- 419 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ATLAR ve RÜZGAR
Bozarmış gök yere inince çok kar yağdı. Bulutlar boşalınca da her yer beyazlandı. Sonra çok ayaz oldu; dereler, çeşmeler hep buz tuttu...
Kandil is çıkarıp yanadururken yer yatağındaki Nayme kadın sancılanınca oturmuş başında bekleyenler ayaklandı. Biri koşup ebe kadına giderken biri de kara kazana su doldurup çengele astı, odun atıp ateşi harlattı. Doğum yakındı…
Ikın dediler ıkındı, açtı ağzını bağırdı, çığırdı. Sesinden duvarlar sallandı, tavan alçaldı, saçaktan sarkan buzdan kılıçlar kırılıp parçalandı. Sonra sustu kadın. Bu sefer çıplak bir ses çıplak duvarlarda yankılandı…
"Gözün aydın," dediler adama, "bir oğlun oldu." Baba adam, iki kızdan dokuz yıl sonra bir de erkek çocuğu olunca sevincinden delirdi, ne yapacağını bilemezken kapıdan çıkıp derin kara dala çıka ahıra gitti.
Birazdan şafak söküp sabah olacaktı ama dünya hala karanlıktı. Kandili yakıp içeriyi aydınlatınca hayvanların durumuna baktı. İpini koparan veya dolaşan yoktu. Önce boklarını çekti kürekle, sonra önlerine çuvaldan saman verdi.
İçi içine sığmazken peşi peşine iki de sigara içti. Küreği alıp ahırdan eve kar yolu açacaktı ama hava çok soğuktu, "daha sonra" dedi…
Eve geri geldiğinde yeni doğum yapmış karısının yanına giremiyordu. Çaresiz öte odaya gitti. Orada iki kızı vardı ve onlar da uyanıp kalkmışlar, sobanın karşısında oturuyorlardı.
"Adını ne koyalım?" diye sordu onlara.
Büyük kızı Çiçek:
"Yağız." dedi.
Küçük kızı Pürçek:
"Doru." dedi.
Adam, bu cevaplar karşısında duraksadı. İki kızına kaş altından baktı. İçinden; bak hele şunlara dedikten sonra dönüp öte odaya gitti. İçeriye girmeden kapı aralığından seslendi; "Adı ne olsun Nayme?"
Karısı Nayme:
"Ben bilmem." dedi. "Ne koyarsan koy..."
Adamın koca anası Emiş, "Bocuk olsun." dedi.
Ebe kadın Kara Ayşe ise, "Şafak…"
Çiçek:
"Bocuk da neymiş?" dedi babasına, şaşkınca.
Pürçek:
"Şafak da neymiş?" diye diklendi.
Baba adam da, "Hey gidinin uyanıkları, Yağız ne, Doru ne peki? Adı Memiş olacak, hadi bakalım!" dedi onlara.
Kızlar ayağa kalkıp diklendiler, ağızlarını uzatarak; "Babaa…" dediler. "Emişle Memiş mi? Keloğlan gibi bir şey bu! Şaka mı yapıyorsun bize?"
"Şaka tabii" dedi adam. "Adını rüzgâr koyalım, özgürce esip gezsin. Bir adını da doruk koyalım, başı göğe ersin…"
Gece bitti gündüz geldi, gece gündüz anasını emdi, günden güne serpildi. Sonra kış gitti yaz geldi. Su içti, ekmek yedi; biraz daha irileşti. Kış derken, yaz derken aradan beş sene geçti. Bu sürede nenesinden masallar, destanlar, türlü hikâyeler dinledi. Altıncı sene babasına diklenip ondan bir at istedi. Babası, "olmaz" dedi. "At olmazsa tay..." dedi, babası, "Olmaz" dedi. "Eşek öyleyse…" Babası; "Döşekte kedi, eşikte köpek, ahır dolusu sığır, kümes dolusu tavuk varken oğlak istedin; aldım, kuzu istedin; aldım, güvercin aldım, ördek aldım, kırdan çil yakaladım sana; keklik de yakalarım ama o tek tırnaklıları kapıma sokmam, kes artık!" dedi.
Ondan sonra huyu suyu değişti Rüzgar’ın. Kızlar da rüzgâr olan adını değiştirip ona fırtına dedi. Es fırtına, kes fırtına…
Baba adam önyargılıydı, hem de takıntılıydı. Hayır dediyse hayırdır, inatçı mı inatçıydı. Pişmiş sebze yemez, salçalı soğanlı fasulye istemez. Canı köfte çeker ama Kasabadan kıyma alıp getirmez. Para yok dese de kahveye gider, pişti oyar, çay içer. Çapaya gitmez, orak biçmez; iş çok der ama her öğlen yatıp güzellik uykusu çeker. Koca adamın güzellik neyine! Hem fakirdir hem de Şakir işte…
Birgün çok yağmur yağdı, her yerden seller aktı. Rüzgar çocuk, yağmur dinince yalınayak olup dışarı çıktı. "Çıpıl çıpıl derecik hani bana paracık?" deyip suyun yırttığı yerlerde bozuk para aradı. Sonra gide gide köy içine vardı. Sarı sel dere yatağından taşmış ağaç köprüyü sallamaktaydı. Karşıya geçemeyince orada kaldı.
Orada bekleyedururken sel bitti. Sel bitince arkadaşları geldi. Birlikte dereye girip arandılar, küflü enser, cıvata, at, eşek ve öküz nalı, eskimiş pulluk demiri, tekerlk halkası gibi şeyler topladılar. Bunları verip tuzlu leblebi alacaklardı ama leblebiciyi beklerken akşam oldu. Topladıklarını avuçlarına alıp dağıldılar…
Eve geldiğinde sudan çıkmış balık gibiydi. Anası Nayme, "Su kurbağası" dedi ona. Islak giysilerini çıkarıp soyuk soğana çevirdi, sonra da çıplak üstüne ak bir gömlek geçirdi. Küçük abla Pürçek güldü o haline, "Deli deli" dedi. Çünkü sırtındaki deli gömleği gibiydi. Rüzgar kızdı bu duruma. Geçti öteye, arkasını ak toprak boyalı duvara dayayıp oturdu. Uzun deli gömleğinin eteklerini de diktiği dizlerine geçirdi…
Bezi yere serdiler, üstüne tahta siniyi indirdiler; etrafını çevirdiler. "Gel" dediler ona da. Gelmedi. "Acıkmadın mı?" dediler, konuşmadı. Birkaç kez üstelediler, dinlemedi. Sonra bıraktılar kendi haline, oralı bile olmadılar.
Kızdı gamsız atalarına. Kızdı, o burada açken çanaklara kaşık çalmalarına. Dizlerini iki yana açarak ak gömleği cart diye yırtıp ikiye ayırdı. Babası dövünce sabaha kadar ağladı. Nefessiz kalınca kin yaptı…
Gün yarın olunca kinlendiği Pürçek ablasını taşladı. Kız şaşırdı. "Neyin var ulan?" Gene taşladı. Ablası kaçmasaydı başı yarılacaktı. Vaziyeti Şakir babasına anlattı. Baba bağırdı Rüzgar’a; "Ablanı niye taşlıyorsun ulan?" Onu da taşladı. Sinmeseydi onun da başı yarılacaktı. "Gel ulan buraya!" O zaman kaçtı. Tuttular, kesik başlı tavuk gibi havalara sıçradı. Ellerini ısırdı, yüzlerini çizdi. Kudurmuş gibiydi. Baş edemeyince urganla dolaya dolaya orta direğe bağladılar, boynuna da muska astılar. Pürçek gene güldü, ona "Muskalı kedi" dedi. "Hem de cinli perili…"
Onlar toprağın çocuklarıydı. Sürecekler, ekecekler, biçeceklerdi. Sabanı iki öküz çekecek, tohumu el serpecek, sapı eller kesecekti. Arabayı öküzler çekecek, harmanı birlikte dövecek, çıkardıklarını birlikte yiyeceklerdi...
Birgün "Baba," dedi kızlar. "atlarımız olsa, bir de talikamız; binip gitsek tarlaya orağa, ormana oduna, çayıra ota. Yürürken yoruluyoruz, hem de geç varıyoruz; gün çıkıyor doruya. Çalışınca çok yoruluyoruz, akşam olunca yorgun bedenimizi eve zor taşıyoruz..."
Onlar kutlu hayvanlardır. Asil, hassas ve zeki… Hem de sadık. Rüzgârdan yaratılmışlardır ki güçleri ve hızları ondandır. At olan eve şer girmez, nefesleri kovar kötülükçü şeytanları. Hem ruhları öbür dünyaya taşıyandır onlar. Ey Şakir oğlu, niyedir bu inadın? Yüz yıllarca at binmedi mi senin ataların? Kılıç sallamadı ok fırlatmadı mı uçsuz bucaksız bozkırlarda. Onlar ki, devlet kurmadı devletler yaşatmadı mı bin yıllarca?
Sonunda inadı kırıldı baba adamın. Öküzleri satıp iki at aldı; biri doru, biri yağızdı. Dönerken tekerlekleri çan gibi öten talika maviye boyalıydı. Kızlar çok sevindi buna. Hele Rüzgâr, çok ama çok…
At arabası otomobile benzermiş. Atlar motor, dizginler direksiyon, kamçı gaz pedalı; beygir Ali öyle diyormuş. Deh dediğinde gider, oov dediğinde dururmuş. Sağ dizgini çekince sağa, sol dizgini çekince sola dönermiş…
Kimi rahvan kimi dörtnala gittiler; uzak yerleri yakın ettiler. At arabası ne güzel bir şeymiş…
Atları olmuştu sonunda ama düzen istediği gibi işlemedi. Kızdı bu duruma, içlendi, içerledi. Gel zaman git zaman bu sefer de geçti karşısına anasına diklendi:
"Adımı neden Rüzgâr koydunuz?"
Anası, "Ben ne bilirim çocuğum, git babana sor." dedi.
"Sordum."
"Nedenmiş?"
"Özgürce esip gezeymişim diye."
"İyi ya işte!"
"Hem de neden Doruk?"
"Babana sor."
"Sordum."
"Ne dedi?"
"Başım göklere ersinmiş diye."
"Ne güzel işte..."
"Öf ana!"
"Neye püfledin ki şimdi?"
"Püflemedim."
"Her neyse."
"Ablamın adı neden Çiçek, ot mu o?"
"Canın neye sıkıldı senin?"
"Ötekinin adı Pürçek, mısır mı o?"
"Bilmem, Şakir babana sormak lazım."
"Bilmem bilmem! Öf ana, bir şey bilmez misin sen?"
"Bilmez olur muyum çocuğum; teknede hamur karıp kim ekmek yapıyor? Ateş yakıp yemeği kim pişiriyor? İnekleri kim sağıyor, yayığı kim dövüyor? Evi kim süpürüyor, çamaşırları kim çitiliyor? Oo, say say bitmez…"
Rüzgâr:
"Boyularına hamut geçirip arabaya koştunuz…"
"Kimi?"
Rüzgar:
"Kimi olacak, atları."
"He ya, koştuk."
"Peşlerine saban takıp toprağı sürdünüz..."
"Ekin ekmek için…"
"Yaz sıcaında harman dövdünüz döndüre döndüre…"
"Taneyi samandan ayırmak için…"
"Bana ne, bana ne! Köle mi onlar?"
"Tövbe estağfurullah! Kimi koşsaydık? Üçünüz bir olup öküzleri sattırdınız, beygir aldırdınız babana. Bütün bu işleri yaparken öküzler köle miydi? Ne alaka! Yazın sıcağında birlikte çalışıp kışın soğuğunda beraber yemedik mi?"
"Bana ne!"
"De hadi!"
"Öküz mü onlar ana?"
"Öküz değilse beygir. Var mı çalışmadan yaşamak?"
"İş varken koşup çalıştırdınız, iş yokken ayaklarından zincirleyip çaktınız."
"Ya ne yapsaydık?"
"Salıp özgür bırakmadınız…"
"Çekil karşımdan, işim var benim. Hem öğle oldu bak, susamışlardır şimdi. Git Göksu deresinde sula. Hem yolacakları ot kalmamıştır, yerlerini değiştir. Çok bilme bu kadar!"
Yanına keskin yüzlü çakısını aldı, lastik ayakkabılarıyla taşlı çakıllı yolu arşınladı. Atlar Çıplak Tepenin beri yamacında çakılıydı. Yanlarına yaklaşınca kişneme gibi ıslık çaldı. Doru olan başını kaldırdı, geleni hemen tanıdı. Sorusunu kişneyerek cevapladı…
Demir kazık etrafında döne döne otlamışlar, yolunacak bir tutam ot kalmamıştı. Hava da sıcak mı sıcak, susamışlardı. Hem de sinek vardı çok, onlar da susamış gibi atların göz sularını içiyorlardı…
Öptü kokladı ikisini de, sevdi okşadı. Konuştu onlarla. Sonra götürüp Göksu Deresinde suladıktan sonra geri getirip gene otlu bir yere çaktı. İşi bitince de çıkıp çıplak tepedeki yalnız ağacın gölgesine oturdu. Keskin çakısıyla kestiği kızılcık çubuğunu soyup yay yaptı. Yedi tane de sivri uçlu ok yaptı…
Atlar kutsal hayvanlardır. Asil, hassas ve zeki… Hem de sadık. Sudan yaratılanı vardır, rüzgârdan yaratılanı. At olan eve cin girmez, nefesi kovar hepsini. Bedendenlerden kopmuş ruhları öbür dünyaya kim taşır? Kim olacak, tabii ki onlar…
Bir sürü çalışıp ok ve yay işini bitirince sırtını yalnız ağacın yaşlı gövdesine dayadı, ellerini de başının arkasında bağladı. Durduğu yer yüksekti ama başı göğe ermiyordu nedense. Adı rüzgârdı ama o gibi esmiyordu özgürce…
Atlar kutsalmış. Diyene bak! İnsan, kutsalı tutsak yapar mı hiç? Asilmiş. Bir insan asili zincirle çakar mı? Özgürlük sevene gem de vurulmaz!
Oku, yayı ve çakıyı orada bırakıp yamaç aşağı koştu. Rüzgâr gibi. Atların yanına varınca "Gel" dedi delibaş Doru’ya, eğilip ayağındaki tokalı kayışı boşandırdı. "Haydi," dedi ona. "saldım seni, git. Özgürsün artık." Zinciri topladı, demir kazığı çıkardı; gitti uysal Yağız’ın yanına. İki zinciri ekleyerek kısayı uzun ettikten sonra ona da "Sen de yarım özgürsün." dedi.
Gene koştu, bu sefer yamaç yukarı. Rüzgâr gibi. Tepenin yüksek üstüne varınca orada durup dikildi. Biraz da ayıcık gibi parmakları üzerinde yükseldi. O zaman gözleri sevinçle gülümsedi. Çünkü bir ses ona; "Gördün mü, başın nasıl göğe erdi!" demişti.
Gün yarın olunca yine aynısını yaptı. Atların birini özgür bırakıp diğerinin çemberini genişletti. Yine tepedeki ağacın altına oturup yüksekten onlara baktı. Seyretti. Nenesinin anlattığı masalları, destanları, efsanevi hikayeleri hayalinde yaşattı. Bazı bazı eyersiz Doruya binip Dallı Pınar otlağında koştururken ve uzun yeleler yelde uçuşurken atası Oğuz Kağan gibi yay gerdi, ok fırlattı…
Başına buyruk çıktığı maceranın üçüncü günüydü. Öbürsü gün yani. Öğle öncesiydi. Ev önündeyken bir at kişnedi. İki kere. Hem de avlunun öte yanındaki taşlı yamaç yolu öttüren nal sesleri vardı kulağına gelen. İçi güp güp edince koşup baktı. Doruydu o. Gelip köydeki çeşmeden su içmiş, gene dörtnala gidiyordu. O zaman içi içine sığmadı. Sığmadı ama biraz da korktu. Çünkü bu özgürlük oyunundan evdekilerin haberi yoktu.
Koştu peşinden. İki tepe bir de çukur aştı. Vardığında ter duman içinde kalmıştı ama özgür olan at yarı özgür arkadaşının yanındaydı. Biraz soluklanınca yarı özgür Yağız’ı da serbest bıraktı. "Özgürsünüz artık." dedi onlara "Yılkı atları gibi. Özgürce otlayın, özgürce sulanın, özgürce koşup oynayın. Ama gün kavuşunca evde olun. Tamam mı? Unutmayın, atlar zekidir. Çokbilmiş koca nenem öyle demedi mi?"
Yağız, her şey rağmen uysal mizaçlı bir attı. Doru olan deli doluydu ama o günden sonra o da başkalaştı. Ön yargılı Şakir baba da…
Tevfik Tekmen Aralık/2016 Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.