- 1150 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
718 – LANGOROZ
Onur BİLGE
Virane’de otururken, Define’yi görmek, onunla konuşmak için olsa gerek, yaşlıca bir kadın geldi. Entel dantel takımı denilen cinstendi. Üstünde mantosu, boynunda atlısı, başında beresi, ayağında çizmeleri, elindeki çantasıyla şemsiyesine kadar uyumlu, kahverengi ve kremin çeşitli tonlarındaydı. Parfümünün kokusu, oda parfümü gibi salonu sardı.
İçeriye kendinden emin adımlarla, rüzgâr gibi girdi. Hemen herkesle tokalaştı ve boş bir sandalyeye oturdu. Etrafına bakındı. Duygu’yu gözüne kestirmiş olacak ki onu ezercesine:
“Ne arıyorsun sen burada bakayım?” dedi. Pat diye!
“Burada çalışıyorum.” dedi, Duygu.
Onu küçümsercesine bir süre süzdükten sonra etraftaki delikanlılara baktı ve tekrar ona dönerek: “Neden burada çalışmayı tercih ettin?” diye sordu, aşağılayarak.
Kızcağız çok fena bozuldu! Kadının neyi kastettiğini anlamıştı. Hepimiz anlamıştık. Bu hayli geçkin kokona, göçmen kızının gençliğini ve güzelliğini kıskanmış, onu iğnelemek istemişti. Duygu kötü kızdı ve:
“Delikanlılar çok diye!” diyerek alaycı bir tavırla onu tersledi. O bunu inadına söylemişti. Çünkü kadın o soruyu o kasıtla sormuştu. Bunu hepimiz anlamıştık. Çünkü kocamam kocamam açılmış gözlerle: “Ne oluyoruz?” dercesine birbirimize bakmıştık. Sonra kaşlarını çatıp ters ters bakarak:
“Ekmek parası için eralde… Ya ne için çalışacağım be ya?” diye ekledi ve arkasını dönüp işinin başına gitti.
Kadın, beklediği cevabı almış olmanın mutluluğu içinde bilmiş bilmiş güldü. Keyifle etrafına bakarak kendisini onaylayacak birilerini aradı:
“Görüyor musunuz?” İlk ağzından çıkan, doğru cevaptır! Artık ne dese, yalandır. İnsanın ilk aklına gelen gerçek niyetidir. Diğerleri, düşünülerek verilecek cevaplardır ki hiç önemli değildir.” diye bir başladı, akşama kadar konuşacak sandık.
İyi ki Ahmet orada değildi. Alışveriş için çıkmıştı. Kadına pabucunu ters giydirirdi! Kadın madın demez, kolundan tuttuğu gibi dışarıya atardı! Huyunu hepimiz gayet iyi biliyorduk. O değil Duygu’ya, hiçbirimize laf söyletmezdi.
Duygu, Ahmet’le nişanlıydı ve birbirlerinden başkasıyla ilgileri yoktu. Bildik bileli öyleydiler. Herkes onlara çifte kumrular diyordu. Uyum içinde çalışıp kazanıyorlardı. Ahmet okuyordu. Okul bitince evleneceklerdi.
Biz, Duygu’nun Ahmet’le nişanlı olduğunu, kinayeli olarak konuştuğunu dilimizin döndüğünce söylemeye çalıştık ama kadın almış Ya Mevla’sını gidiyordu! Durdurabilene aşk olsun!..
Hepimiz ofun sofun olduk! O sırada Define geldi. “Hoş geldiniz!” dedi ona. Kadın döndü, bir de ona anlatmaya başladı. Bu da onun talihsizliği oldu. Yalnız anlatmakla kalsa iyi, bir de kendisini överek göklere çıkarmaya kalktı.
Zaten ne için geldiğini anlayamadık. Define’ye hal dert lafı etmeye çok gelen giden olurdu. Onlardan biri miydi? Yoksa öylesine gelenlerden miydi? Her ne hal ise, belli ki en çok hava atmaya gelmişti.
O kadar ileri gitmişti ki onca sene sekreterlik yaptığını, çok güzel ve alımlı olduğu için herkesin ona göz koyduğumu ama kimsenin metresi de santimetresi de olmadığını dahi söyledi. Ağzımız bir karış açık kaldı! Bu kadarını da beklemiyorduk doğrusu! Hele ben, bir yaşıma daha girdim! Bu sözü ilk defa ondan duymuştum. Yani metre ve santimetre sözünü…
İnsanlar yaşlandıkça bir şeyler kaybettikleri hissine kapılırlar ve kendilerini övme gereği duyarlar ya… Övülmekten de çok haz etmeye başlarlar. Bu kadın da öylesiydi. “Ben şöyleyim! Ben böyleyim! Şu kadar şurada çalıştım! Bu kadar yükseldim! Şöyle bilgiliyim! Böyle sevgiliyim!” bir başlarlar kendilerini methetmeye, mangalda kül bırakmazlar! Çoğu da bir yerlerden emeklidir. Bu kadın da bilmem kimin özel sekreterliğini yapmış. Namus kumkuması! Orada nasıldı, bilinmez. Burada böyleydi. Aslında kimse sormadı. O kendiliğinden söyledi.
Gözler gözlük kadar boyalı, dudaklar dıştan çerçeveli, kırmızı, yanaklar badanalı duvar gibi, saçlar sarı boyalı, tırnaklar uzun ve koyu pembe ojeli, eller iri, parmaklar biçimsiz, bacaklar çarpık… Dört yanında dört mum yanıyor! Hâlâ vaktiyle ne kadar güzel ve de ne kadar özel olduğundan dem vuruyor.
Define onu hiç ses çıkarmadan dinledi dinledi, sonunda bir punduna getirip o değillikten, önceden ezberlemiş gibi güya ona değil de bizlere hitap edercesine öyle bir nutuk çekti ki kadın geldiğine geleceğine, dediğine diyeceğine bin pişman oldu!
“Gençler! İnsanları davranışları ve icraatları ele verir. Çevreleri onları sabırla izler ve değerlendirir. Kişinin kendisini tanıması, objektif olamaz. Çünkü kendisini göremez.
İnsanlar, çirkinliklerini bildikleri halde, çeşitli gerekçelerle güzel göstermek, masumiyetlerini kanıtlamak için telaşlı telaşlı, bağıra çağıra haklılıklarını savunurlar. Kendi çirkin yaklaşımları sonucu yıpranışlarından sonra kendilerini savunurlarken de ihlal ettikleri nezaket kuralları, onların nezih insanlar olmadıkları, aksine densiz, dengesiz, paldır küldür olduklarını anlatıverir.
Onlar bir topluluğa girer girmez, asabi ve huzursuz tavırlarıyla oradakileri huzursuz ederler. Vücut dilleri de vahşi bir hayvan gibi saldırmaya hazır olduklarını bildirmektedir.
Yüksek sesle, sert ve zoraki bir incelikle selamlaşırlarken acele acele tokalaşıp, sandalyelerini gürültüyle çekerek otururlar. Ellerindekileri masanın üstüne koyar koymaz, dirseklerini masaya dayayıp, vücutlarını da onlara yapıştırıp, öne doğru eğilerek karşı tarafa taarruza geçerler. Kimseye fırsat vermeden, kaşlarını kaldıra kaldıra, gözlerini faltaşı gibi aça aça, fıldır fıldır oynata oynata kendilerini övmeye başlarlar.
Gelişiyle rahatsız ettiği kişilerin haklı tepkileriyle karşılaştıkları zaman hemen savunmaya geçerek masum rolü oynamaya başlarlar. Haklı çıkmak için konuşurlar da konuşurlar ama boş konuşurlar. Bu tip insanlara Bursa dolaylarında Langoroz denir.
“Türk adabına göre yetişmiş, örf ve adetlerine sımsıkı bağlı, modern, aydın, kültürlü, asil, son derece mükemmel bir hanımefendi veya bir beyefendiye böyle muamele edilir mi! Ben bunu hak etmedim! Benim gibi bir insana bu nasıl yapılır?” diye veryansın etmeye başlar, bir türlü bitirmezler. Çevrelerindekilere konuşma fırsatı verecek diye boşuna beklemeyin!
Biz onu, gece gündüz günlerce anlatsaydık, onun kendisini anlattığı kadar hatasız, tam anlamıyla anlatamazdık. O, savunmasını yaparken, tek kişilik tiyatrosunun hem yazarı, hem yönetmeni, hem de oyuncusudur.
Kafalarda notlar çoktan verilmiş, halktan biri olmayan, yüksek sosyete mensubu zat-ı muhterem, sıfırın altında bilmem kaçıncı dereceye inivermiştir.”
Az daha alkışlamaya başlayacaktım. Bizimkiler de katılacaktı. “Haydi, o kadar da yüklenmeyelim! Hem büyüğümüz hem misafirimiz sayılır. Almıştır dersini zaten. Madem o kadar nezih ve kültürlüymüş, anlamıştır mutlaka taşların kimin başına yağdırıldığını!” dedim, renk vermedim.
Duygu servis yapıyordu. Bir ara göz göze geldik. Elindeki boş tepsiyi küçük masanın üstüne bırakıp gizlice, iki elini yumruk yaptı, üst üste vura vura oh çekti. Gülmemek için kendimi zor tuttum! Ne huzursuz tipler var! Bunlar bu kıskançlıkla nasıl yaşayabiliyorlar acaba?
Kıskançlık, akrep gibidir kalpte. Sokar durur! Boyuna zehir akıtır. Böylelerinin de dilleri yılan dili gibi çatallı ve çok uzundur. Her yere, herkese yetişir. Her kötü söze döner. Her önlerine geleni dilleriyle sokarlar, kalplerini kırarlar, yüreklerine zehir akıtırlar. Böylece kendilerini zehirledikleri gibi başkalarını da zehirlerler.
Kıskançlık, tedavisi mümkün olmayan müzmin bir hastalıktır.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 718