- 496 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
725 – İDRAK
Onur BİLGE
Define, konuşulacak konu kalmadığında: “Haydi çocuklar, bir duvar yıkın da örelim!” der. Mahir Define’yle tartışmayı sever. Genelde dini konuları o bulur çıkarır, ortaya koyar. Onu ince ince iğnelemekten de acayip bir zevk alır. Bu defa da İslam’ın şartlarından konu açtı.
“Senin için Hac mecburiyeti yok. Zekât da öyle… Bu durumda oruç da tutamazsın. Ondan da kurtuldun. Ne kaldı geriye dede? Kelime-i Şahadet’le İslam’a girdin. Tek namaz yükümlülüğün var şu durumda. Oh! Ne âlâ memleket! Ne kadar şanslısın!” diye bir giriş yaptı.
“Keşke sağlıklı ve zengin olsaydım da onlardan da muaf olmasaydım!” dedi Define. O sert pasları bile yumuşatarak karşılamayı iyi becerir. Kırmadan dökmeden toparlamayı bilir. Tebessümle gönderir geldiği yere.
“Biliyorum dede. Sen hayırseversin. Yaptıklarını görmemek için kör olmak lazım. Yani diyorum ki! Mümkün olsaydı da Hac yapmak nasıl olurdu? Hani o kutsal topraklara gitmek, o havayı teneffüs etmek… Kâbe’yi tavaf etmek…”
”Öncelikle kendimi ziyaret etmeliyim, Mahir. Nefsimin labirentlerinde gezip dolaşıp tanımaya çalışmalıyım kendimi. İçimde Allah’ı bulmalı, O’nun evi kabul edilen kalbimi tavaf etmeliyim, Hac’dan önce. Çünkü ancak kendimi bilirsem Rabbimi bilebilirim. O’nu bilmeden evine gitmenin ne anlamı olur ki!”
“Bana Hacı Bayram Veli Hazretlerini hatırlattın. “Sen seni bil sen seni…” Bu dize çok anlamlı!"
“Kendini bilmek istersen, O’nu içinde arayacaksın! Karşılığında bir can gerekir, bedel olarak. Düşünmeden boynunu uzatabileceksin! Canından vazgeçmeden O’nu bulamazsın!”
“Hazreti İbrahim: “Allah kes dedi!” diyor. Bıçak: “Halil kes!” diyor. Celil: “Kesme!” diyor. Cebrail’in semavi tekbiri yankılanıyor: “Allahu Ekber! Allahu Ekber!..” Gökler inliyor!.. “La İlahe İllallahü Allahu Ekber!..” diyor, Hazreti İbrahim, sol eli oğlunun kalbinin üstünde… Sağ elinde bıçak… Has kul kuzu gibi yatıyor. Kaldırmış çenesini, arkaya atmış mübarek başını… Gencecik boynu bıçağa hazır… “Allahu Ekber ve Lillahil Hamd!..” diyor Hazreti İsmail. Emre âmade bekliyor. İbrahim olmak mı zor, İsmail olmak mı?”
“İbrahim olmak zor, evlat! İsmail, bir kabullenişle feda eder canını Yaratan’a! Veren de O, alacak olan da O! Bir gayretle iş biter! Fakat evlat acısı bitmek bilmez evlat!.. Bir baba için can vermek kolaydır. Hele hele evlat söz konusu olunca ama evladına kıymak anlatılamayacak kadar zordur!.. Belki de İbrahim’i İbrahim yapan, Allah aşkının, itaatin, sadakatin, ihlasın, tüm güzelliklerin bir arada sergilendiği bu vakadır!”
“O, ortaya bir can değil, canından kıymeti olan varlığını koydu ama sınavı başarıyla kazandı. Allah, ikisine de kıyamadı. Çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir!” Dilek Mahir’in sözünü kesti. Ümitle ve sevinçle:
“Belki bize de acır da cehenneme atmaz. Merhametli ya… Ne kadar günah işlemiş olursak olalım… Ne kadar az ibadet edersek edelim, bağışlar… Ne dersin dede?” Dede ciddileşti. Bakışlarında korku ve endişe ifadesi vardı:
“Kavimlerin nelerle ve nasıl helak edildiklerini konuşmuştuk, değil mi Dilek? Acıma, bir yere kadardır. Belki bilmeyerek, belki ikaz edilmeden önce yapılanlar affa girebilir ama bile bile, onca uyarıyı duya duya günaha devam etmek, hata değil, küstahlık ve meydan okumadır! Allah bunu kabul etmez! Bu konular da gevşeklik kabul etmez! İman da ibadet de hassasiyet gerektirir. Yasaklar ve emirler bellidir. Allah’ın affına sığınarak ancak tövbe edilir. Affeder diye günaha devam edilmez, yapılması gerekenler ihmale ve ertelemeye gelmez! Sorumsuzluğa hiç gelmez! Mesuliyetlerini bileceksin ve harfiyen yerine getireceksin!” dedi.
“Hey gidi erenler hey!.. “Kim bildi ef´âlini, ol bildi sıfâtını,
Anda gördü zâtını…” demiş Hacı Bayram Veli Hazretleri.” dedi Mahir. “Ne demek istemiş acaba dede?”
“Allah, işlerimizi boyunlarımıza asmış. Bunları yapabilmemiz için O’nun sıfatlarına ihtiyacımız var. Öncelikle sağlık verecek. Hay sıfatıyla hayatta olacağız. Akıl verecek. Kuvvet verecek. Beceri verecek. Görebilmek için Basir sıfatına, duyabilmek için Semi sıfatına ihtiyacımız var. Bunları O’ndan ödünç olarak, bir süreliğine alıyoruz. Bizde biz bile yokken biz bunları, O’ndan almazsak nasıl yapabiliriz? Yapan da O’dur, yaptırtan da… O yoksa hiçbir şey yok! O varsa da hiçbir şey yok! O halde biz dediğimiz hiçten ibaret ve O bütün ihtişamıyla ortadadır! Bilmem anlatabildim mi?”
“Çok karışık. Yarım yamalak bir şeyler anladım ama ben annem öldüğünden beri zaten beynimi doğru dürüst kullanamıyorum. Derslerimde de geriledim. Dediklerini yazmam lazım. Defalarca okuyarak üstünde düşünmem lazım dede. Ders çalışır gibi…” diye yakındı Neşe. Dilek, anlamış göründü. Ben, Define’nin Sırdaş olduğu Antalya döneminde Kaptan’la konuşmalarını okuduğum için anladım ama hazmetmem lazım yine de. Konu ağır ve çok önemli! Mahir anladı mı acaba? Onun dindar insanlar arasında küçüklüğünden beri almış olduğu bir eğitim var. Temeli sağlam. Anlamamış olsa da burada açıkça söylemesi beklenemez. Belki de anlamış görünerek konunun üstüne gitmeyi tercih etti ve:
“Madem başladık devam edelim! “Görünen sıfâtındır, anı gören zâtındır, gayri ne hâcetindir…” demiş eren. Ne demiş o zaman?”
“Bir şey yapabilmek için ihtiyacın olan sıfatları gördün. Hayattasın, akıllısın, duyansın, görensin, güçlüsün, beceriklisin, daha da ne kadar çok sıfata sahipsin ama bunların hiçbiri senden değil, temelli senin değil, O’ndan, ödünç ve bir süreliğine kadar… O zaman yapan eden sen olmuyorsun. O oluyor! O olmazsa sen diye bir şey de olmuyor, onca sıfatından eser de kalmıyor. Bunu görebildiysen, O’nu görmüşsün demektir! O halde başka neye, kime ihtiyacın var? Kişiye Allah yeter! Yalnız O’na kulluk edeceksin, yalnız O’ndan yardım dileyeceksin! Dosdoğru yolu bulabilmen ve o emin yolda ilerleyebilmen O’nu bilmenle, O’na ibadet etmenle ve O’ndan yardım alabilmekle mümkün! Aksi halde yanlışa sapanların ve gazaba uğrayanların yolunda olursun! O zaman merhamet falan bekleme! Helaki bekle!..”
Fatiha’nın sonunun tefsirini yapıverdi kısaca. Ne güzel de bağladı! Kaptan çok şey kazandırmış ona. İyi ki onu yetiştirmiş! O da bizi yetiştiriyor, elinden geldiğince. Ne kadar şanslı insanlarız biz Viraneciler!
Mahir, bugün bütün maharetini gösterecek anlaşılan. Yakaladı ya Hacı Bayram Veli Hazretlerini, bırakmaz artık! Buraya kadar bile tam anlamıyla konuyu anlayamadık. Devam etti:
“Az kaldı, bitiriverelim meşhur şiiri artık! “Kim ki hayrete vardı, nûra müstağrak oldu, Tevhîd-i zâtı buldu…” haydi dede! Seni de yorduk ya, dayan biraz daha!”
“Tamam ulan, tamam! Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın! Allah’ı tam anlamıyla asla idrak edemeyiz ama bize yetecek kadar bilgilenebiliriz. Bu kadarcık malumat bile bizi hayretler içinde bırakmaya kâfidir! O’nu idrak edememenin acziyeti, idrakin ta kendisidir! Zerre miktar idrak bile akla zarardır! İşte düşülen hayret, İlahi ışıkla aydınlatır ruhu. Nura gark olur insan. Artık Bir’le birdir. Tevhit budur! Yani özetle bir O vardır ve O’nunla birlikte hiçbir şey ve hiç kimse yoktur! Ne varsa var bilinen, gelecekte mutlaka yok olacak olandır. Baki olan bellidir. İncir misalini hatırlayın!”
“Hacı Bayram Veli Hazretleri de kendisinin ne olduğunu bildi. Kendisini O’nda buldu. Kendisini bilen ve O’nu bulan, görünüşte kendisiydi ama gerçekte O idi. Neticede idraki veren de O idi. Düşündüren, bulduran… İnsan ne kadar aciz! Ne denli yok!..” diye noktaladı Mahir.
Hasta haliyle Define’yi yorduğu için kızdık ona ama epeyce ağır bir ders işlemiş olduk sayesinde. Yalnız o istedi. “Bir duvar yıkın da örelim!” diyen kendisiydi.
Duvar örülmesine örüldü ama acaba hangi taraftan, hangi açıyla nasıl görüldü? Bütün gözler sağlık mı acaba? Kimisi miyop, kimisi hipermetrop, kimisi de astigmat. Küçük gören de olur, büyük de… Doğru gören de olur, eğri gören de… İdrak da böyle bir şey işte! Kimisi de bakar kördür, hiçbir şey görmez! O da orada görecek!..
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 725