- 405 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DİNİDARLIK AÇMAZI VE PATİNAJ SİYASETİ
Yazının başlığında yer alan “dinidarlık” kavramı naçizane bana aittir. İlk defa bu kelimeyi yaklaşık on yıl önceki facebook notlarım arasında “dindarlık dinidarlık değildir” şeklinde “taassup” veya “dine rağmen dincilik” anlamında kullanmıştım. Daha sonra aynı kelimenin yaklaşık beş altı yıl önce Diyanet İşleri Eski Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez tarafından farklı cümlede kullanıldığını gördüm ve ziyadesiyle mutlu oldum. Elbette bunu söylerken ilk defa bendenizden alıp kullandığını iddia etmiyorum. Belki bu, Sayın Görmez’in kendiliğinden bulup kullandığı veya bendenizden sonraki bir zaman diliminde keşfettiği bir bulgudur. Ya da ikimizde de beş yıl arayla kendiliğinden ortaya çıkan bir tefekkür refleksi veya düşünce kesişmesi de olabilir.
Öte yandan “Patinaj Siyaseti” tamlaması da, ülkenin ve dünyanın politik gelişmelerini eleştirmek gayesi ile kullanılmış değildir. Bilakis dini din olarak değil de kendi dünyasının politik malzemesi gibi görenlerin çıkmaza girişlerini, aynı mükerrer çabalarla aynı yerde sayışlarını ifade etmek amacını taşımaktadır. Diğer bir deyişle bütün sorunların dinle çözüleceğini zannedenlerin veya her şeyi dinleştirenlerin ya da dini herşeyleştirenlerin nihayet dönüp dolaşacakları yegâne yerin çıkmaz sokak olacağını, dolayısıyla farklı düşünenlere çeşitli kulplar takarak karalamaktan başka bir işe yaramayacağını vurgulamak içindir. Nitekim böylesi bir bakış açısı; düşünen beyinleri, yeni fikir veya çözümler üretmeye çalışan dimağları kötüleme kısır döngüsünden, dahası o bildik klasik patinaj siyasetinden başka bir şey getirmemiş ve getirmeyecektir. Artık bunun herkes tarafından netçe görülme zamanı gelmiştir. Bu, tarihî tecrübe ile sabittir. Müslüman coğrafyayı anlatan tarih, kelam ve fıkıh kitapları bu gibi sonu gelmez iç çekişmeler, ona buna küfürle itham etmeler, haset kokan tepkisellik ve cedelleşmelerle doludur.
Günümüzde de benzer patinaj siyasetlerinin bunlardan pek kalır yeri yok maalesef. Bu vahim tabloyu, lise yıllarında duyduğum “cidal (kuru laf) cahilin, ilim âlimin, sükût arifin” tekerlemesi ne güzel ifade eder! Bilgi ve insan bağlamında kültürel derinliğimizi özetleyen kelâmı kibarlardan biridir bu söz. Aynı zamanda birbirinden farklı halk katmanları hakkında dolaylı bir malumat takdim eder sanki bize. Hele bugünlerde daha ayrı bir anlam kazanıyor böyle aforizması yüksek kelamlar ve deyişler. Çoğunlukla okumayan, düşünce üretmeyi sevmeyen bir toplum oluşumuzdandır ki; kendimizden farklı düşüneni anlamak veya sorular sorup anlamaya çalışmak yerine; genellikle birbirimizi suçlama, kategorize etme, kulp takıp ayrıştırma yoluna gidiyoruz. Bundan böyle söyledikleri dış güçlerle ilişkilendirilmeyen, dilinin altında bakla aranmayan, değişik görüşleri bir yerlere monte edilmeyen hiçbir farklı bakış sahibi ilahiyatçı, mütefekkir veya düşünce insanı yok gibi sanki.
Bir ilahiyatçı Kur’an’ın mesajının anlaşılması konusuna mı vurgu yaptı, alın size “hadis düşmanlığı” veya “mealci” yaftası… Bir düşünür sıra dışı bir bakış açısı mı geliştirdi alın size “fasık” veya “sapıtmış” suçlaması. Bir din âlimi şablon ötesi bir öneride mi bulundu alın size “dış güçlerin sözcüsü” iftirası… Bakıyorsunuz, bütün bu ön yargıyla suçlanan düşünce insanlarına: “Biz neden böyleyiz, bu millet ve bu ümmet neden bu halde?” sorularına kafa yormaya çalışan, kendi hâlinde bir şeyler üretmenin gayreti içerisinde bulunan, bütün bencillik ve ihtiraslarını bir kenara koyup bir aydın sorumluluğuyla sorunlara çözüm bulmayı amaçlayan samimi bir bilim insanından başkası değil. Ne hadis düşmanlığı gibi bir niyeti ne de dış güçlere yaranmak gibi bir kaygısı var. Bunları daha da çoğaltabiliriz. Sonu gelmez bu emeksiz suçlamaların ve ön yargıların. Özgürlüğü içselleştirmediğimiz, hür düşünce olgusuna erişemediğimiz, tefekkürü ve fikir işçiliğini bu ülkenin en kıymetli üretimlerinden biri saymadığımız sürece, kıyamete kadar böyle gider bu Müslüman toplulukların patinaj siyasetleri. Yeniye direnmenin, insanlığın sadrına şifa olacak bir şey üretememenin, aynı kısır döngülerin etrafında dolaşıp durmanın dışavurumudur bu. Bu tipolojinin mensupları ikide bir Batı toplumlarının Kiliseden uzaklaştıkça İslam’a yaklaştıklarını ve bu nedenle ilerlediklerini söyler dururlar ama kendilerinin birçok açıdan aynen o Batılıların Orta Çağda bıraktıkları skolastik kalıpların içerisinde bocalayıp durduklarını unuturlar. Dahası cehalet ve dinidarlık içerisinde sıkışıp kalan cemaatlerinin veya edilgenliği altında bulundukları hoca efendilerinin kifayetsiz, sığ ve fırsatçı bakış açıları ile dini, dünyayı, düşünceyi, tefekkürü, aklı, adaleti, ilmi, irfanı, izanı, vicdanı nasıl kendileştirdiklerinin veya ne kadar rijit ve dar kalıplara hapsettiklerinin farkında dahi değillerdir.
Bugün gereğinden fazla politize edilen, olduğundan daha fazla anlamlar yüklenen ve âdeta boğulmanın eşiğine gelen din, deyim yerinde ise kilitlenmiş; kendi problemlerini dahi çözemez duruma gelmiştir. Elbette kendi problemlerini çözemeyen bir müesseseden başka problemlerin çözümünü beklemek, izahı mümkün olan bir durum değildir. Tabii bir yönüyle bu, günümüz sorunlarının artık doğrudan dinle çözülemeyeceğinin, dahası dinin hızla bireyselleşmeye doğru evrildiğinin bizzat dinin kendisi tarafından dolaylı biçimde kabulüdür. Ve bu gelişme, aynı zamanda teolojik ve sosyokültürel bir olgudur. Bir nevi dinin istismardan kurtulup daha özgün, daha sade ve samimi bir değere dönüşmekte olduğunun habercisidir. Diğer bir deyişle insanlığın elini taşın altına koymaya başladığının, dahası birey veya toplumların kendi problemlerinin çözümünü; kurtarıcı, kutup, hoca efendi, mehdi ve benzeri ütopik kişi veya zümrelerden beklemek yerine, bilfiil kendisinin çözebilecek kudrete eriştiğini görmüş olmasının dolaylı bir ifadesidir.
Sonuç itibariyle dinidarlık içinde bocalayan patinaj siyasetinin öncüleri, özgür ruhlu düşünce insanlarını anlamayacak; onları hep küfre girmekle, haddi aşmakla, sapıtmış olmakla itham edeceklerdir. Oysa her düşünce üreten iş yapar, her iş yapan da hata eder. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Doğal olmayan; düşünce de dâhil hiçbir şey üretmemek, yeni bir iş yapmamak, öyle işlevsizce durmak, dahası sürekli hata içerisinde bulunmaktır. Velev ki bir düşünür hata etti, yanlış sonuca vardı. Daha kötüsü sapıttı. Düşünce bazında sapıtma özgürlüğü de olmalı bir düşünürün. Üstüne üstlük tefekkür ve düşünce bağlamında bir hükmün doğruluğunu veya sapıklığını tayin etme yetkisi; bir ferdin, cemaatin veya zümrenin tekelinde değildir. Hem ne, neye göre, ne zaman, niçin doğru, yanlış veya ‘sapıtma’dır; bu tartışılır. Öte yandan insanın özgürlük arayışı, aynı zamanda kendi kişiliğini bulma çabasıdır. Bundan böyle bir düşünür, âlim veya entelektüelin niteliğini; özgürlüğü, ilmi, iyi niyeti, hakşinaslığı ve içtenliği belirler. Dolayısıyla yanlış düşünen bir Müslüman, düşüncesiz veya teslimiyetçi bir Müslümandan daha kişiliklidir. Çünkü düşünen Müslüman, her daim kendini sorgulayan bir özşuurun; düşüncesiz ve teslimiyetçi Müslüman ise özünü sorgulamaktan kaçınan bir dışsal dönüşümün temsilcisidir.
Mesut ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.