- 479 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
697 - DÖKÜLDEN
Onur BİLGE
“Dökülden,
Bu kadar yıldır Antalya’dayım, inanır mısın Düden Başı’na gitmedim. Döküldenine çok gittik ama ilk çağladığı yeri görmemiştim. Laf arasında Kaptan’a bunu söyleyince: “Gidelim dostum!” dedi. “Ancak oraya hemen gidilip dönülmez. Güzel bir gün seçelim. Tam öğle vakti, kış sıcağında piknik yapalım, güneş devrilirken dönelim! Sen bir şey alma. Ben Şarampol’deki börekçiden ince börek alacağım. Sen hiç talaş böreği yedin mi? Antalya’nın meşhur böreğidir. Bir de tavada iki veya tek yufkadan yapılan bohça böreği vardır.” “Adını bile duymadım Ağabey! O nasıl bir şey?” “Yufkalar elle ince ince açılır, yağlanarak üst üste konur, tekrar inceltilir, tencere kapağının kenarıyla kesilir kesilir kızgın yağa atılır. Yufkaların aralarında hiçbir şey yoktur. Pişince tabakta talaş gibi durur. Tamam! Anlatmayla olmaz! Ondan da alırım! Biraz yeşillik, meyve falan… O gün de öyle olsun!”
Bugün havayı güzel gördüm. Telefonumu açtırttım ya… Kaptan’ı aradım. “Ağabey, bir bisiklet bul, gidelim! Hani piknik yapacaktık ya!” “Tamam! Geliyorum!” dedi. Bir saat kadar sonra yanımdaydı. Bisikletin kollarına filelere doldurduğu yiyecekleri asmış. Ben de atladım emektar bisikletime, bastık pedala… Ancak yol yokuş yuları… Çıkmak bir hayli yordu. Neyse ki Kanal göründü, engebeler başladı. Luna Parkta gibi iniyoruz, çıkıyoruz, dönüyoruz. Yılan gibi yollar… Taşlı tozlu… Sol tarafımızda gürül gürül çay akıyor… Yer yer sulama yapmak için tatar arabası tekerleği gibi ama çok daha büyük ahşap tekerleklere bağlanan on on beş tane yağ tenekesi, döne döne su alıyor, soba borusu gibi bir kanala boşaltıyor. O da arka taraftaki tarlaları suluyor. Tek tük yerden evler, yani gecekondular yapılmaya başlanmış. Kalan arazide adam boyu kayalar, çalılar, taşlar topraklar… Göz alabildiğine düzlük… Sürüler yayılıyor.
Yol, oldukça palatur. Bisikletlerde zıplaya hoplaya gidiyoruz. Kaptan yine önüne bakıyor da ben ilk defa gördüğüm için etrafa alıcı gözüyle bakarken, koca koca taşların üstünden atlıyorum. Çukur yerlerde, geçen günkü fırtınalı yağmurdan kalan, özleşmiş kırmızı çamurlarda araba ve bisiklet tekerleği izleri var.
Evlerin önlerinde çocuklar oynuyor. Bu memlekette çocuklar içeriye girmez. Yaz kış akşam ezanına kadar sokaktadırlar. Anneleri en çok: “Ezan okundu, duymadın mı! Hâlâ sokaktasın! Gir içeri!..” diye bağırır. Ezan başladığı anda sokak lambaları da yanar. Ezanı duyamayanlar, dışarıya çıkarak, kabukları soyulan kuru ağaçlardan yapılan elektrik direklerindeki sarı ampullere bakarlar.
“Düden Çayı’ndan akıp gelen arıklarda çam kabuğundan ve gazete kâğıdından az mı kayık yüzdürdük! Kayık gider, biz gideriz… Hızla akardı. Nefes nefese kalırdık, yetişeceğiz diye! Hey gidi günler hey! Vay ki vay, çocukluğum! Gençliğim!.. Ah!.. Eski Antalya’m!..” diye derin bir iç çekti Kaptan, solda deli deli akan çaya bakarak. “İşte bu su var ya bu su… Onlarca değirmenin türbinini çevirirdi.”
Antalya’ya hayat veren Düden Çayı aktı, biz gittik. Nihayet bir yere geldik. Boş bir alan… Orada bisikletlerimizden indik. Yanımıza alarak onları uygun bir yere koyup, etrafı gezmeye başladık.
Orada kocaman bir mağara vardı. İçine girilip, labirent gibi dar ve ıslak, yosun kokan yollardan geçerek, batıdan doğuya kadar, üstümüzden akan şelaleyi seyrede seyrede yürüdük. İçimden, oraya bir şey bırakmak, tekrar gelmek nasip olursa onu orada görmek isteği geldi. Çocukça bir istekti. Fakat çok istedim ama sadece birkaç kibrit çöpü kalmış cebimdeki kibrit kutusunda. Bir tanesini oyuğun birinin içine sakladım.
Galiba biz, yeryüzünde de bizden bir iz kalmasını şiddetle isteyen insanlarız. Galiba onun için çocuk sahibi oluyoruz. Onun için yazıyor, çiziyor, yontuyoruz. Dünyada kalacaklarını bile bile bir yerlere imza atarak gidiyoruz. İyi ki Kaptan ne yaptığımı görmedi! Kim bilir ne düşünürdü hakkımda?
Hayal bu ya… Ben oraya mesela bir şiirimi koymalıydım. İçinde sana olan aşkımı anlattığım, sıcacık, buram buram hasret kokan, yakınlık tüten bir şiir… Sen de bu şehirdesin ya… Nasılsa bir gün buraya sen de geleceksin ya… Aynı yerden geçeceksin, şüphesiz. Sanki başka kimse geçmeyecek de onu orda görmeyecekmiş de bir sen görecekmişsin ve şıp diye elinle koymuş gibi buluvereceksin gibi... Açıp okuyacaksın, bir de bakacaksın ki hitap sana! Akrostiş… Yukarıdan aşağıya adın ve soyadın… Başka zaman belki bir anlam ifade etmeyebilir de orada onu öyle bulman, okuman, içinde sen olman, belki bir anlık da olsa heyecanlandırır ve belki de sevindirirdi seni… İşte böyle saçma sapan bir şeyler düşündüm işte! Sanki o şiiri sana başka türlü ulaştırmam mümkün değilmiş gibi…
Çok görme yani. Kınama da beni. Biz posta çocukları değildik. Telefon çocukları da olamadık. "Keşke bir güvercinim olsaydı da ayağına mektup bağlasaydım, ona gönderseydim. O da alıp okusa, bana yazsaydı da salsaydı gökyüzüne! O zaman kimse görmeden haberleşirdik belki. Çocuk aklı işte! Postacı götürünce annesinin babasının eline geçecek, güvercin ayağında sallaya sallaya götürecek de kimse görmeyecek!
Bir kızı seviyordum bir zamanlar. İlk gençliğim… On üç on dört yaşında falanım. Dama çıktığımda evlerini görebiliyorum. O da dışarı içeri girip çıkıyor ama görebilmem için karda ayazda yarım saat, bir saat buz tutmam gerekiyor oralarda. Yazın da bir o kadar yanacağım. Gözüm evlerinde… Sadece belli belirsiz bir hayal gibi geçip gidecek. Göreceğim ve o bana o gün için yetecek.
Sonunda ettim edemedim, bir dürbün aldım. Onu alabilmek için iki ay kadar yaya gidip geldim okuluma, yol parasından artan simit parasını da biriktirmek için açlıktan karnım kazınsa da bir simit alıp yemedim. Sonunda dürbünüm oldu. Onu dürbünle izlemeye başladım. Ayıp belki ama benim için hayati önemi var! Öleceğim düşkünlüğümden! İlk aşklardan bunlar! Öyle tatlı, o kadar eşsiz bir duygu ki!.. O zamana kadar farkında olmadığım yüreciğim de haz alırmış! Hem de ne haz!.. Sanki narkoz almışım! Az daha bayılacağım!.. Öyle bir kendimden geçiş!.. Ellerim ayrı titrer, ayaklarım ayrı… Dört yorgan altında sıtmadan yatar gibi… Hele dizlerim! Hele dizlerim!.. Hepten yoklar! Bir da başım döner mi bir binlik devirmiş gibi!..
İşte bu Dökülden gibisin içimde! Gece gündüz durmaksızın akan… Beni bana bırakmayan… İçimi oyuk oyuk oyan… Dev Kazanı haline getirdin bıraktın beni!
Haydi, diyelim o zamanlar aşk, ilk karşılaştığım, ilk başıma gelen acayip bir duyguydu da beni o hale getirdi, ya bu yaşta sana olan aşkıma ne demeli? Aynısının tıpkısı, gâvurlar dinime dönsün!.. Hatta bin beteri!.. Verem edecekti az daha beni! Humma gibi ateşli!.. Taun gibi öldürücü!.. İyi ki Kaptan’a açtım da sırrımı, o tuttu elimden de çekip çıkardı beni ateşlerin içinden! Hem dünya ateşinden hem de ukba ateşinden kurtarmaya çalışıyor garibim daha hâlâ! Kart ağaç eğilir mi! Uğraşıyor işte yılmadan. İşinin adı ne!
“Acaba bunları da Kaptan’a söylesem mi?” diye düşünürken, farkında olmadan yüksek sesle söylemişim. Nasıl olsa çağlayanın sesinden duyulmaz diye ama duymuş.
“Ne dedin? Ne dedin? Anlayamadım. Neyi söylesen mi bana?” dedi, duymazlıktan geldim. Tekrar sorunca, cevap vermek zorunda kaldım. Artık gizlenecek yeri kalmadı. Hem o benim sırdaşım… Dert ortağım.. Rahatça paylaşırım. O aşağılamaz beni. Duygularımla alay etmez. Ben de bisikletlerdeki yiyecekleri alıp gelince, oturduğumuzda anlatacağımı söyledim.
Çağlayan’a yakın yerler çok gürültülüydü. Suyun sesinden birbirimizi rahatça duymamız kolay olmayacaktı. Mağarada da sıçrayan ve üstten akan sularla biraz ıslanmış, su çilenen yufka ekmeklere dönmüştük. Haydi, öyle demeyeyim! Ütü tavına getirilmek istenen, zor açıldığı için su damlacıkları çilenerek nemlendirilen giyeceklere dönmüştü üstümüz başımız. Saçlarımız da zor açılan Arap saçları gibi ıslanmıştı. Artık kemik tarakları zeytinyağına batırıp batırıp tarama zamanıydı.
Hafif bir esinti var. Oturduğumuz yer güneşlik ama yine de su damlacıkları rüzgârla savrularak arada bir hatırımızı sormuyor değil! Sofra örtüsünü serip, yiyecekleri yavaş yavaş çıkarıp dizerken bir taraftan da aklımdan geçen çocukça düşünceleri ve bir kibrit çöpünü oraya bıraktığımı tüm çıplaklığıyla anlattım.
“Eskiden biz de mektuplar yazar, şişelere koyar, ağızlarını mantarla sıkıca kapattıktan sonra, birisinin eline geçmesi ümidiyle denize atardık. Ben de defalarca yapmışımdır bunu. Bu insanın yaratılışında var. İnsan ölümsüzlüğe programlıdır. Herkes ölür, o görür ama kendisini ölümsüz sanır. Onun için dünyaya dört elle sarılır, aşkla bağlanır. Hatta firavunlar bile aynı düşünce içindeydiler. Onlar iyice haddi aşarak kendilerini ilah ilan etmişlerdir. Ölümsüzlük duygusunun iktidar hırsı ve şımarıklığıyla birleşmesi öyle çok nahoş bir olayın ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Aslında ölenleri görürler ve öleceklerini bilirler. Hatta ölüm ötesi için de tantanalı hazırlıklar yaparlar. İşte o piramitler bile birer şişe, birer kibrit çöpü gibidir. Dahası, karıları, servetleri falan… Saymakla bitmez insanların dünyada iz bırakma isteğiyle yaptıkları…”
Bir şey de ben söylemiş olmak için: “Baki kalan bu dünyada hoş bir seda imiş.” dedim. Baki de kalmak da kalıcılık anlamında… İkisi bir arada kullanılmış ama Bâki, orada mahlasını tapşırmış. Onun için mesele yok. Şiir aruz vezniyle, gayet de güzel yazılmış.
“Bâki olan yalnız ve ancak Allah’tır!” diye müdahale etti hemen Kaptan. Doğrusu da odur!
“Eyvallah!” dedim, İstanbul ağzıyla. Ne varsa ortadaydı. “Börekler sıcaktı. İyice sardırdım ama açıldı ya soğumadan yiyelim abem!” dedi. Bazen böyle Antalya ağzıyla konuşur. Çok da hoşuma gider benim. İlginç bir şive… Yöreye has…
“Bu memlekette, ilçeler arasında bile şive farkı var. Köylere kadar hatta! Antalyalı biri konuşsun. Kırk yıldır şehrin merkezinde yaşıyor olsa bile konuşmasından Korkutelili mi, Alanyalı mı, Manavgatlı mı yoksa Serikli mi olduğunu anında anlaşılır, İstanbullu! Burası taşra! Anadolu!”
“Yarı yarıya Antalyalı olduk biz de artık Kaptan!”
Dev Kazanı”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ -697
YORUMLAR
Bu kadar övgüden sonra Antalya'ı gezmek şart oldu, teyzemde var orda bir kaç kez çağırdı nasip olmadı nasip diyelim, selâmlar