- 556 Okunma
- 3 Yorum
- 3 Beğeni
731 – YÜCE VELİLER ve ANADOLU EVLİYALARI
Onur BİLGE
Yüce Veliler ve Anadolu Evliyaları’nı elime alır almaz önce yüzünü okşadım, tozunu sildim avuçlarımla. Sona kalbimin üstüne bastırdım. İçim içimi yiyordu. Diyordu ki içimin sesi:
“Aç aç!.. Hemen başla okumaya! Broşür gibi olsaydı, hiç tereddüt etmezdim, açar okurdum, nerede olursam olayım. Bu kalınca bir kitaptı. Elim dayanmazdı. Otobüste okuyacaktım. Kimse elimden alamazdı!
Ankara’ya geldiğimizden beri babamla geziyorduk. İlk günlerde annem de bizimleydi ama o çok yürümeye alışık olmadığı için ayakları şişmiş, su toplamıştı. Artık bize katılamıyor, amcamın evinde bir şeylerle meşgul oluyordu.
Babamla ben, ne durup oturma ne de dinlenme biliyorduk. Ankara kazan biz kepçe, dolaşıp duruyorduk. Yarım saat bir çay bahçesinde, bankta ya da pastanede dinlendikten sonra tekrar turlamak istiyorduk. Ne bitmez tükenmez enerjimiz varmış!
Henüz üçüncü sınıfa geçmiştim ama bir iktisatçıydım ben. Her şeyden önce vakit israfına karşıydım. En dikkat edilmesi gereken, en büyük, en önemli ve telafisi mümkün olmayan zararımız, ömrümüzden kopup giden dakikalarımızdı.
Zaman, yılan gibi kayıyordu ellerimizden, avuçlarımızdan su gibi akıp gidiyordu. Asla geri gelmeyeceğini bile bile zaman savuruyorduk. En iyi şekilde değerlendiremediğimiz zaman dilimleri, yaptığımız en büyük savurganlıktı
Ömrümüzün her anını farkına vararak yaşamalıydık. Canımızın istediği o bizi mutlu eden şeyleri yaparken başkalarına zarar vermemeye dikkat etmeliydik. İş yerlerimizde de zamanı paraya çevirirken mutluluktan mahrum kalmamalıydık. Onun için sevdiğimiz işi seçmeli, çalışmaktan zevk almalı, onda da mutluluğu yakalayabilmeliydik.
Belki amir memur değillerdi ama Ahmet’le Duygu, kendi işlerinde çalışıyorlardı. Hem para kazanıyorlar hem de birlikte olmanın, her anı paylaşmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Bir daha asla ellerine geçmeyecek olan gençliklerinin en güzel yıllarını mümkün olduğunca değerlendiriyorlar, hayatı ellerinden kaçırmıyorlardı. Biz birkaç kafadar da, asla kavuşamayacağımızı bile bile,
çok eskilerde kalan platonik aşklarımızla gönül eğliyorduk.
Mesela ben gayet iyi biliyordum, ta lisedeki platonik aşkım kalbimi işgal etmekte olsa da sevgilimin ve ilgimin eskisi gibi hastalık derecesinde olmadığını. O zamanlar sanki hemen etkilenivermeye hazır hissediyordum kendimi belki ama şimdi bana ağırlığımca altın verseler onunla evlenmek gibi bir düşüncem yoktu. Fakat aklımın ücra bir köşesinde saklıydı. Kalbimin gizli bir yerinde ve artık kertenkele gibi başını çıkarıvermiyordu, gönlümün taş duvarların arasından. Ürkekti, korkaktı, tutanaksızdı.
Seçiciydim. Fiziği, aklından bir adım arkada kalmamalıydı mesela. Elinden her iş gelmeliydi. Sağlam karakterli olmalıydı bir de... Vasat bir kazancı olsa da sosyal hayatımız olmalıydı. Bonkör olmalıydı. Yemek yediğimiz, bir şeyler içtiğimiz yerlerde garsonların, önünde bir takla atmadıkları kalmalıydı! Yüklü bahşişler bırakmalıydı onlara. Kapılara kadar uğurlanmalıydık. Gittiğimiz yerlerde görünür görünmez, kapılarda karşılanmalıydık. Ne bileyim işte, yanıma yakışmalıydı. Giyimindeki ayrıcalık ve uyum, yürüyüşündeki zarafet... Bir de üstüme titremeliydi. Ben de öyle olacaktım.
O mutlu olunca mutlu olacaktım. Ayriyeten benim mutlu olmama gerek yoktu. Bana armağanlar almasa da olurdu. Ben ona almış olmanın mutluluğunu yaşayacaktım ve mutlu olduğunu görmenin mutluluğuyla, mutluluğum ikiye katlanacaktı.
Bütün bunları düşünürken uyumuşum. Sabah erkenden, kahvaltı etmeden, yavaşça kaçtık evden babamla beraber. Bir yerde şöyle baş başa bir çay içmek istiyorduk. Benim ne sevdiğimi biliyordu. Ben de onun suböreği sevdiğini... Bu defalık ben de ona uyacaktım. Bahçelievler’den çıktık. Sonra ağaçlı kaldırımlardan geçtik. Yolda, işlerine gitmek için evden çıktıkları acelelerinden anlaşılan makineleşmiş insanlar vardı. Hava soğuktu. Rüzgâr vardı. Her tarafı is pas içindeydi Ankara’nın. Sokakları simsiyahtı.
İlk önümüze gelen pastaneye girdik. Suböreği sorduk. İki yüz metre kadar ilerdeki pastanede olabilirmiş. Köşe başında, kavşaktaydı. Vitrine baktık. Aradığımız vardı. İçeriye girdik ve her yeri rahatça görebileceğimiz bir masaya oturduk.
Arka arkaya, vızır vızır arabalar geçiyordu. Arada, uzak kentlerden geldikleri, tozlarından çamurlarından anlaşılan yorgun, uykusuz araçlar da vardı. Sokaklar, dakikalar geçtikçe kalabalıklaşıyordu. Ankara halkı, hızlı bir tempoya ayak uydurmuştu. Aceleyle hareket ediyorlar, arkalarından birileri kovalıyormuş gibi hızlı hızlı yürütüyorlardı. Sadece vasıtalara binerken aceleleri yoktu. Herkes sırasını biliyor, itişip kakışmak yerine nezaketle hareket ediyordu.
Trafiğin yoğunluğu, sokakların, caddelerin kalabalıklığı, büyük şehrin çilelerindendi. Biz sakin sessiz, hayatın aheste yaşandığı küçük şehirlerde yaşamaya alışık kimselerdik. Taksiler çok hızlı yol alıyordu. Yürüyen merdivenler işlerini kolaylaştırsa da çok merdiven çıkıyorlardı. Akışa ayak uydurabilmek, atik olmayı gerektiriyordu. Alışveriş de seriydi. Servis, paketleme, para ödeme, her şey... Burada yaşayanlar hava kirliliği ve trafiğin hızından mutlaka kalp hastası olurlardı.
Ankara memur kentiydi. Peynirini ekmeğine zorla denk getiren kişilerden oluşuyordu halkın çoğunluğu. Evlerde umumi aydınlatma yerine kısmi aydınlatmayı, avizeler yerine abajurları tercih ediyorlar, bir elleriyle yakıp, bir elleriyle hemen kapatıyorlardı. Herkes işinde gücündeydi. Aylak nüfus yok gibi görünüyordu.
Başkentti. Büyükşehirdi. Büyük şehirlerin büyük dertleri vardı. Ankara’nınki ise dağlar kadardı. Gözünü açtığın anda para ödemeye başlıyordun. Ulaşıma çok para gidiyordu. Bir dolmuştan in diğerine bin... Bir lokma bir şey al, suya kadar para öde! Su da satılır mıydı! İlk burada görmüştüm. İncirli gofreti de ilk burada yemiştim. Tadı tuhaftı. Arı Sinemasını bu gelişimde görmüştüm. Gökdelenleri, yürüyen merdivenleri, dönen kapıları ilk gelişimde, sekiz yaşındayken yine burada... Troleybüsü de öyle... İhtişamı süsü... Bujiterinin büyülü ehven saltanatını... Pahalılığın yanı sıra dampingi...
Anadolu Evliyaları’nı, Hacı Bayram Veli Hazretlerinin türbesini ziyaretten dönerken sağdaki sıra sıra dizilen, dinle alakalı malzemeler satılan dükkânların birinde görerek almıştık.
Evliyaların hayatlarını okumaktan çok zevk alıyordum. Kerametlerine akıl erdirmek çok zordu! Yaşantılarına gıpta ediyordum.
Acaba gerçekten huzur ve mutluluğu yoklukta mı bulmuşlardı?
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 731
YORUMLAR
"O mutlu olunca mutlu olacaktım. Ayriyeten benim mutlu olmama gerek yoktu. Bana armağanlar almasa da olurdu. Ben ona almış olmanın mutluluğunu yaşayacaktım ve mutlu olduğunu görmenin mutluluğuyla, mutluluğum ikiye katlanacaktı."
Yine Çok güzeldi. En çok da burasın beğendim Tebriker
Selamlar Sağlıklı günler.
CAN KARACA tarafından 7.3.2021 01:45:25 zamanında düzenlenmiştir.