- 338 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ANILARIN İÇİNDEN 12
ANILARIN İÇİNDEN 12
Eve diplomamı getirdiğim gün , beni bu kez mahalle hocasına gönderdiler.
Bodrum katta onbeş yirmi çocuk beton üstüne serilmiş kuru hasır üzerinde "ebced huvvez" öğrenmeye başladık. Hocadan ziyade herkes birbirini çalıştırıyordu. Hocamız sadece dinlemeye geliyordu elinde sopası ile. Korku belâsı öğrenmek için çaba sarfediyorduk. Nöbetleşe temizlik yapıyorduk. Tuvaleti fırçalıyor, bahçeyi sulayıp yıkıyor kuzularına yem veriyorduk.
Samiye hocamız annesi ile birlikte yaşayan 35 yaşlarında hiç evlenmemiş beyaz tenli iri siyah gözlü güzel bir kadındı. Onlar her zaman bizlerin yanına gelmezlerdi. Bodrum katında kuru bir hasır üzerinde oturur sureleri okur ezberlerdik. Hocamız belirli saatlerde gelir bizleri dinler çalışmayanları kâh azarlar kâh döverdi. Ben hiç dövülmedim. Çünkü çabuk öğreniyor ezberliyordum. Ancak,nöbetçi olduğum ,haftada bir gün kuyudan kovalar dolusu su çekmek, ekinliği sulamak, havuşu yıkamak,tuvalet taşını kazırcasına temizlemek bana zûl geliyordu. Çok yoruluyordum. Üstüne üstlük, ya sabah erkenden veya ikindi vakti nöbetimizde iki kişi mutlaka kuzulara (dört beş kuzusu vardı hocamızın) karpuz kabuğu toplamaya çıkıyorduk. Genelde sabah erken saatlerde gönderirdi bizleri. Kimseler görmezdi. Ellerimizde torba, her kapı önünde çöp kovası olur ve onların içinden karpuz kabuklarını toplar gelirdik.
Bir gün o sokakta fazla kabuk bulamayınca çocuk aklı işte ana caddeye çıktık. Câhvar âmmi fırınından bizi görüp babama: ’’Senin kız karpuz kabuğu topluyordu’’ diye söyleyivermiş. Üzerimdeki elbiseyi ve yanımdaki arkadaşı da tarif etmiş. Babam derhal eve gidip annemi tembihleyerek hocamıza göndermiş. Annem gelip hocam ile neler görüştü ise bir daha beni hiç kabuk toplamaya göndermediler. Diğer arkadaşlarım bile artık nadir gidiyordu. Herkes evinde kuzulara yiyecek biriktirip gelirken getirmeye başlamıştı.
Hoca arkadaşlığı çok farklıydı. Hepimiz çok masum çocuklardık. Yaş aralığı 8 ilâ12 aralığındaydı. 12 yaşındakilere hep abla derdik. Evden gelirken bazen limon tuzu, tuz ve toz biber karıştırıp getirir onu sevdiklerimizle paylaşır avuçlarımızda kimse görmeden yalardık. Paramız olunca horoz şekeri alır, sokaklarda seke seke evimize koştururduk.
Bu arada mahallenin kadınları ikindi vakti bize toplanırlardı. Önceleri aldıkları bir destanı okuma yazma bilmedikleri için saklarlar bizim evde toplandıklarında bana okuturlardı. O arada kırmızı mercimek ateşte kaynar, bulguru onunla ıslatır üzerini kapatırdı annem. Ben o destanı okuyup bitirince kimi küfteyi yoğurur kimi ayran çalkalar kimi turşu çıkarır havuşta güle oynaya yerlerdi. Destan okuduğumda ağlayanlar, şimdi hiçbir şey yok gibi gülüşüp eğleniyorlardı. Oysa ben okuduğum o destanların etkisinden kurtulamıyordum. Her gün ikindi vakti bizim havuş kadınlar kahvesi gibi olurdu. Örgüsünü alan bizim eve gelirdi. Destan yoksa babam ile Ankara’ya gittigimizde babamın bana aldığı üç beş Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarından okuturlardı. Onlarda o kadar facialar yaşanıyordu ki; okurken ben bile ağlıyor üzülüyordum.
Farkında değildim ama bizim havuş kültür bahçesine dönüşüyordu. Çünkü Hamide deyza, Emine abla, Döne abla, Küfayet abla, Nigâr abla , Meryem nenem (kaçağa gitmemisse), Nejat abla (Kıttış uzak gittiyse gelebilirdi) ve Annem... Bunların hiç birinin okuma yazması yoktu. En az otuz sayfa mutlaka günlük okuma yapıyordum onlara. Ben okurken etkilenir sessizce dinlerlerdi.
Bazen Emine abla birden bağırırdı: ’’Ciğerlerin dökülsün de ağzına gelsin, üvey baba deying senin’’ derdi. Kendisi de üvey baba elinde büyümüş annesi onu üvey baba zulmünden kurtarayım derken çocuk yaşında kocaya vermiş. Ben okurken bağırır ağlar söylenirdi. Ama kitap okumam bitince gülüşür eğlenirlerdi.
Birisi iyilik yapıyorsa çocuğa: ’’Sâkkeling ağara sening. Babaña rahmet ’’der, yüreğini soğuturdu. Günlerimiz böyle geçiyordu. Bir gün babamdan kitap istemiş annem. Zaten Hacdan yeni gelmişler. Babam da peygamberimizin hayatının anlatıldığı oldukça kalın bir kitap alıp getirmişti. Onu okuyacağım diye tüm mahelle aksaksız her gün bize doluşmaya başladı. Muhtarın Sabo deyza da Fattum abla da eksik kim varsa....
Havuşa atılan minder sayısı fazlalaştı. Ben on yaşında bir okuyucu. O kitabı pür dikkat dinlerlerdi. Abartmıyorum. Şayet islamiyetin gerçek anlamda ne olduğunu ögrendilerse o kitaptan öğrenmişlerdir. Yaz tatili boyunca ben hâtim indirinceye kadar onlara da o kitabı bazen yirmi, bazen otuz sayfa okudum.
Bu arada babam evde Kuran-ı rahatça okuyabilmemiz için çok güzel bir rahle yaptırmıştı.
Bir iki ay içinde Kur’an öğrenip hatim indirdim, ödülüm ise hatim töreni oldu. Mevlütlü ilahili yemekli bir tören.
10 yaşında hem ilkokulu bitirmiş hem de yaz tatilinde Kuran-ı Kerim’i hatmetmiştim. Babam’’ hevesi kalmasın hatim düğünü yapalım’’ dedi. Nuray ile bana özel bir kumaştan gelinlik diktirildi. ’’Cuma günü selâdan önce mevlüdümüz var buyrun’’ diyerek annem, eş dost akraba konu komşu herkesi davet etti.
Farklı bir mutluluk yaşıyorduk. Kazanlarda yemekler pişiyordu. Annem ve Meryem nenem hocaya götürülecek hediye sinilerini hazırlamışlardı. Samiye Hocama ve annesine babam kumaş mağazamızdan çok kaliteli kumaşlar kestirip getirtmişti. Annem çarşıdan ilâve çamaşırlar alıp paketletmiş, baş örtüleri çorap gibi şeylerle siniyi doldurmuşlardı. Bir kaç sini içinde tepeleme çerez hazırlamışlardı. Evimizde büyük bir telaş ve koşuşturma vardı. Misafirler gelmeye başlamış, hocamızı bekliyorduk. Hocamız ve annesi siyah çarşaflar içinde yanlarında onbeş yirmi tane küçük arkadaşlarım ile çıkageldiler. Hoş beşten sonra beni oturtup farklı bir kaç ayet okuttular. Sonra Samiye hocam ve bir iki kişi daha ilâhi okuyup arkadaşlarım ile beni bir halka haline getirip ilahiler eşliğinde döndürdüler. Başımızdan aşağıya çerezler serpildi. Yemekler yendi. Hediyeler verildi. Ve biz tüm çocuklar, hocam gider gitmez o halimizle sokağa çıkıp memleket çizip seksek oynadık.O ana kadar çok mutluyduk.
Ancak benim hayatımın esas acıları bu günden itibaren başladı.
On yaşında bir kız çocuğunun hayata cıvıl cıvıl başlayacağı gün ben artık eve kapandım. Kapatıldım. Anlamıştım artık benim için dış dünya diye bir şey yoktu artık. Arkadaşlarım okula gidecek ben gidemeyecektim. ’’Okumak yok unut!" demişti babam. Kapının önüne bile çıkarken başını örteceksin artık. Kur-an okumayı da öğrendin. Artık her şey günâh. Haklıydı. Ben bu günâh dünyaya neden gelmiştim sanki. Yaşamak ne içindi. Annem gibi ha bre çocuk doğurup hep iş yapacaktım. Çocuklarıma da bir faydam olmayacaktı. Kendime faydam yoktu ki.
Bir an, aklıma iç odadaki babamın kullandığı ilaç şişeleri geldi. Televizyonda bir filmde görmüştüm. Okuduğum destanların birinde de vardı. Ölmek isteyenler öyle yapıyordu. Madem okumayacaktım. Annem gibi komşu kadınlar gibi bu hayatın yükünü çekmek istemiyordum. O hapları yutar uyuyarak ölürdüm. Ben neden yaşayacaktım ki. Şişeler içerisinde ne kadar hap (antibiotik imiş) varsa hepsini avuç avuç yuttum. Boş şişeleri de götürüp çöpe attım. Kimse anlamayacaktı o zaman. Ve bir köşeye perde arkasına gidip büzüldüm. Ölürsem kendiliğimden uçup yok olacağımı düşünüyordum. Beni çok aramışlar yemek saatinde. Sağa sola konu komşuya arkadaşlarıma sormuşlar.
Annem: "hep evdeydi bu, nereye gitti nasıl ne zaman çıktı evden" diye aranıp duruyormuş. Yüklük perdesinin bir köşesine duvarın dibine saklanıp orada uyuyup kaldığım akıllarına gelmemiş hiç. Saatler sonra beni bulduklarında, kaskatı kesilmiş halde ve altımı ıslatmış bir şekilde bulmuşlar. Annem feryat figan ağlamaya başlamış! Havuşa bir yatak açıp üzerimi değiştirip beni oraya taşımışlar. Tek düşündükleri şey: "Bu çocuğu cin çarptı ya da ona nazar değdi" olmuş. "Bu kadar küçük yaşta ezbere Yasin okunur mu? Cin çarptı cinler çarptı" diye benim yatağımın etrafına toplananlar söyleniyormuş. Ben iki gün nasıl uyudum ve nasıl uyandım hiçbir şey hatırlamıyorum. Tek hatırladığım gözlerim kapalıyken annemin yaktığı ağıtlardı. Gözlerimi açmam için dua ediyor söyleniyor durmadan ağlıyordu. Ona dokunmak istiyordum "ağlama anne" demek istiyordum ama gözlerimi açıp ellerimi uzatamıyordum. Karanlıklar içindeydim. Ama zihnim yavaş yavaş uyanıyordu. Birdenbire gözüm açıldı. O kadar kalabalık insan vardı ki. Annemi görünce gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Tekrar kapattım gözlerimi. Herkes nasıl mutluydu. "Tamam atlattı. Uyandı" diyorlardı. Ama ben o günden sonra konuşmadım. Hep sustum. Babamın beni okula göndermesi gerekiyordu. Konuşmadım hiç. Beni anlayacaklardı. Yoktu başka yolu. Çareler düşünmeye başladılar. Beni Kırıkhan’da bulunan akrabalarımız aracılığı ile bir şeyhe götürdü babam. Belki o konuşmamı sağlar içimdeki cini çıkarırdı. Aslında babam çok zeki bir insandı. "Böyle şeylere nasıl inanıyormuş ki" diye şimdi düşündüğümde, buna tek sebep çözümsüzlük ve çaresizlik diyorum. Çünkü babamın dedesi (Hanifi Kırmızı hoca) köylerinin büyük bir hocası idi. Ama birkaç yıl önce vefat etmişti. Dedemiz bir tarikata bağlanmış ve o tarikatın kurallarına uyması gerektiği için belki de bizlerin okumasını istemiyordu. Bilemiyorum.
Kırıkhan ’daki akrabalarımız bizi karşılayıp evlerinde misafir ettiler.Dedikleri şıhın yanına vardığımızda adam babamı dinledi. Tamam dedi bunun içine cinler girmiş. Mangalda kömür yaktırdı. Daha üzerinde dumanı tüterken ’’gel bakalım dedi bana. Otur mangalın başına. Oradan bir yorgan getirin örtün üzerine. Ben yorganın altında mangal dumanı ile başbaşa kaldım. Şıh kendince okuyup okuyup : ’’cinnn ismini söyle ve defol git bi kızın içinden ’’diyor. Yine kendince ayetler okuyordu.
Boğulacaktım. Öksürüp duruyordum. Duman beni boğuyordu. Babam fark etti. Yeter dedi. Beni kucakladı. Yine de şıh oturup bir kâğıda Arapça dualar yazdı. Muska haline getirdi. ’’Boynuna asın" dedi. "Şunu da ıslatıp içirin." dedi.
Biz gerisin geri döndük oradan. Ben yine konuşmadım.Sustum aylarca.
Ya sonra.....
Bakalım gelecek günler bana neler yaşatacaktı ?
Devamı haftaya.
KARDELEN(Ayrıkotu)
19.03.2021
Tülay Sarıcabağlı Şimşek
Dinar/Afyonkarahisar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.