- 474 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
Bir "Heeeyt!" çekmeye gelmişti Max Weber'e...
Kalem sûresinin de haber verdiği gibi Aleyhissalatuvesselam Efendimiz pek büyük bir ahlak üzeredir. Yani onu nübüvvetle görevlendiren Rabbü’l-Âlemîn bizzat ahlakını övmüştür. Kefalet etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de bu ayetin tefsiri sadedinde der ki: "Mu’cize-i Muhammedî ayn-ı Muhammeddir (a.s.m.)." İzahında da ekler: "Bütün ümmet, hatta düşmanları da dâhil olduğu halde, icmâ etmişler ki: Bütün ahlâk-ı haseneye câmidir."
Bir cüzünü ise başka bir yerde şöyle detaylandırır:
"Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adâvet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz."
Şu konuyu bugünlerde tefekkür ederken kendimce birşeye uyandım arkadaşım. Becerebilirsem anlatayım. Özeti şöyle: Aleyhissalatuvesselam Efendimizin bine yakın mucizesi var ki bunların ekserinin haberini ancak nakille biliyoruz. Öyle iman ediyoruz. Ahirzaman yetimleri olarak o mübarek sahnelerin şahidliğinden yoksunuz. (Cenab-ı Hak cennetinde telafi ettirsin.) Ancak bu fakirliğimiz hepten de hiçahiç olduğumuz anlamına gelmiyor. Böyle düşünmemeliyiz. Bizim de eriştiğimiz zenginlikler var. Nedir? İslam şeriatının insanlarda meydana getirdiği değişimdir. İnşa ettiği ahlaktır. Kurduğu medeniyettir. Biz de bunların şahidiyiz. Yani bidayetteki harikalara basarımızla şahid olamasak da basiretimizle koca bir harikalar diyarının şahidiyiz. Muvaffakiyetlerini seyretmekteyiz. Elhamdülillah.
Bu anlamda tarihimiz aslında bize özgüven aşılıyor. Özgüven ifadesini asabiyet bağlamında kullanmıyorum. el-Aziz olan Allah’ın müslümanlara ihsan ettiği izzet-i İslamiye manasına yoruyorum. Bir müslüman kimliğinde özgüvenlidir. Arkasına baktığı zaman orada utanılacak birşey görmez. Lebaleb faziletle dolu bir mazi bulur. Aleyhissalatuvesselamın mucizeler mucizesi olan güzel ahlakından tereşşuh edip şekillenmiş bir cenneti soluklar. Böylece küfranî (m)edeniyetin kendisi dışındaki bütün dünyaya telkin ettiği aşağılık kompleksini dimdik karşılar. Geçici bir teknik/kuvvet üstünlüğünün kalıcı bir fazilet/ahlak üstünlüğüyle başedemeyeceğini söyler. Dışından haykırmadığında içinde bulur. Bununla ayakta durur. Yani bizim imanımızı ziyadeleştiren mucizemiz işte bu köklerimizdir.
Bu nedenle imanımıza kastedenlerin de en çok uğraştığı şeylerden birisi bize özgü tarih algımızdır. Başta sahabeye, tabiine, tebe-i tabiine olmak üzere, küfranî (m)edeniyetin, tarihimizin herbir parçasıyla ayrı ayrı derdi vardır. Onlara karşı ayrı ayrı iftiraları bulunur, ayrı ayrı argümanlar üretir, ayrı ayrı saldırılar düzenler. Yakın tarihimizde, bazen bizzat devlet eliyle/eğitimiyle, şahit olduğumuz aşağılamalar hep bunun parçasıdırlar. Osmanlı şöyle rezildir. Selçuklu böyle fenadır. Padişahlar sarhoştur. Vezirler hortumcudur. Komutanlarımız katildir. Valilerimiz haraççıdır vs... Bütün bu telkinlerin arkasında yatan hile müslümanın mucizesini elinden almaktır. Eğer meyve üzerinde yükseldiği ağaçla kavga etmeye başlarsa çok yakında dalından aşağı düşer. Ve aşağıda şehvetle bekleyen nice haşerata meze olur.
Max Weber "Protestanlaşmadan kapitalistleşemezsiniz!" der. Protestanlıksa başta geçmişe küsmedir. Ondan utanmaktır. Ona eleştiridir. Hatta düşmanlıktır. Evet. İçimize sızmış reformist/modernist akımların da böyle bir arzuyla epey çalıştıklarına şahit olduk. Sâbık dönemde bizzat hükümetler eliyle bir milletin yedi ceddine hasım edildiğini gördük. İftiralarını işittik. Aşılamalarını aldık. Böyle böyle endoktrinasyonlarla Avrupa’ya doğru itildik. Ebeveyninden koparılmış özgüveni zayıf ahirzaman çocukları olarak Batı’nın köprüaltlarında sabahladık. Sığındırıldık. Dilenerek aldığımız şarabı annemizin kaynattığı çaya tercih ettik.
Ben Niyazi Birinci ağabey merhumun emeğini bu açıdan önemsiyorum. Eserlerini kim-ne kadar eleştirirse eleştirsin. O velud kalemiyle birkaç nesle kaybettiği/kaybedebileceği özgüveni geri verdi. Yapabildiği kadar yaptı bunu. Uyardı. Hatırlattı. Dâsıtane metinlerinde ahirzamanın kayıp yetimlerine "Bu pak pınarı bırakıp hangi kör kuyuda ziftlenmeye gidiyorsunuz a akılsızlar!" feryadı vardı. Soruyordu. Sorduruyordu. Konuşurken de öyle konuşuyordu. Ses tonundan mimiklerine öyle dik duruyordu ki, duruşu bozulanlar da bakıp, "O kadar da fena bir halde değiliz galiba!" tesellisi yaşıyorlardı. Küçümsemeyin. Bu duruş mühimdir. Pek mühimdir. Bazen kaybedilecek savaşlar dahi böyle durabilen komutanlar sayesinde geri dönebilir. Döndürülebilir. Çobanın özgüveni çok çakalı kısmetinden eder.
Kitaplarca nasihatin yapamadığını bazen bir ciğer dolusu "Heeeeyt!" yapar. Niyazi Birinci ağabey işte böyle çekilmiş bir "Heeeeyt!" idi. Eserlerinden önce bir duruştu bence. Yeniçeriydi. Kabadayıydı. Sunguroğluydu. Yavuzdu. Romancıdan önce destancıydı. Tarihçiden önce dellaldı. Okurlarından da çoğunu kendisi gibi ’Niyazi Birinci’likten alıp ’Yavuz Bahadıroğlu’na getirdi. Göğüslerini genişletti. Şimdi bu göğüs genişliğiyle çalışacak akıllar/eller. Asya’ya yitik bahtını hediye edecekler. İnşaallah. Çünkü özgüven olmadan, başlar yerden kalkmadan, ümmet mucizesini görüp imanını tazelemeden bizden hiçbirşey olmazdı, olmayacaktı, olmayacak. Kartal kekliği taklid edeyim derken kendi uçuşunu da unuturmuş: “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi." sırrına mazhar olurmuş. Niyazi ağabey sırf şu gayreti için bile arkasından okunacak Fatihaları hakediyor.