- 622 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
101 - DÖNÜYOR MEVSİM - BİR ALBAYIN ÖLÜMÜ
101 - DÖNÜYOR MEVSİM - BİR ALBAYIN ÖLÜMÜ
DÖNÜYOR MEVSİM
sadece bir rüya arar insan
gecenin ve alkolün göğsünde
mazi ürkütür çünkü ve bir uçurumdur
her otel odası
yatıyor binlerce cesedim diplerinde
belki son dubleye bakarken düştüm
belki fasıl dinlerken radyoda
ey sesin muamması
inliyordu yaylı tambur
yatalak bir hasta ya da dövülmüş bir çocuk
zaman ve hayal
tükettiler beni
her hatıra korkunç: ayak seslerim
yankılanıyor koridorlarında
ışıklar askeri lisesi’nin
peşimde ablamın hayaleti
bir yaz günü öldü benden uzakta
mor elbisesiyleymiş
o şanlı üniforman nasıl da almıştır gözleri
hafifleyip uçarken damdan
kışlalar, talimler, abaza kar günleri
buzlar çözülürken de terk edildim
-nabekar kadın- diye haykırdım
ve binlerce parçaya böldüm nikah resmimi
yaşam dökülüp gitti üstümden
bir kadeh daha
camları açın, camları açın
yağmur: ağıt ve övgü, teselli ve tövbe
kim kime ne anlatabilir
masana oturdum
çünkü yalnızlık çürüttü ciğerlerimi
artık insanda yürek yok
mansur’un boynunda akrep görüp öldürmek istemişler
"çekin elinizi" demiş
"on iki yıldır ahbabımızdır"
ruh karanlıktır, gerçek de söz
matrud rıza diye değil albay rıza
diye geçtim üçüncü sınıf otellerin
ve meyhanelerin kanlı tarihine
dönüyor mevsim. ah! eski bahçeler
geçerdik bir yaprak mahşerinden
bir gül aldım dün kendime otele dönerken
bardağa koydum ve kokladım toprağı
aksın, aksın istedim içimdeki ufunet
çünkü aklımda ve kalbimde
işledim bütün cinayetlerimi
mevsim dönüyor
artık yaşamak bir külfet
Ahmet Oktay
BİR ALBAYIN ÖLÜMÜ
Yaşamaktan zevk alamaz olan insan, kendisini avutabilmek için bir hayal arar, bir rüya hiç olmazsa… Bir annenin kucağının sıcaklığında ısınmaya, göğsüne baş koymaya alışan adam bir kucak arar ısınmak için ve başını yaslayabilmek için bir sine… Bulamadığında gecenin kucağına sığınır, alkolün sinesine dayar başını.
Evini terk eden için yalnızlıktır, ıssızlıktır, derin bir yardır otel odaları. Yalnızlık maziye götürür canı, mazi hatırlanacak gibi değil! Baştan sona acı… Tepetakla düşerim yardan yara. Her defasında bir kez daha ölürüm! Bakın uçurumların tepelerinden, sayın bakalım kaç cesedim var o yarlarda!
İçe içe düşerim zirvelerden, uçurum diplerine. Belki ilk kadehte belki de son… Kendimi kaybederim içerken… Kendimi kaybederim fasıl dinlerken. Nasıl da sarhoş eder beni yaylı tamburun sesi! İnleyen ben miyim o mu? İnleyen içimin sesi… Dinleyen benim onu ama kim çözecek müziğin gizemini?
Zaman gider gelir, alkolün tesiriyle… Gider gelirim zamanın içinde, geçmişe ve güne… Yatalak bir hasta mıyım? Dayak yemiş küçük bir çocuk mu? Mazi, gidip geldikçe üzer beni. Zaman değişir durur. Değişir durur hayaller… Hatıralar hatıralar… Musiki ve alkol… Neler neler hatırlatırlar…
Annem olur yatalak kadın, girişte sağda yatan. Babam gelir gider, bir afra tafra, bir hır gür! Hep çocuklar mı yaramazlık yaparlar? Büyükler neden döverler küçükleri? Evde anne baba, yatılıda büyükler… Küçüklerden ne isterler?
Bittim ben! Hatırlayacak ve yanacak gücüm kalmadı artık. Hatıralar korkunç, hatıralar acı… Hangisini ansam, andığıma anacağıma bin kere bin pişman oluyorum! Unutmak istiyorum! Unutmak istiyorum yatalak annemi, mütemadiyen dayak yiyen beni. Unutmak istedikçe içiyorum, anlayın beni!
Işıklar Askeri Lisesi’ne ilk kaydolduğum günü anımsıyorum. İlk kez yapayalnız kalışımı hayatta… Issız koridorlarda yankılanıyor ayak seslerim. Şimdi ben küçük bir askerim. Askerler dik yürür! Asker acıkmaz! Susamaz! Hasret duymaz! Askerler ağlamaz!
Ablam kim bilir ne kadar da isterdi beni askeri üniformayla görmeyi! Ona nasip olmadı! Resmimi bile göremedi zavallı! Son nefesini benden uzakta verdi.
Mor bir elbise varmış üzerinde, öldüğünde. Morarmış tırnakları, dudakları ve göz kenarları. O haliyle hep gözlerimin önünde… Ben görmedim o halini. Hayal ettim sadece. Fakat o, o haliyle hep peşimdeydi, gündüz ve gece…
Bir yaz günü, damdan atmış kendisini! Ablam ne kadar da görmek isterdi şanlı Türk Ordusuna mensup olduğum günü! Subay üniformamla beni… Üstünden soyup çıkarmışlar mor elbisesini. Yıkamışlar, kefenlemişler ve toprağa yatırmışlar, huzur içinde uyusun diye kendisini.
Ben gidemedim cenazesine. Küçük yaşta adım attım gurbete, kalış o kalış! Kışlalarda talimlerle geçti bütün hayatım. Soğukta sıcakta, karda kışta yapayalnız, bir cana hasret oradan oraya koşuşturdum durdum. Buz gibiydi yatağım gecelerde. Karda kışta, kışlalarda yalnız kaldım senelerce.
Sonra evlendim. Isınırım sandım. Isınır bedenim, ısınır ruhum, ısınır hayatım, dünyam ısınır. Gün gelir çözülür buzlar. Kar kış biter. Bahar gelir.
Bahar geldi gelmesine de eşim gitti. Çözüldü buzlar çözülmesine de beni terk etti. Bütün kadınlar nâbekârdır ama ben onun ardından inadına “Nabekar kadın!” diye bağırdım hırsımdan!
Ayrıldık. Yırttım albümde ne kadar resmimiz varsa birlikte çekilmiş. Paramparça ettim, yetmedi bir de yaktım! Attım üstümden cümle hatırasını! Tepemden aşağıya bir tas su dökülür gibi sıyrılıp gitti benden. Bir giysi çıkarır gibi çıkarıp attım onu bedenimden! Hayatım da o şekilde süzülüp gitti üzerimden.
Keser mi beni bir kadeh! Bir kadeh! Bir kadeh daha… Sızıp kalıncaya kadar devam eder bu böyle. Yanıyorum! İçim yanıyor! Alkol, şişede durduğu gibi durmuyor bedende. Ferahlamak istiyorum ben de. Bir cam açın! Ne kadar cam varsa açın! İçim yanıyor! Beynim yanıyor! Yağmur gibi boşanıyor gözlerimden yaşlar. Hangi yağmur ferahlatabilir içimi bu gece? İçim ağı, içim ağıt! Dağıt efkârımı gece! Dağıt rüzgâr! Yağmur! Kar! Kalem kâğıt! Bu yazdığım şiir değil, bir ağıt!
Boşuna övmeye kalkmayın beni! Ne şairim ne de başka bir özelliğim var. Hiçbir teselli teskin edemez kanayan yanlarını ruhumun. Sıradan bir günahkârım. Hangi tövbe affettirebilir ki günahlarımı! Bana kim ne anlatabilir? Ne anlatabilirim ki ben anlatsam anlatsam! Hem kime? Kim dinler ki beni! Ne kadar, nereye kadar?
Yine yapayalnızım masamda. Alkol değil, yalnızlık harap etti beni. Sigara değil, yalnızlık çürüttü ciğerlerimi. İnsanlar kalplerini kaybetmişler. Sevmeyi unutmuşlar. Yürek kalmamış içlerinde sevecek. Keşke bir akrep besleseymişim koynumda!
Hallac-ı Mansur’un boynunda bir akrebin gezindiğini görmüşler. Öldürmek istemişler, engel olmuş. On iki yıldır arkadaşız biz onunla! Bir kötülüğünü görmedim! Sever beni o, ben de onu severim! Ben yılandan çıyandan değil, insanlardan bizarım!” demiş.
Ruh, Allah’ın emrindendir. Nurdur aslında ama benim ruhum karardı yaşadıklarımdan, hatırladıklarımdan ve günahlarımdan. Gerçek olan Allah’tır. Söz değildir, lafta değildir, gerçeğin ta kendisidir O! Fakat ben O’na layık kul olmayı beceremedim. Matrud Rıza olarak değil de Albay Rıza olarak kaydettirdim adımı üçüncü sınıf otellerin ve kıyıda kenarda kalmış meyhanelerin karanlık tarihlerine, marifetmiş gibi…
Çoktan geçti ilkbahar ve yaz. Sonbahar da bitti bitiyor. Az kaldı, az! Bitiyor hayat! Ne kaldı ki şunun şurasında! Kışa dönüyor mevsim. Ölümüm yakın!
Ah! Gençliğim! Ne güzeldi ilkbaharda bahçeler bağlar! Yemyeşil, taptaze yapraklar dallar… Her yer çiğdem çiçekti. Çiğdem çiçekti hayat ve çiğdem çiçekti aynalar… Şimdi aynalarda harap ve bitkin bir ihtiyar var.
Bir beyaz gül aldım otele dönerken bizim Romen çiçekçiden. Halen hayatta olduğumu hatırlatsın bari bana tazeliğiyle, körpeliğiyle ve topraktan aldığı kokusuyla diye… Otelde nerden bulacağım vazoyu mazoyu. Zaten kafam bir milyon! Bir bardak buldum oralardan, ona ıslattım ve kokladım toprağı koklarcasına doyasıya… Kokladım, belki akar gider onu koklarken üstümdeki alkol kokusu… Belki akar gider içimde çürüyen cesetlerin kokusu…
Ben cinayet falan işlemedim, yanlış anlaşılmasın! Kimseyi öldürmedim hayatımda. Bir kötülük de etmedim kendimden başkasına. Aklımda ve kalbimde öldürdüm, kimi öldürdüysem! Benim bütün cinayetlerim içimde işlendi. İçimde çürüdü ve koktu o maktuller.
Güller… Ah güller! Vaktiyle ne kadar da güzeldiler!
Mevsim sonbahar sonu… Mevsim kışa dönüyor. Yüzüm toprağa dönüyor. Bir albay ölüyor. Yaşamak ağır gelmeye başladı çoktandır bana. Yaşamak benim için büyük bir yük!
Artık gitme zamanı… Artık tövbe zamanı… Gerçek çağırıyor beni! Hayaller silinin! Hatıralar gidin!
Melekler! Bana bir cennet müjdesi getirin!
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI – 101
YORUMLAR
Nasıl bir yazı bu?
Yürekteki sızılar nasıl yağmur olup da dökülmesin gözlerden?
Biz askerler bazen kalabalıkların arasında yalnızız.
Kolay değildir ceketlerimizdeki dört düğmeyi
otuz sene, kırk sene her gün iliklemek.
Eski bir asker olarak bu yazıyı en iyi ben anladım.
Ne anladın diye sorma.
Nutkum tutuldu, gırtlağımda kırk düğüm.
bağırmak istiyorum, sesim çıkmıyor.
Konuşmak istiyorum dilim dönmüyor.
Sevgilerimle ONUR...