini yüzüne sorabilmelisin. Buna cesaretin olduğunda belki de ‘ego’ her şeyin sahibiymiş gibi davranmak isteyecektir ama sen yine de ruhunun kaynağındaki saf güzelliğin yüzüne sarılışına her defasında izin vereceksin ve veriyorsun da! Nasıl bir çılgınlık benim bu söylediklerim; dizleri kasan laktik asit kadar da sıkıcı ve yoran! Evet, yoruyorum. Önce kendimi, sonra dünyamı ve en son görebildiğim nadir de olsa güzellikleri!
İşte sözün saçmalara bölünüp, Nuh kavminden beri alışagelmiş lafazanlığıyla kinik ustalarına yakışır cinsten bir harabe içinde sana yazıyorum. Yüzüm bile eskisi kadar sıcak değil! Kalbim yorgun bir savaşçının son duasını mırıldanıyor. Bir tüle benzeyen saçların parmaklarımın arasındaki kömür kalemi içinde uzadıkça uzuyor… Yüzün yeryüzünün en güzel öznesi, bir anlık, belki cümlelerim birazdan bitene değin Ay gibi parıldamalı!
Bir şiir girmeliydi araya şu an. Hayır, şiir eksik kalsın; nazım misali cümleler uzamalıydı yüzünle beraber:
‘Gül be çiçek, ömrün azdır! Sana koyulan isminin nazlı tenine son buseyi koyup, hicrana râm olurken, memleket gibidir kokun. İşte köyü olmayan, yığınla yalnızlığı hayatına bölüşmüş bir adamım ben. İsmin bir sebil misali dudaklara akar önce ve susamış bir güvercinin kursağından içeri akmadan gagasında düğümlenir. Toprağın nemli gurbet, güvercinler uçar pencerenden. Kuşlar da bir renktir ve bir tövbe. Mavidir günün; günün, gündüzün, gecen bir başka mai! Beni hasretler de bulursun, beni şimdi Ay gibi yüzünün hasretiyle öldürürsün. İnsan her gün ölmeyi bir kez vuslata tercih etmeye görsün. Vuslat bile demi değildir onca özlem dolu günlerin. Söner, Güneş bile söner yeri geldi mi ve sen bunu bile bile gözlerine pay edileni, gidersin.’
Ne acı; bu pencere de karanlığa açılıyor. Siyah, beyaz benekleriyle bir elbise içerisinde varlığın meltemi andırıyor. Uzaktan, kısa süreliğine yüzüme dokunuyor. Sen gecenin son güzel şarkısı gibi oracıkta dudaklarını büküp, ellerinle yüzünün coğrafyasında bir şehir bulup, kimseye haber vermeden gidiyorsun.
Sahi, doğumun günüdür insanı anlamlı kılan ve gözlerinin altındaki çizgileri dolduran! Bilmem doğru mudur ve yine pek anlamadığım bir mevzudur ki; senin gibi gülenler içindir kutlu doğulan günler.
Şimdi parmak ucunda yer açtığın yüzünün şehrine bakıyorum karanlığım içinde. Seni görmek için böylesi bir yoksunluk gerekliydi! Gecenin bahsettiği o ışık sen olmalıydın.
-bir kez daha gülebilir misin kimse şehirlerini istila etmeden? ‘’
Oturup bunları yazmış ve Zeynep’e göndermiştim. Ne küstah ve uslanmaz bir budala olduğumun farkındayım ama bu yazdıklarım, sonradan yazacaklarım için bir giriş, girizgâh hükmündeydi. Açıkça oynanan oyuna karşılık vermiştim. Artık yorgun ve besbelli ayak oyunlarından tiksinmiş bir adam olabilirdim ama reste karşılık rest çekmeden de masadan kalkmayacaktım! Bana oynanan her türlü oyun için elimdeki en büyük koz, alev topu gibi gözlerimi yakan âşık adam rolüydü. Bunun için sahip olduğum sadece birkaç kelime vardı ama bunların etkisi kıtaları bile aşabilirdi. Günaydın mesajlarında onun varlığıyla Güneş doğuyordu. Gece, onun nemli dudakları arasındaki katli vacip köleler için azat mevsimiydi. Gün geçtikçe telefon aramaları, sesli mesajlar ve mesajlar azalmaya başladı. Ben, modern ve tezat bir Edgar Poe olamazdım, ancak olabilseydim Victor Hugo’nun şapkasındaki cinlerden biri olabilirdim. Şapkadaki cini kendisi çıkarmayı başarmış, suskun kelimelerimi, cümlelerimi ne kadar gereksiz biri olduğunun farkına bile varamadan üzerine almaya ve bu cümlelerin altında kalmaya başladığı andan itibaren de benden kaçmaya başlamıştı. Banyodan çıkışta attığı seksi fotoğrafların yerini, attığım normal bir mesaja saatler sonra verilen ‘evet’, ‘doğrudur’, ‘ben de üzgünüm’,’ müsait değildim’, ‘yeni uyandım’ cevapları alacaktı. Son derece keyifli bir sona doğru ilerliyorduk. Bir keresinde üzerine iyice gittikten sonra uzunca bir ses kaydı atmıştı. Kendisinin uzun süreler o lanet olası dükkânda çalışmak zorunda olduğundan, atanamadığı için üzgün olduğundan, artık atanma ümitlerinin de kalmadığından, atansa bile mutsuz olacağından, mutsuz olacağı içinde kimseyi mutlu edemeyeceğinden bahsediyordu. Bahaneler ve yalanlar ardı ardına sıralandığı zaman daha az yorucu geliyorlardı.
Arkadaşımın itiraf dolu eşinden şikâyetini daha iyi anlıyordum. Sonuçta Zeynep’e ben de şiirler yazıp, şiirler okumuştum. Balgam dolu sesim için ‘ne de güzel, oturmuş sesin var’ diyerek yalan söylüyordu! Ah şu yalanlar ve kadınlar! Hayatımda şiirden ölesiye zevk alan, fakat sırf bu karşılıklı yalanlardan ötürü nefret etmiş tek bir kadın tanımıştım. Onun yaşadıkları her şeyden öte hayatın kendisine küfür ettirecek kadar berbat ve yorucuydu. Yine de gerçekti. Alev alev yanan başını saçlarıyla ılıtan o kadının, omzuma başını koyuşlarını hatırladım. Zeynep çok geride, kalpte bir mühür gibi saklanan bazı yaşanmışlıkları hatırlatacak kadar toydu; yalancıydı, yalandı. Kalpte mühür gibi kalmış insanlar her ne yaşanmışsa yaşansın yine de acıyla sarılı saygıyı ömrünün sonuna kadar hak ederler. Peki, ya Zeynep gibileri? Saygısızlığın en büyüğünü, sevgi dolu cümlelerle hak edecek kadar alçaldıklarını bile fark edemezler! Ne acı, hatta komik; kuşların söylediği yalanlar kadar şiir ve yaşanmamış!
Mahrem-i esrarı; şiirin ve yaşamın tam ortasında, bir şairin kısa nüktesine o kadar da yakın ki! Bazen bir ‘r’ harfi bile fazla gelir, bazen de bir ‘m’ harfine bile muhtaç kalırım. Yine de inanma, şair demiş: ‘ kuşlar bu yalanı her bahar söyler. İnanma, ceketim, inanma!’
İnanmıyorum. Bazı kadınlar şiire de, söyleyen adama ve şiiri söyletenin aynada görünen yüzüne de inanır. Yine de inandığımı bilsinler. Ben buna inanmıyorum!
YORUMLAR
Zeynep'ler kendisine öyle davranılmasına alışkın olduğu için, belki intikam alma adına artık herkese öyle davranıyordur.
İlk terk edilişidir buna sebep.
İlk teslimiyeti yanlış kişiye olmuştur.
Sonrası onu takip etmiştir.
Sonra bunu rutin bulmuştur.
Artık herkesin tek görmek istediğinin iri göğüs başları olduğuna inanmıştır.
Sonra arayışları farklı boyuta taşınmıştır.
Karakterinin sevileceğine inancını kaybetmiştir.
İlk kalbini verdiği ona nasıl davrandıysa, onun gibi davrananlar artık ilgisini çeker.
Bu davranışının ardında, unutalamayan bir yürek ve derin bir nefret gizli.
Hikayeniz kurgu mu, gerçek mi, bilmiyorum ama, Zeynep'den aldığım izlenim bu.
Zeynep'ler artık dürüstlüğü bulunca yadırgıyor olmalı.
Beklentileri hep aldatılmak olmuş gibi...
Yarısında okumayı bırakmayı düşünsem de, yazıları bitirmek adetimdir, sonuna kadar okudum.
Sonu beklediğimden farklıydı.
Ve sonunda edindiğim kanı da yukarıdaki yorumum oldu.
Hayırlı geceler.
HakkınSesi
"Elif" bile tektir, bir duruşu vardır. Fakat onu bile iki hamlede zikrederken, bu yazıda geçen önermeye dahi pek çok kanaat sunmak mümkün. Tıpkı "her insanın bir beklentisi vardır, ancak her bekleyen şairliğe özenmez" gibi yeni yeni önermeler var eder.
Elif_V_Mim
İstiklal marşı okuduğum en uzun şiirdi. Onu da marş diye okurdum. 12 kıtayı da ezberlemiştim.
Han duvarları sonra okuduğum.
Elli yaşımda şiir yazmaya başladım.
Bir göze yazılan dörtlük ve Gözlerin istanbul Oluyor Birden ile başlayan şiir dünyamda o zamandan beri varım.
Şiir sevmeyenlere şiir yazdıran yoktur.
Yazdıran olunca seviliyor.
Elif_V_Mim
Hoş olmayan hatıraları hatırlattıysam; özür. affola.
HakkınSesi
Elif_V_Mim
İki senem var. Onları yaşlı bulurdum. Şaşardım anne babamın o aşkına
Onların yaşına gelince anladım onları.
İnsan kolay yaşlanmıyormuş.
Ama ben ihtiyarladım...
HakkınSesi
Çevrenizde olan insanlara bir güzel söz ile bilse olsa faydası olursa insanın, o insan güzelliğin peşindedir. Kötülük çok.
Ömrünüz bereketli olsun.
Yazını 25 dakikada okudum. Arada kızıma kahvaltısını bitirmesini söylemek için kalkmalarım dışında, dolu dolu 25 dakika hikayenin içindeydim. Bilirsin severim uzun yazıları. İlk paragraftan anlarım okumanın keyifli olup olmayacağını. (Kendi keyfime göre tabi) Kadınlar şiir severler mi, sevmezler mi ? Sanırım şiir yazan kadınlar buna objektif bir cevap veremezler.
Çok fazla örgü ören bir insan olarak, hikayenin "ip üzerinde yürümesini" sevdim. Ama yüncü kızı sevmedim. Hiç onca yumuşacık, parlak ve güzel yünün içinde saatler geçiren bir insan, o kadar sığ olabilir mi? İpin ve örgünün bir felsefesi vardır. İyileştirici etkisi vardır. (Ayrıca daha az sigara içmeyi sağlıyor.) Böylesine faydalı bir işle iştigal bir kadının bu kadar gereksiz olması acayipti.
Ne düşünüyorum biliyor musun? Bu zamanda kadına en büyük şiddeti yapan kendi biricik varlığıdır. Öğretmen bir arkadaşım der ki:" Eskiden erkek öğrencilerle başımız dertteydi. Şimdi kızlarla."
Anne babaların değil, telefonun büyüttüğü çocuklar bunlar. Zeynepler bitmez.
Uzun bir aradan sonra okudum seni. Bir kaç dikkatsizlik hatasını saymazsak :) hala hatıralarımdaki gibi dolu dolu yazıyorsun. Keyifle sona kadar götürüyorsun. İyi ki de denk gelmişim. Artık buraya daha fazla zaman ayırmak niyetindeyim. Umarım daha sık karşılaşırız kardeşim.
Selametle inşallah.
Şu animasyonu çok severim, müsaadenle paylaşayım istedim:
https://www.youtube.com/watch?v=_qGejlqogu4
Yazıyla ne kadar ilişkilendirebiliriz bilmiyorum; illa bir yerinden örüyoruz, örülüyoruz, dolanıyoruz o iplere, doluyoruz o ipleri boynumuza, boğazımıza ve hatta…
Yazıyı ilk eklediğinde iki kez okumuştum. Şimdi bir üçüncüyü okurum diye oturdum yazının başına; ama öyle bir gün içindeyim ki; örgü şişlerini orlon ip yumağına saplayabilirim.
Ne kadar iyi bir yazar olduğunu bir kez daha söylemek istiyorum.İşlediğin konu her ne olursa olsun senin yazarlığın her daim bir adım önde ilerliyor.
Yazdığın için kendi adıma teşekkür ederim. Seni okumak büyük şans HakkınSesi.
Selamlarımla.
HakkınSesi
Sağ olasın..
HakkınSesi
Hayat şiirle örülü dostum, beğensek te beğenmesek te. Ben yazını bir hayli beğendim.
HakkınSesi
Sizi görmek güzeldi.
Ben örgü örmesini falan bilmiyorum ama şayet bir erkeği elinde şişlerle örgü örerken görseydim onu sevimli bulurdum...illa ki vardır bi yerlerde cinsiyetini bir kenara bırakıp sıkıntısını iplikle de olsa örebilen...
bir kadın örgü örüyorsa bil ki ya depresyondadır ya da kimseye anlatamadığı bi derdi sıkıntısı vardır...
geçenlerde marketin birinde adamın biri yüksek sesle cep telefonuyla konuşuyordu..içimden 'al işte!' dedim 'bütün dikkatleri üstüne çekmek isteyen, sesini herkese duyurmak isteyen biri daha'...tabi ilk başta kurduğu cümlelere kulak vermemiştim, sadece sesi yankılanıyordu...sonra sesin geldiği yere dikkat kesilince aynı cümleleri tekrar tekrar başa aldığını farkettim...hiç huyum olmadığı halde başımı çevirip kendisine şöyle bir bakma ihtiyacı hissettim...meğer adam telefonla konuşmuyormuş, kendi kendine anlatıyormuş...'bir komunist partisi kurdum diye şimdi de beni dinlemeye almışlar, gözetliyorlar beni' şeklinde anlatıyor politik bir şeyler ve sistemi eleştiriyordu ama öyle aklı başında güzel konuşuyor ki belli adam boş değil baya birikimli...ben tebessüm ettim aslında sempati duyduğumdan yaptım yoksa diğerlerinin yargılı tavrıyla 'anormal' hiç bulmadım yani...çünkü gerçekleri söylüyordu...bizim yüzleşmeye korktuğumuz, tartmadan-ölçmeden içinden geldiği gibi katıksız, çıkarsız söylüyordu aklına geleni adam...ve iyi de yapıyordu..ne söylese azdı...hakkıydı...
sonra kasaya geldi...alaycı tonuyla ve ironi karışık 'aman dikkat edelim bir metrelik mesafemizi güzel koruyalım! ne de olsa en iyi bildiğimiz şey..neden? niçin? hiç sormayalım!' dedi...o benden önce çıktı dükkandan...ben çıktığımda da hala konuşuyordu...iki tekerlekli pazar arabasıyla yayan gelmişti...üstünde yılların eskittiği izlenimini veren, zeytin yeşiline çalan ve rengi solgun bi mont vardı...ve sanırım yine uzun bir süre tarak yüzü görmemiş, ara ara kırlaşmış ve keçeleşmiş saçları, kirli sakalıyla hayata meydan okuyup 'yılmadım, ayaktayım!' dercesine inadına diretiyordu...
işte ben bu adamın aykırı duruşunu, başına buyrukluğunu ve bu boş vermişliğini sevdim...taktığı bi maske yoktu, neyse oydu...sürüden ayrılmıştı ve böyle daha mutluydu...deli damgasını yaftalamış olsalar bile, hepimizin en akıllısıydı o...
yazına gelecek olursak fazlası vardı, eksiği yoktu...kendinle iç içe... dertleşir, mektuplaşır gibi...öyle derin...öyle güzeldi...
teşekkürler hakkınsesi...
HakkınSesi
Yorumdan öte ufuk açtın Gule. Hoş gelmişsin.
Gule
Şiir sevmeyen kadın çoktur
Ama şiir yazan adamları seven kadınlar da çoktur
Yine çok uzun bir yazınız. Bazı paragrafları kısa keserek okumuş olsam da, bu kalemin kalitesini biliyorum ve çok beğeniyorum.
HakkınSesi
'Şiir sevmeyen kadın çoktur
ama şiir yazan adamları seven kadınlar da çoktur' yorumunuz da önermenin sınırlarını genişletiyor. Güzel olan da bu etkileşim.
Yorucu paragraflar tam da zeynebe gönderilen kısım işte...kadınlar şiir sevmez denemez ama bu çok derin bi konu haline gelebilir konuşulursa...bazı şeylerin değeri niye farkedilmiyor ki...donuyor zaman bazen...seni okumak için yola çıkmayı beklerdim...bir saatlik bir yolculuktu her gün çıktığım genelde sabahları çünkü hep uzun uzun yazarsın ve evde okumaya fırsat bulamazdım...şimdi büyüdü çocuklar kendime vaktim çok ama gönlüm yok...selametle güzel insan
HakkınSesi
Kendimi fazlasıyla yorgun hissetsem de ara ara yazınca yine uzun, yoran bir bütüne karışmaktan da kendimi alıkoyamıyorum.
Umut bile eskiyor ama gönlünü ferahlatan günlere diyelim..