- 600 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
713 – HAFIZA
Onur BİLGE
Yalnız yazılı edebiyatımız yok ki bizim. Sözlü edebiyatımız da var. Birbirimizle konuşmalarımız bile bu türe giriyor. Manilerimiz, ninnilerimiz, ağıtlarımız, türkülerimiz, masallarımız, anlatılarımız da var bizim. Aramızda öyle anlatıcılarımız var ki değme yazarlara taş çıkartır! Mesela eskiden beri görüştüğümüz, konuştuğumuz insanların anlatıları…
Ben laf dinlemeye bayılmam. Daha çok anlatmayı severim ama boş laf dinlemeyi sevmem. Dinlemeye değer bir şeyler anlatıldığında uysal bir kedi gibi kıvrılırım bir yere, kulak kesilirim. Tek harfini kaçırmam!
Mesela annemin arkadaşları neler neler anlatırlar! Hal dert laflarından dedikodulara kadar… Aman aman ne cevherler gizlidir onlarda! Bunların içinde akıl almaz olaylar da vardır. Hele dede ve cin hikâyeleri akıllara zarardır! En çok da bunları severim.
En çok da onları severim. Çünkü bana her gece masal anlatıldı. Zor uyuyan asabi mizaçlı bir çocuktum. Önce yatıştırılmam gerekiyordu. Şermin, benim için gelmişti bize. Onun işi bana bakmaktı. Bizde yatıp kalkıyordu. O bazen birkaç günlüğüne evlerinde kalmak istiyordu. Abla diye hitap ettiği annem ona izin veriyordu. O zaman benimle ablam, annem ya da onların işleri varsa babam ilgileniyordu. En çok da uyutmakta zorluk çekiyorlardı.
Uyutmak, saçlarımı okşamak, sırtımı kaşımak, kollarımı bacaklarımı ovmakla başlıyor. Bu arada mutlaka bir masal anlatılması gerekiyordu. Bir masal istiyordum. İsterse bin kere anlatılmış olsun. Masal olsun da nasıl olursa olsun!
O kadar alışmışım ki bu olaya, şimdi bile uykum geldiğinde sırtım kaşınır. Saçlarımla oynayayım, uykum gelir. Hastalansam, kendimi halsiz hissetsem birisi kollarımı ovsun isterim. Ya da bacaklarıma otursun. Kanın hareket etmesinin faydasını görürüm.
Durumun, ilerde bir yardımcı tutacak kadar iyi olursa ondan ev işi yerine ellerimi kollarını ayaklarını ovmasını, saçlarımı taramasını, sırtımı kaşımasını ve bana kitap okumasını isterim. İnşallah yatalak falan olmam! Bunlar genelde yatalak hastalara yapılan yardımlar. Hepimizi Allah korusun!
Masajdan, okşanmaktan, sevilmekten çok istediğim masaldı. Çünkü o, onların daha zoruna, benimse daha çok hoşuma gidiyordu. Anlatmaya başladıklarında gözlerimi kapattığım gibi hayal dünyamı seyretmeye başlıyordum. Sanki gözkapaklarımın içi sinema perdesidir. Hem benim hayallerim iki boyutlu değil, üç boyutludur. Üstelik ben de olay yerinde olurum. Öyle dışarıdan seyretmem. Onun için masal dinlemekten çok hoşlanırım. Masalı yaşarım.
Yazmakta olduğum, türü her neyse, deneme, anlatı, öykü… Bin bir tane olacak. Herkes okumaya doyacak! Ben doyamadım! Binbir Gece Masalları kitaplarında üç ya da beş masal oluyordu. Hemen bitiveriyordu. Bin bir diyerek bizi mi kandırıyorlardı? Küçükken masallara doyamadım! İyi ki Hans Christian Andersen, Grimm Kardeşler ve La Fontaine gibi birileri çıkmış da bir şeyler yazmışlar! Onlar da olmasaymış, masalsızlıktan ölecekmişim!
Büyüyünce bana masal anlatmaz oldular. Bir an önce sızsın kalsın diye elimi kolumu ovdular, saçlarımla oynadılar ama masal okuma işini bana bıraktılar.
Şermin, sinema delisiydi! Her hafta sonu annemden sinema parası alır, mutlaka bir film seyreder gelirdi. Ben de yapışırdım yakasına! “Şermin! Bana da anlatsana!” “O film büyükler için… Sen Ayşecik filmleri seyredersin. Parla Şenol filmi falan… “ “Şermin! Beni o filmlere götürüyorlar. Onları anlatma zaten. Hani gittin ya…” Başının etini yiyordum! “Uyu artık Kıpçık! Kıpırdanıp durma! Beni de uyutmuyorsun! Çok uykum var!” “Şermin! “Çok güzeldi!” dedin… Nasıldı? Anlatsana! Hadi! Hadi!” Bu arada ellerin, yüzünü rahat bırakmıyorum tabii, uyumasın diye. Kızcağız mecbur kalıyor anlatmaya.
Anlatırken kendisini öyle bir kaptırıyor ki filmi tekrar seyretmiş kadar oluyor! Kıpır kıpır olduğum için bana Kıpçık diyor. Fakat o anlatmaya başladığı anda ben put kesiliyorum! Kızcağız, gün boyu benim peşimde koşmaktan, bana “Dur! Sus! Otur!” demekten bitkin düşmüş. İsteksizce başladığı film anlatma faslında kendini olayların heyecanına kaptırarak hevesle anlatırken anlatırken, performansı düşmeye başlıyor.
Uyumasın diye neler yapıyorum neler! Tekrar gücü yerine geliyor, başlıyor ağır çekim… Dalıp gidiyor. “Şermin! Film koptu!” “Ha? Ne oldu?” diye bir zıplıyor!” tekrar devam ediyor ama arada uyuklayarak… Derken ben de yoruluyorum herhalde, uyuyup kalıyorum kucağında. Hiçbir filmin sonuna geldiğini hatırlamıyorum ama bir şey hatırlıyorum. Her sahne değişikliğinde “Bir de bakıyorsun eve taşınmışlar! Bir de bakıyorsun esas kız büyümüş, genç kız olmuş! Bir de bakıyorsun esas çocuk…" Çocuk dediği, genç erkek, yani filmin jönü… Yunanistan gelen göçmenler gençlere çocuk diyorlar.
Sadece geceleri olmuyor ki sözlü edebiyat! Gündüz ya da akşam misafirliklerinde teyzeler, amcalar neler neler anlatıyorlar. Kadın kadına konuşulanlarda duymamam gereken mevzulara giren hanımlar olursa annem onlara, benim orada olduğumu kibarca hatırlatıyor. “Tavanda hasta var!” ya da “Teyp kaydediyor ha!” Beni kastediyor. Bu defa daha da dikkatle dinliyor, şifre çözmeye çalışıyorum. Çünkü o anda şifreli anlatıma geçiyorlar.
Acaba o anlattıklarıyla bir anlatıcı, masalcı, öykücü, her neyse işte, böyle bir şeyler yazacak birini yetiştirmekte olduklarının farkında mıydılar? Acaba akıllarının ucundan geçer miydi beni dinlemeye alıştıranların, gün gelip okunacak ya da dinlenecek bir şeyler yazmayı bu kadar çok seven biri olacağım? Anlatılanları ya da yaşadıklarımı unutacağımı falan mı sanıyorlardı acaba?
Çok kuvvetli bir hafızam var. “Keşke biraz unutkan olsaydım da bazı şeyleri unutabilseydim!” dediğim çok oluyor. Fakat olayları, yerleriyle ve zamanlarıyla, anılarımdan film kesitleri halinde geri getiriyor hafızam. Mesela hanımın birinin anlattıklarından bahsedeyim şimdi. Sanki o konuşuyor. Siz de dinleyin. Bakın üslup nasıl değişiyor!
“Fabrikaya yirmi iki yaşında girdim, otuz bir yaşına kadar çalıştım. Sonra işten çıktım. Ev, Bayraklı’da. Sonbaharda bir arkadaş askerden geldi. Arkadaşımla ona ziyarete, Çay Mahallesi’ne gittik. Sevgi Yolu, Bayraklı’ya gideceğim. Eve gelirken ıssız ve alacakaranlık sokaklardan geçmek zorundayım. Önümde tenha hafif bir yokuş var. Aşağıya ineceğim. Gelirken arkamdan: “Rap, rap, rap…” sesler geliyor. Arkamda sanki bir tabur asker yürüyor! Hava iyiden iyiye karardı. Sokak lambaları yanıyor. Gölgeler çoğalıyor. Uzuyor kısalıyor.
Ayağımda topuklu ayakkabılar var. “Tık tık tık…” topuk sesleri geliyor. Saçlarım kınalı, karanfil kokulu… Başımı salladım mı karanfil kokusu gelir. Etrafımda gölgeler çoğaldı. Sanki etrafımı çevirecekler! Hasan Tahsin, Menemen ve Kubilay Erenler’de kapıyı açtım, içeriye girdim, arkama baktım ki hiç kimsecikler yok!”
Bunları yazarken kadının sesi kulaklarımda… Sanki karşımda oturuyor, o gün anlattığı gibi anlatıyor! Oysa yıllar önceki bir konuşma esnasında, korkudan söz açıldığında anlatmıştı. Hafızamda bugün anlatılmışçasına kayıtlı… Çok da önemli değil aslında. Formül değil, adres değil, telefon numarası değil. Sadece insan hayatından nihayetinde birkaç dakikalık bir olay… Kayda değer bir şey değil. Bunun gibi neler var daha beynimin arşivinde!
Beyin, muazzam bir organ! Hafızanın sınırı yok! Zaman zaman önemsizleştirdiği bazı kayıtları silmiş gibi zannetsek de durup dinlendikten, anımsamaya çalıştıktan sonra ya da bir şeyler onu çağrıştırınca, tüm canlılığı ve parlaklığıyla ortaya çıkıveriyor. Demek ki her şeyi kaydediyor. Hiçbir şeyi kaybetmiyor. Yeter ki onu tam kapasite kullanmaya gayret edilsin! Her şeyden önce onun nasıl kullanılacağı öğrenilsin!
Beynin nasıl kayıt aldığı hakkında benim diyeceğim en önemli husus dikkattir! Olayı beyne nakşetmek için iyi bir gözlemci olmak gerekir. Anlatılanı kaydetmek için de iyi bir dinleyici olmak… Olaya ya da anlatılanlara odaklanmak, sessiz kalıp dikkatle izlemek ya da dinlemek… Olaysa kayda geçecek olan, onu en ince detaylarına kadar tekrar akıldan geçirmek, birine anlatmak… Şayet anlatılanları kaydedeceksek, duyduklarımızı anında hayal perdesinde sahneye koymak… Göz ününde canlandırılamayan her şey sağlıklı bir şekilde kayda geçmez.
Âşıklar, aralarında geçen olayları, konuşma ve yazışmaları tekrar tekrar hatırlamaktan zevk aldıkları için zamanla birbirleri için vazgeçilmez olurlar.
Aşk, her şeyden önce odaklanma işidir. Ormanda tek ağaca bakmak gibi… Zamanla o ağaç, sizin ağacınız oluverir. Onunla bütünleşivermişsinizdir. Çünkü siz hiçbiriyle o kadar ilgilenmemiş, hiçbirini o kadar incelememişsinizdir. Haliyle en çok onu seversiniz.
Allah aşkı için de zikir ve tefekkür gerekir. O aşk da odaklanmayı gerektirir. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz. Beynin en verimli şekilde kullanımı ve emek sarf etmek suretiyle olur.
Allah ismi beyne kazınmadan yüreğe yazılmaz.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 713
YORUMLAR
Hayırlı sabahlar. Bebişi hem gördüm hem hissettim.:) Hangi pisikolojik durum yada duygu yoğunluğunda olursak olalım; çocuk devreye girdiğinde sadece kendisi kalır geride bir şey bırakmaz.
Yazının bendeki tüm etkisi bu oldu. Geneli içinde bir kanaat yazacaksam. hedefsiz bir yazı diyebilirim. Muhtemelen "Febi eyyi ala irabbüküma tükezziban" ayetinin etkisi altında kaleme alınmış. Hafıza nimetinin büyüklüğü anlatılmak istenmiş ve sık sık vaz geçilmiş bu fiilden. Güzel bir anı neticesinde güzel bir nasihat.
Yazı maksadına, yazan muradına uzak kalmış gibi geldi bana.:):)
Ama yazı yinede kendisini okutmayı başardı.
kalem daldan dala kondu. sonunda hedefini buldu. huzur kapısı hızır mihmandar olup hafızayı muhafazaya koydu. insan hafızası bir saniyaedae bile bin yıllık yolları dolaşır masallara belenir , yorulur,sonra durulur. aslında yaşananların çoğu unutulur. iyi kide unutulur. yoksa acılar yer bitirir ruhu. iç huzuruna kavuşmak hiçde kolay değildir. emeğine sağlık farklı bir tadı olmuş yazının.