- 246 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
LAİKLİK.
LAİKLİK.
Din işleriyle dünya işlerini birbirinden ayırmayı amaç edinen, böylece siyaset üstünde din baskısını ve din üstünde siyaset baskısını kaldırmayı öngören bir anlayıştır. Önceleri bilim dünyasına din baskısını engellemek yolunda bir hareket olarak görünmesine rağmen, aslında din ile siyaset adamları arasında bir çekişmeden doğmuştur. Orta Çağ’da din adamları bütün Avrupa’da bilim ve siyaset alanlarına istedikleri gibi buyurabilecek bir nüfuza sahiptiler. Din adamları bu nüfuzlarını iyice kötüye kullanıyorlardı. Katolik baskısına karşı bu ilk hareket Luther tarafından gerçekleştirilmiştir.
Luther’İn çıkışı sonraları yeni bir mezhebin, Protestanlığın adımını attı. Din baskısı, gerçekte din adamlarının kötü niyetle giriştikleri bir kötüye kullanmadan başka bir şey değildi ve gerçek bir din anlayışıyla ilgisi yoktu. 18. yüzyıl laiklik anlayışının geliştiği yüzyıldır. Fransızca’dan Türkçe’ye geçmiş olan "laik" sözcüğü, "din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk" anlamına gelen Latince "laicus" sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde din adamlarına "Clerici" din adamı olmayanlara da "Laici" adı veriliyordu.
Laiklik kavramı
Laik kelimesi Yunanca laos ismi ve laikos sıfatından gelir, Latincesi laicus’tur. Laos: halk, kalabalık, kitle demektir ve zıttı kleros’tur. Laikos: halka ait, ruhban olmayan demektir. Laicus: dinsel olmayan, demektir ve Osmanlıcada bu terim ladini ile karşılanmış fakat bu tutmamış, Fransızca laik kelimesi Türkçeye girmiştir. Laos/kleros karşıtlığı MÖ 3. yüzyılda, din yönetiminde iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ilk yüzyılından itibaren kilise adamlarına klerikoi (Latince clerici), bunların dışında kalanlara laikoi (Latince laici) denilmiştir. Bu adlandırma, ruhani ve cismani bir ikiliğe de işaret eder. Yeniçağda laik terimi, felsefi ve hukuki, siyasal bir anlamla genişleyerek devlet ve din ilişkilerine ait bir tarzı ifade etmeye başlamıştır. Fransa’da 3. cumhuriyette laicisme kelimesi dile girmiştir. İngilizcede, papazdan başka bütün halka lay, laity denir ve laic, secular kelimeleri de cismaniliği ifade eder.
Latince saecularis’ten gelen secular, özellikle İngiliz ve Alman toplumunda kullanılır. Kavramı felsefi açıdan tanımlayanlara göre laiklik “insana, insan aklına, beşerin ebedi tekamülüne iman getirmektir.” Buna göre, laik devletin dine karşı oluşu ile tarafsız olması arasında bir fark görmeyenler, dinle ilgisi olmayan anlamının hepsini dinsizlik olarak tanımlamışlardır. Bazı düşünürler insan eylemlerini dinli, dinsiz, dindışı şeklinde üçe ayırmışlar, buna örnek olarak ibadet etmeyi dinli, dindarları hor görmeyi dinsiz, yürümek konuşmak gibi eylemleri dindışı olarak görmüşlerdir. Siyasi anlamı üzerindeki tartışmalarda ise laiklik, liberalizmin dini kaynağı sayılır ve siyasi kudretin dini kudretten ayrılmasını ifade eder. Teokratik devletten demokrasiye geçerken devlet otoritesiyle din otoritesi sınırlandırılmış, laiklik klasik demokrasinin gerekliliğinin bir icabı olmuştur.
Buna göre kavram, çağdaşlaşma ve insan hakları ile yakın bağlantılıdır. Buna mukabil, İsrail gibi bir din devletinde de demokrasi 1948 senesinden beri hiçbir askeri darbe ile kesintiye uğramadan başarıyla uygulanmaktadır. Hukuki tanımlara göreyse en yaygın tanım, devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır’. Devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, fakat fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder. Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte dinlerin düzenini bozacak davranışlarını da önlemekle yükümlüdür.
Kavramın tarihsel gelişimi Katolik Avrupa ile Anglosakson Avrupa arasında bir nüans yaratmıştır. Katolik ülkeler laik, diğerleri sekülerdir. Laik ülkelerde daha çok din devletin denetimi altındadır; buna mukabil seküler ülkelerde din ile devlet özerk iki alandır. Protestan ve Anglikan ülkelerdeki sekülarizm, günlük hayatı belirleyen dünyevi bir yaşama tarzını ifade eder ve dünyevi işlerde dini dışarda bırakmak anlamını edinir. Bu ülkelerde milli kiliselerin Roma Kilisesinden ayrılmışlığı, Kraldan ayrı özerk kurum oluşu da kavrama etkinlik kazandırmıştır. Bu aynı zamanda uluslaşma ve burjuvazinin ortaya çıkışıyla da ilgilidir. Laikliğin Bizans sezaropapismine ve elitist hakimiyete, sekülarizmin ise Roma paganlığına ve vicdan özgürlüğüne yakın olduğu belirtilmiştir.
Devlet ve din arasındaki ilişkilere bir temel sağlayan laiklik, bu ilişkiler açısından üç özellik gösterir: Devlet dine bağlıdır (teokrasi, Tibet); din devlete bağlıdır (imparatorluk, Bizans, Osmanlı, İngiltere, Rusya); ikisi de özerktir (demokrasi, ABD, Avustralya, Belçika). Laik devleti Duguit şöyle tanımlar: “Din konusunda kendisi tarafsız olup, mensupları bir dini taşımakla birlikte kendisi devlet olmakla hiçbir dini özellik göstermeyen ve hiçbir din ayini yapmayan ve kendi namına yaptırmayan devlet.” Bugün bütün dünyada, cismani ve ruhani ayrılık anlamındaki temel ilkeler kabul görmekle birlikte, her devletin toplumuna ve kültürüne has özellikler de kavrama girmiştir. Türkiye’de laik devlet ile Müslüman toplum arasında cumhuriyetin kuruluşundan beri bir gerilim vardır ve devletin özel siyasal bir kavramı olan irtica kavramı, laiklikle birlikte anılır olmuştur. Devlete göre irtica, dinin sahtesi ve taassuptur. İrtica kavramının hukuki mi ideolojik mi olduğu tartışmalıdır. Atatürk’e göre “her faydalı ve yeni şeye karşı çıkmak irticadır”.
İrtica, devletin laikleşmesiyle ilgili olarak kanun koyucunun hukuki normlarına aykırı hareketler, devletin dayandığı ana değerlere aykırı görüşleri bu açıdan etiketlemesi şeklinde tanımlanmakla beraber, dini kamuoyundaki dini vecibeleri yerine getirme davranışları ile bu anlayış sıklıkla karıştırılmakta, hatta seçimle işbaşına gelse dahi eğer bu aykırılık görülürse devlet en başta ordu kurumu olmak üzere müdahale edebilmektedir. Burada devlet, demokratik açıdan her türlü düşünceye geçit verse bile, bu düşüncelerin dine dayanıp dayanmadığı noktasında laikliğe aykırı hareketler kapsamında irticayı temel terim olarak benimsemiştir. Buna karşın irtica tanımının içeriği tam olarak doldurulamamaktadır. Türkiye laikliği, dünyada uygulanan laiklikten farklı olarak kemalist bir çizgide ilerlemektedir. Aslen Hıristiyanlık terminolojisine ait olan Ruhban sınıfı kavramının ve ruhban olmayan (laik) kesimin İslam inancında yer almaması bu sorunun temelini oluşturmaktadır.
Tarihçesi
Eski çağlardan beri din, insanların, günlük yaşamında, toplumsal düzende ve devlet yönetiminde etkili oldu. Özellikle Hıristiyanlık Avrupa’da ortaçağ sonlarına kadar her alanda söz sahibiydi. Papalar krallara hükmedebiliyor, papaz, rahip, ya da keşiş gibi din adamları Hıristiyan dininin kurallarına göre insanların yaşamını yönlendiriyorlardı. Zamanla değişen ve gelişen ticaret ilişkileri, kentlerin zenginleşmeye başlaması, Hıristiyan olmakla birlikte ayrı mezheplerden olanların çoğalması gibi etkenler Hıristiyan dininin dönemin yeni koşullarına göre gözden geçirilmesini gerektirdi. 16. yüzyılda dinde reform hareketi oldu.
Edebiyat, sanat ve bilimde rönesans diye adlandırılan canlanma ve atılım dönemi de 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşti. Böylece Hıristiyan dünyasında din, yaşamın birçok alanında etkisini yitirmeye başladı. Özellikle eğitim ve öğretim alanında yenileşmeler oldu. Din kurallarına uygun eğitim yapan kurumların yani sıra özgür düşünceye ve inanç özgürlügüne dayanan eğitim kurumları devlet tarafından açılmaya başlandı. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi. En son 2008’de Türkiye’de parti kapatma davalarıyla ilgili olarak Avrupa Birliği, jakoben laiklik yerine demokratik laiklik kavramını tercih ettiğini belirtmiştir.
Osmanlı Devleti ve Türkiye
Bildiğimiz gibi Türkler son din olan İslamiyet’i kültürlerine uygunluğu nedeniyle büyük bir heyecanla kabul etmiş ve İslamiyet’e o kadar kutsal duygularla bağlanmışlardır ki, onu asla günlük hayatın basit meselelerine karıştırmamışlardır. İşte bu tutumları Türkleri tarihte, bir taraftan laik ve diğer taraftan da İslam’a en büyük hizmeti yapan bir millet olarak tanıtmıştır. Netice olarak Karahanlılar’dan Selçuklular’a ve Osmanlı’nın yükseliş dönemine kadar İslam’ın en iyi yaşandığı ve tatbik edildiği toplum Türk toplumu olmuştur. Bunda Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Mevlana gibi büyük Türk düşünürlerin katkısını da unutmamak gerekir.
Laikliğin tarihi gelişimi tetkik edildiğinde göze çarpan ilk manasının Latince "Tolerare" fiilinden türetilen "tolerans" olduğu görülür ki, hoşgörmek, gözyummak veya müsaade etmek anlamına gelir. Bu da Türklerin yaratılışında varolan hoşgörü, başkalarının düşünce ve inancına hürmet etme fikri ile tamamıyla uyuşmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında 19. yüzyıla kadar her konu dini görüş çerçevesinde mütalaa edilmiş, ancak 19. asırda fıkıh yanında batıdan intikal eden tıp, kimya, matematik ve felsefe gibi konulara da yer verilmiştir. Bu konular normal olarak dini kuralların dışına çıkmıştı. Fakat devlet idaresi ve hukuk kuralları din anlayışı içinde kaldı.
Osmanlı İmparatorluğunda Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’ı fethi ile son Abbasi Halifesini İstanbul’a getirip bir törenle halifeliği devralması Osmanlı Padişahlarına ruhani güç katmış ve bir bakıma teokratik devlet idaresi sistemi yerleşmişti. Devlet işleri bu şekilde şeriatın hakimiyeti altına alınmış oldu. Tanzimat devrinde bazı ilerici adımlar atılmışsa da, bu daha çok azınlık hukukunun korunmasını amaçlamak maksadı ile yapılmıştı. Nitekim, 1839 Tanzimat Fermanında mezhep farkı değil, yeterlik esasının göz önünde tutulacağı vaad edilmişti. Ancak, 1878 Anayasasında, iktidarın malikinin padişah, kaynağının da Allah olduğu açıkça belirtilmişti.
1856 tarihli Islahat Fermanında da şeriat hükümlerine sadık kalınmıştı. Osmanlı İmparatorluğunun devlet idaresinde, iki önemli faktör görülüyordu: Birisi saltanat, diğeri ise hilafetti. Laiklik bir taraftan din ile devletin kurumsal olarak birbirinden bağımsız olmasına, bir yandan da din ve vicdan özgürlüğünün devletçe güvence altına alınmasına dayanır. Laik devlet kendini herhangi bir dinle meşrulaştırmamalı fakat, dine karşı düşmanca hareket etmekten ve dini toplumsal hayattan tasfiye etmeye kalkışmaktan da kaçınmalıdır.
Cumhuriyet Dönemi Laiklik
Saltanatın kaldırılmasında ilk aşama 20 Ocak 1921 tarihli anayasadadır. Bu anayasanın birinci maddesi ile hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, ikinci maddesi ile icra kuvveti ve teşrii yetkinin milletin tek ve hakiki temsilcisi olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz ettiği belirtilerek, devlet idaresi dini ve sultani rejimden kurtarılmış oldu. Büyük Millet Meclisi 1922 tarih ve 308 sayılı kanunla da saltanatın kaldırıldığını teyit etti. 1921 Anayasasında hilafet zımnen kabul edilmişti, ancak otoritesi kaldırıldığı gibi halifenin de irsen gelmeyip Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmesi öngörülmüştü. Büyük Millet Meclisi 313 sayılı karan ile halife olarak Abdülmecit Efendiyi seçti.
29.10.1923 tarihli kanunla Cumhuriyet ilan edilmiş, devlet idaresi dini esaslardan tamamen ayrı tutularak, devlet egemenliğinin kaynağı kayıtsız ve şartsız millete ait kılınmıştır. Bu kanundan altı ay sonra kabul edilen Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ilk maddesinde, “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” denerek milli şuurumuzun esası belirlenmiş, bundan sonraki anayasa değişikliklerinde de bu ilkeye sadık kalınmıştır. Büyük Millet Meclisi 3 Mart 1924 tarihinde Hilafeti, Seriye ve Evkaf Vekaletini kaldırdı. 1924 tarihli Anayasada devlet dininin islam olduğu yazılı idi. 9 Nisan 1928 tarihli Anayasa değişikliğiyle bu hüküm de kaldırıldı.
Hilafetin kaldırılmasının sebeplerinin başında bu işin saltanat ile karıştırılmasını, tekrar sultanlığın getirilmesini önlemek ve devleti teokratik idareden tamamen kurtarmak geliyordu. Esasen halifeliğin bütün müslüman devletlerce de tanınmadığı bir gerçekti. Fas, İran, Afganistan gibi devletler Osmanlı Padişahlarının halifeliğini tanımamışlardır. Halifeliğin memlekete getirdiği siyasi bir fayda da zamanla kalmamıştı. 1961 ve 1982 tarihli Anayasalarımız da aynı prensiplerin korunmasını amirdir. Laiklik esasına aykırı hareketler men edilmiş, din istismarını önleyici tedbirler getirilmiş, laik Cumhuriyet ilkeleri hakim kılınmış, inkılap kanunlarının korunması ön görülmüştür.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.