- 405 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Boşluğun Trajedisi
Şu anı durduruyorum!
Evet bu defa durdurmalıyım. Uyanıp bir kalem bulmalı ve bu anı yazmalıyım. Rüyamda bir şeyler görmeyeli uzun zaman oldu, bunu kaçırmamalıyım.
Uyan!
Uyan ve bilincine eşlik et!
Bunun o kadar da kolay olmadığını biliyordum ve bir süre tembelliğimle savaşmak zorundaydım. Yatağımda birkaç tur döndükten sonra nihayet uyanabildim ve sol kolumun yataktan düşüşünü izledim. Sonra, rüyanın koridorlarındaki o ışığı bekledim; ama baş ağrısından başka hiçbir şey hissetmiyordum ve vazgeçtim. Yatağımda uzanmış öylece bekliyordum. Güneş her zamanki gibi ısınma turlarını atıyor ve Beethoven 9. Senfonisine hazırlanıyordu; bense yatağımda güvendeydim. Öylece uzanıp güvende olmak ne kadar da kolaydı; kimseyi görmüyordun ve kimse seni görmüyordu. Sadece, duvarların arkasında güvendeydin ve güvende olmak tehlikeliydi. Bu ana çok az insan ulaştı sanırım: Zerdüşt ya da yer altından bir ses...
Duvarların arkasında ise geleceğe ihtiyaç vardı ve gelecekten biraz zaman kazanabilmek için biraz zaman harcamak zorundaydın. Bu avuntuyu ne kadar sürdürebilirdi ki insan. Sonra yavaşça yataktan kalkıp perdenin açık kalan kısmından güneşi izledim, umut vericiydi. Yücelmekte olan insanların ya da boyalı, parlak ayakkabıların üzerine doğuyordu muhtemelen. Hep böyle olurdu, hiçbir zaman bir barışın veya bir umudun ya da yarım kalmış bir aşkın üzerine doğmazdı. Yüzümü yıkamak için koridorun sonuna yürüdüm ve aynaya yansıyan o şekle baktım. Her gün aynı ifadeyle dururdu ve yine aynı ifadeyle duruyordu; böyle kaç gün geçirdiğimizi hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, o ifadenin hiç değişmediği ve her şeyin ağır bir gerçekliğe çekildiğiydi. Su gerçekti ve duvarlar gerçekti ve aynadaki boşluk ve şiirler gerçekti. Eksik olan ya da ters giden bir şeyler vardı. Yaşamak için her şey hazırdı ama yaşamın kendisi yoktu. Her sabah farklı bir şeyler olacak umuduyla evden ayrılırdım ve her zaman o kazanırdı. Hiçbir şey değişmiyordu...
Odama dönüp giyindim ve mutsuzluğa açılan ilk kapıyı araladım. Güneş dikdörtgen aralıktan içeri girdi ve parlak, sarı bir yol oluşturdu; anahtarıma bakıp kapıdan ayrıldım. Sonra küçük kaldırımları olan ve pek de uzun sayılmayan o tanıdık sokağa saptım. Okula gitmek için çoğu zaman bu yolu kullanır ve birkaç adım yürüdükten sonra kendimi gerçeğe hazırlardım.
İşte geliyor!
Tanımadığım insanları, tanıdık duruşlarıyla görmeye alıştığım ilk otobüs ya da rutinin bir parçası. Ayakta duranlar, oturanlar, düşünenler, konuşanlar, uyuklayanlar... Her şey olması gerektiği gibi, olması gerektiği gibi yaşadığını düşünen insanlar ya da zamanın bile umurunda olmadığı bir zaman dilimi; ama yine de seviyordum bu anı, bir süreliğine de olsa her şeyin yolunda gittiği hissini veriyordu.
Birkaç basamaktan sonra cam kenarındaki bir koltuktaydım. Çoğu zaman cam kenarındaki koltuklardan birini seçer ve yolun kenarındaki blokları takip ederdim. Her şey tanıdık bir hızla akardı; bir blok, iki blok, üç blok ve tanımadığım o insanların arasında susardım. Camın arkasındaki insanlar sonsuzluğa lehimlenmiş gibi koşuştururlardı; hayatsa daima güzeldi ve daima çekilmezdi. Sesler kesilir, kapılar açılır ve ilk adımını atarken hiçbir şey ummazdın hayattan. Bazen yeraltı konuşurdu: “Bilincin gereğinden fazlası hastalıktır; hem de tam anlamıyla gerçek bir hastalık”
Okula yürürken her zaman aynı duyguyla yürürdüm ve mutlaka onlardan biriyle karşılaşırdım. Çok azı kendi gibi görünürdü, yapışmaya hazır!
Birkaç adım sonra sola dönüp kantine yürürken, kafamda sülük üzerine notlar: “Sülük, bir bakıma bizden daha üstün bir varlıktır ve bizi nerede ve nasıl bulacağını iyi bilir. Genellikle sabahları ya da uykuda veya duşta...” Hemen
hemen her günüm aynıydı sanki. Kantinin uzun koridorunu tamamlayıp sağa dönüyor ve uzun bir kuyruğun sonuna takılıyordum.
Çay, kahve, tost; kahve, tost, çay…
Her şey kopya bir geleceğe akıyordu ve tüketilmek üzere yeni bir kuşak hazırlanıyordu ve yeni bir kuşak daha.
İnsanlar çaylarını yudumlarken kaygısız ve mutlu görünüyorlardı. Çayımı alıp dışarı çıkıyor ve kendime dünyanın gürültüsünden uzak bir yer seçiyor ve oynayabildiğim en tuhaf ve boş tipi oynuyordum. Böyle davrandığımda genellikle yanıma yaklaşmıyorlar. Sonra, güneşi karşıma alıp çayımı yudumluyorum. Yeni doğmuş bir güneşin karşısında durmak kadar güzel bir şey yok; sırıtmak geliyor içimden. Bilirsiniz, bazı gerçeklerle ilk karşılaşıldığında sırıtma duygusu yaratır. Bir süre güneşle birlikte öylece oturuyoruz.
Hemen hemen her günüm böyle diyebilirim.
Birkaç derse giriyor ve ağır, tatsız bir öğle yemeği yiyorum ve yine birkaç ders. Sonunda, son ders için koridoru geçip merdivenlerden yukarı çıkıyor ve son sandalyeye yürüyorum ve güneş, her gün buna benzer saatlerin ardından yıldızlara bölünüyor.
Her şey film şeridi misali. Birbiri ardına yığılmış türlerin israfı ve bitmek bilmeyen o boşluk duygusu.
Hayat hiçbir zaman istediğimiz gibi olmayacak sanırım ve hiçbir zaman açlıktan yalpalayan bir köpek gördüğünde dehşete kapılan insanlar olmayacak.
Uzun süren bir sessizliğin ardından masa ve sandalyelerin sesi tekrar yükseliyor ve çıkıyorum. Sandalyelerin gürültüsüne benzeyen koşuşturmalarımız ve boşluğun trajedisiyle zehirlenmiş bir hayat! Varoluş ve yok oluşun adımları. Saat gibi işleyen saatler, ayaklarımı taklit eden ayakkabılarım ve ayakkabılarımın uzun yorgun adımları...
Bu duyguyla kaç kez baş başa kaldığımı hatırlamıyorum.
Merdivenlerden inip eve dönmek üzere küçük çam ağaçlarının arasındaki yolu takip ediyor ve gelen ilk otobüsle yatağımda olmayı hayal ediyorum.
Cam kenarına geçiyor ve mizahın, insanı ayakta tutabilecek kadar güçlü olup olmadığını düşünüyorum. Bazen ciddiye almamayı öğrenmek gerekiyor, bu ciddi bir şey.
Otobüs hareket ediyor ve bu bilinci birkaç durak daha taşıdıktan sonra inip eve uzanan yolu yürümeye başlıyorum. Birkaç kedi çöpü karıştırıyor ve yaşlı bir kadın balkondan onları izlerken şehrin neon ışıkları geceye hazırlanıyor. Onları geçip evimin bulunduğu sokağa sapıyor ve kapıyı açıyorum. Güneş içimdeki yalnızlıkla birlikte çekilip gidiyor. Odama geçip müziği açıyor ve kendimi çiçek desenli yatağıma bırakıyorum. Bu, becerebildiğim en iyi şey sanırım. Karanlık, yavaşça duvarlarımdan aşağı iniyor ve bana muhteşem şeyler yazabileceğimden bahsediyor.
Sonra, meşhur sırıtışıyla bir şair: “Karanlık boştur, kahramanlarımızın çoğu yanılmıştır.”
Gözlerimi kapayıp uyumaya çalışıyorum. Duvarlarım yavaşça üzerime kapanıyor ve yine bir düş!
Şuanı durduruyorum!
Bana zamanı söyle Einstein…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.