- 417 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
BİR PAZARCILIK HİKÂYESİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
BİR PAZARCILIK HİKÂYESİ (1)
Yeni yılın girmesiyle birlikte gıda maddeleri fiyatlarında anormal yükselişler oldu. Yeni yılın zam şampiyonu ayçiçek yağıydı. Kalitesi, tadı ve fiyatı nedeniyle fakir mutfakların vazgeçilmezi olan bu yağın fahiş fiyatlarla satılması herkesin dikkatini çekti ve basın yayın organlarında, sosyal medyada şikâyetler ayyuka çıktı. Kimine göre yıllık yüzde yetmiş, kimine göre yüzde doksan olan fiyat artışları nedeniyle ayçiçek yağının sınıf atlayarak zengin mutfaklarında tüketilebileceği yorumları yapıldı. Birçok medya organında zam sebepleri araştırıldı, bazı fikirler ve tespitler öne sürüldü.
Yağ tüketen ve üreten bir vatandaş olarak bu zamların sebebini çok iyi biliyorum. Bence bu acı gerçeğin iki sebebi var: “pazarlamacı kumpasları” ve “çaresiz üreticiler”… Ne demek istediğimi bir hatıramdan hareketle anlatacağım.
***
1974’ün Ağustos ayı… Yaz tatilini köyümde, baba ocağında geçiriyorum. Üniversite sınavına girmişim, sonuçları bekliyorum. Kazanacağımdan eminim; kendimi iki ay sonrasının üniversitelisi, istikbalin büyük adamı olarak görüyorum. Son derece gururluyum (belki de kibirli); öyle ya, koskoca köyde üniversiteli kaç genç var ki! Burnum havada, başım bulutlarda; herkese tepeden bakıyorum. Dünyanın merkezine kendimi koymuşum; kısaca ömrümün en çiğ çağını yaşıyorum.
On sekiz yaşındayım, gencim, dincim; pek yakışıklı olmasam da zımba gibi delikanlıyım. Son moda kıyafetler giymeye özeniyorum, pantolonumun arka cebinde tarak ve arkasında horoz resmi olan Horozlu cep aynası taşıyorum. Tek derdim var: kirpi gibi dik saçlarım. Jöle henüz icat edilmemiş, briyantin alacak kadar zengin değilim; kirpi saçlarımı limon suyu sürerek yatırıyorum.
Günlerden cumaydı. O gün köyümüzün Batakburun mevkisindeki beş dönümlük zeytin ve üzüm bahçemizden on beş sandık üzüm toplamıştık. Bu bahçe anneme, dedem Mâcır Şerif’ten miras kalmıştı. Rahmetli dedem çalışkan adammış; boş araziyi aile fertleriyle birlikte (ninem, dayım, annem) zeytin fidanlarıyla doldurduktan sonra “Fidanlar büyürken aralara üzüm fidesi dikeyim, çoluk çocuk nemalansın,” diye düşünerek tarlayı meyve bahçesi hâline dönüştürmüş. Ekip dikenlerden, bakıp büyütenlerden Allah razı olsun; biz hazıra konduk.
O yıllarda babam yaz aylarını pazarcılık yaparak değerlendiriyordu. Her pazartesi Orhangazi’de, cumartesi günlerinde ise Yalova’da pazar açardı. Sattığı ürünler genellikle incir, üzüm, domates gibi bizim yetiştirdiğimiz mahsullerdi. Bazen konu komşu da birkaç sandık ürün getirip: “Pazarda satarsın, masrafını ve kendi emeğini çıkardıktan sonra kalanını bize verirsin,” diyorlardı.
O gün akşam yemeğinde babam oldukça düşünceliydi. Annem: “Pek dalgınsın, canını sıkan bir şey mi oldu?” diye sorunca: “Köy meydanındaki kamyonda benim adıma otuz beş sandık mahsul var,” dedi. “Güvey Ahmet getirdi iki sandık biber, Çakır Osman getirdi iki sandık incir, Horozcu Sülo getirdi bir sandık patlıcan; getirdi de getirdi… Onca malı nasıl satacağım bilemiyorum. Hadi sattık diyelim, kime kaç lira vereceğimi nasıl hesaplayacağım?”
“Ben sana yardım ederim baba,” diye girdim araya. “Bir aydır köyden çıkmadım, yarın ben de seninle geleyim, hem biraz hava alırım, hem de sana yardımcı olurum.”
“Kamyon kasasında gelirim dersen, gel.”
“Ben de pazar açacağım ama… İki koldan satış yaparsak öğleye kadar bitiririz malları. Ben de öğleden sonra gezerim biraz.”
“Sen pazarcılık yapamazsın oğlum.”
Kendimden emindim; yapardım. Pazarcılık da neydi? Dizersin sandıkları, yazarsın fiyatı üstüne, müşteri kaç kilo isterse tartıp verirsin.
“Yaparım,” dedim.
“Mademki istiyorsun, mademki iki farklı pazar kuracağız, bir terazi daha lazım. Git amcana, terazi iste, dirhemleri de almayı unutma.”
Yarım saat sonra; içinde bir terazi, bir pazarcı önlüğü ve yüzlerce kese kâğıdı olan derin malzeme sandığımıza bir el terazisi daha eklenmişti.
Sabah erken kalkacağımız için erkenden yattık. Yattık ama uzun müddet uykuya dalamadım; pazarcılık mesleğini ilk defa tecrübe edeceğim için heyecanlıydım.
O yıllarda sabah kahvaltılarımızı genellikle tarhana çorbası içerek geçiştirirdik. Babam üç beş kaşık çorba içtikten sonra: “Saat yedide kamyon hareket eder, sakın geç kalmayasın,” diyerek malzeme sandığını alıp evden çıktı.
Yarım saatim vardı; geç kalmazdım. Kâsemdeki çorbayı bitirdikten sonra köyümüzün terzisi Mustafa Meşe’ye diktirdiğim İspanyol paça kahverengi pantolonumu ve şile bezi beyaz gömleğimi giydim. İri ve gösterişli tokalı, üç parmak genişliğindeki kemeri pantolonuma takarak kıyafetimi tamamladım. Aynanın karşısına geçip saçlarımı taradım; ıslattım, limon suyuyla kalıp gibi yaptım ve sadece bayram ve düğünlerde giydiğim parlak iskarpinlerimi ayaklarıma geçirdikten sonra yediye birkaç dakika kala köy meydanına gittim.
Çorbacı Mehmet kontağı açıp marşa basmış, motoru ısıtıyordu. Kamyon tepeleme sebze ve meyve sandıklarıyla doluydu. Her türlü hazırlık yapılmış; sandıklar, üzerinden çapraz halatlar çekilerek kasanın çengellerine bağlanmıştı. Pazarcılar kamyon kasasının en arkasında boş bırakılan dar yere yerleşme telaşındaydılar.
“Geldim baba,” dedim.
Babam beni görünce önce şaşırdı, sonra acı acı bakarak beni tepeden tırnağa süzdü.
O anda ne büyük hata yaptığımı, ne kadar komik duruma düştüğümü ve ne kadar çiğ bir insan olduğumu anlamıştım. Aradan kırk yedi yıl geçmesine rağmen o bakışları unutamadım. Babam beni incitici tek laf etmemişti ama ne demek istediğini gözlerinin derinliğinde hissetmiştim. “Bu ne biçim kıyafet oğlum?” diye soruyordu babam. “Düğüne mi, bayram yerine mi gidiyorsun evladım? Haa, şimdi anladım! Senin niyetin pazarda mal satmak değil, Yalova’nın kızlarına kur yapmakmış.”
Ve o hiçbir şey demedi.
Babam ve iki yaşlı köylü, şoför muavin koltuğuna oturdu, ben ve yedi sekiz kişi kamyon kasasının arkasına sığıştık. Sıkıntılı bir yolculuk değildi bizim için; alt tarafı kırk dakikalık bir yolculuk yapacaktık.
Yalova merkeze girecekseniz; ister İzmit’ten, ister Bursa’dan gelin denize paralel uzayan geniş bir yoldan geçersiniz. Yolun solunda evleriyle, mağazalarıyla, bahçeleriyle Yalova’yı; sağında ise yüz yüz elli metre genişliğindeki bir arazide feribot tesislerini, kafeleri, çay bahçelerini ve onların arkasında denizi görürsünüz.
70’li yıllarda bu arazi bomboştu ve orada pazar kurulurdu; köylü pazarı hemen girişte en baştaydı, Yalova halkına göre ise en sondaydı tabii. Köylerden mal getiren kamyonlar ve kamyonetler deniz kenarına park edip beklerdi.
Neyse efendim, kamyonu boşalttık, sandıkları taşıdık. Babam ve ben on metre arayla iki pazar açtık. Babam: “Sen sadece üzüm sat,” dedi. “Emanet mahsuller birer ikişer sandık olduğu için akşama kadar hayda hayda satılır. Mühim olan üzümleri bitirmek… Şunu unutma, üzümü tartarken dirhem kefesi daima yukarıda olacak, her müşteriye yüz yüz elli gram fazla üzüm vereceksin.”
“Tamam baba,” deyip tezgâhımın başına geçtim.
(Devamı var)
YORUMLAR
Yüreğiniz dert görmesin dost yazarım.
Güne eşlik eden kıymetli kaleminizi kutluyorum ve devamını merakla bekliyorum.
Nicelerine
Selam ve saygılarımla
Var olunuz
erturanelmas
Böylesi güzel bir hikayeye kimsenin yorum yapmamış olması ilginç...
Gelelim hikayeye duru anlatımı,betimlemeleri ile gayet güzeldi.Babanın ilk bakışı ilene dediğini anladık son bakışını merak ediyorum.Gayet güzeldi.Tebrikler.
Böylesi güzel bir hikayeye kimsenin yorum yapmamış olması ilginç...
Gelelim hikayeye duru anlatımı,betimlemeleri ile gayet güzeldi.Babanın ilk bakışı ile ne dediğini anladık şimdi son bakışını merak ediyorum.Tebrikler.
Aziz Remzi tarafından 1.2.2021 20:54:41 zamanında düzenlenmiştir.