- 770 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
692 – ALO
Onur BİLGE
“Alo,
Geçenlerde telefon rehberimde çok eski bir arkadaşımın telefon numarasını aradım. Lakabı aklımdaydı. Adını bir türlü hatırlayamadım. Biz ona Otlakçı derdik. Öyle de kaydedemezdim ya… Yok! Bulamadım!
Defterde yazılacak yer kalmamış. Çarşıya çıktığımda Kitapçı Hayret’ten bir defter almıştım. Oturdum küçük masaya, temize çekmeye başladım. Hatırladığım kimseler kadar hatırlayamadıklarımın adları ve telefon numaraları da vardı. Bazılarının telefonları değişmiş. Numaralarının üstlerini çizmişim, satır arsına yeni numaralarını yazmışım. Zaten ilkin dört haneliymişler. Sonradan farklı bir kalemle başlarına bir hane daha eklemişim. Bazılarına bir, bazılarına iki, bazılarına da üç eklenmiş. Arkadaşlarımın kimisi vefat etmişti, kimisi de ev değiştirmişti. Başka bir semte taşınmış oldukları için yeni telefon numaralarını bilmiyordum. Bazıları zaten İstanbul’da kalmıştı. Birbirimizi arayıp sormayalı yıllar olmuştu!
Bazı isimleri ve telefon numaralarını yazmaya gerek duymadım. Çünkü bu zamandan sonra ne ben onları ararım ne de onlar beni ararlar. Bunlardan biri de senin telefonun! O, artık İzmir’deki terk ettiğin evde kaldı. O güzel günlerimiz, o saatlerce konuşmalarımız da geçmişte… Burnumun direği sızladı. Gözlerim doldu.
O numara, hiç aklımdan silinmeyecek gibi kazınmıştı belleğime. Şimdi o denli yabancılaşmış, uzaklaşmış ki! Ne kadar da çabuk eskimiş! Nasıl da kaybetmiş o göz kadar, can kadar değerliyken önemini! O numara ki benim kopmayan son hayat bağlantımdı. Canlı kalan son kök ucum… Tek hayat damarım… Bir zamanlar “Adımı unutsam, o numarayı unutmam!” derdim. Büyük konuşmuşum. Böyle unuttururlarmış adama! Defterlerinden silerlermiş de sildirirlermiş hafızadan da rehberden bile!
Ta ilkokul arkadaşlarıma kadar ne kadar çok kişinin telefonunu almışım! Mahalle arkadaşlarımın, çoktan boşandığımız Nevin’in akrabalarının, ortak tanıdıklarımızın… Onlar ne yazık ki artık benim için gereksiz… Eski defterde kalacak, onunla birlikte yırtılıp yakılacak olsalar da üstlerini çizmeden geçemedim. Öldürmeden yakmak bize yasaklanmış!
İşin ilginç tarafı, bazılarının bir de adreslerini almışım. Sonra taşınmışlar, karalamışım. Yer arayıp ok çıkartıp yeni adreslerini kaydetmişim. Karmakarışık olmuş defter. Temize çekilme zamanı çoktan gelmiş de geçmişti bile ama saatlerce uğraştığım halde daha yarısına bile gelemedim! Ne zor işmiş!
Bazı isimleri ne kadar hatırlamaya çalıştıysam da başaramadım! Ne kadar çabuk unutuvermişim! Madem o kadar kısa bir sürede unutacakmışım, o zaman neden yazmışım ki?
En çok da ölenlerin üstlerini çizmek zor geldi! Nüfus kütüğünden düşürür gibi… Bir zamanlar paramızı pulumuzu, yiyeceğimizi, evimizi paylaştığımız insanlar, ne kadar da kolay yok olup gidiverdiler! Tek çizgi kâfi geldi defterden silmeye! Zaten hiç kaydedilmemişler gibiydiler.
Bazılarını sanki hep hatırlayacağımdan eminmişim gibi ya da yazılanlar arasına o adda başka kimse eklenmeyecekmiş gibi soyadı yazmaya gerek görmemişim. Ahmet ama hangi Ahmet? Ayşe ama hangi Ayşe? Yeni deftere olduğu gibi geçirdim ancak aramak istediğimde hangi numarayı çevirerek ulaşacağımı bilmiyorum. Deneyerek bulacağım artık.
Muammalar da var. Yalnız telefon numaralarını yazmışım, isim yazmamışım. Bazı telefon numaraları tersinden mi yazılmış ne? Kim yazmış olabilir? Ben mi? Hatırlamıyorum!
Korkunç bir katliam yapıyormuşum gibi geliyor bana. Eski fihristin hiçbir önemi kalmadığı halde nasıl da alışmışım ona. Yenisi tertemiz, inci gibi yazılıyor ama o kadar yabancı ki bana! Sanki kaydedilenlerin hepsi adres değiştirmiş! Elimi attığımda şıp diye buluverdiğim kişilerin adlarını sanki bulamayacakmışım gibi geliyor.
Sanki eski rehberden silinince o kadar kişi birden çıkıp gitmiş gibi oldu hayatımdan! Sanki ilk defterde yaşıyorlardı da diğerine geçirirken kendi ellerimle öldürdüm onları! Bu nasıl bir duygu, ben de anlamıyorum.
Birilerinin adlarını bir yere kaydettiğimde, sanki oraya diktiğim ağaçlar gibi bulundukları yere kök salıyorlar da silip başka bir yere geçirdiğimde, kökleyip de başka bir yere dikmişim gibi “Ya tutmazsa?” diye endişeye kapılıyorum. Aslında, numaraları yanlış aktarmış olmaktan korkuyorum. Dönüp dönüp kontrol ediyorum. Bazı rakamları alelacele yazmış olmalıyım, çünkü kendi yazdığımı okuyamıyorum. Altı mı sekiz mi? Yedi mi iki mi? Onun için endişelenmekte haklı oluyorum.
Bazı dostlarımın adlarına da rastladım. Zaten yıllardır arayıp sormamıştık birbirimizi ama onlar o eski defterde benim için vardılar ve nefes alıp vermekteydiler. O iki karton kapağın arasında yaşamakta, bana manen dayanak olmaktaydılar. Ne çok güzellik vardı eskiye dair ve ne çok kişi eksilmişti içimizden daha şimdiden!
Bazılarının telefonlarını boş bir kâğıda yazarak cebime koydum. Dışarıdan arayacaktım ama yıllardan sonra aradığım için hal hatır sorduktan sonra onlarla ne konuşacaktım? Bu zamana kadar aramıştım sormamışım... Aranmamışım da… Nasıl bir mazeret öne sürecektim? Belki de aramamak çok daha iyi olacaktı.
Aylardır telefonum kapalı… Arayan oluyorsa da ulaşamıyor zaten. Postaneye gidip telefonumu tekrar açtırtmam lazım. Nasılsa sen, bu zamana kadar denedin ya da denemedin, telefon numaramı çevirmeyi hiç denemezsin artık. Onun için açıldığından da haberin olmayacak. Belki haberdar olsan bile aramazsın. Çok şey kayboldu aramızda. Gemiler yandı, köprüler yıkıldı, hatlar kesildi, telefonlar ortadan kalktı!
Birlikte yaşadığımız anılar kaldı çoğundan. Ne isimleri kaldı ne telefonları ne de adresleri… İstanbul’da ve Antalya’da ailemle beraber yaşadığım evlerin, açtığım lokanta ve Kaleiçi’ndeki dükkânın telefonları da yok oldu.
Acaba rehberimi mi hayatımı mı temize çekiyorum? Hayatımdan gidenlerle beraber, gitmesini istediklerimi de siliyorum. Hainleri, ikiyüzlüleri, bile bile zarar verenleri, düşmanlık edenleri…
Hayatımdan yıllar önce çıkıp gidenlerin telefon numaralarının bile halen duruyor olması ne kadar saçma! Ne kadar çok gerçek veya gölge kişi varmış hayatımda! O kadarı çıkıp gittiği halde nasıl devam ettirebilmişim ilişkilerimi bunca insanla?
Arkadaş, akraba, eş dost bir tarafa, bir de mal alıp sattığım kişilerin telefonları… Epeydir siparişler de aksadı. Adamlar arıyorlardır, meşgul çalıyordur aylardır.
Bugünün tarihini bir yere kaydetmeliyim. Defterin ilk sayfasına mesela… Gelecek sene bugün, seneidevriyesini yapmalıyım ölenlerin topluca! Bir ölünün ardından her yıl hatırlanan bir gün vardır ya… Pişi yaptırmalı, helva falan kardırmalıyım, öyle ya!
Ne kadar da zormuş, fihrist temize çekmek! Hatıralar arka arkaya dökülüverdi önüme! Üst üste çekilmiş filimler, üst üste tabedilmiş resimler gibi hayalimdeki anılar. Sanki şu ana kadar adlarını okuduğum kişiler şu loş odama doluşmuş, hepsi başıma üşüşmüş gibi geldi! Hani tıklım tıklım dolmuşlar, otobüsler vardır ya aynen öyle… Fakat hiç oturan yok! Hepsi de ayakta ve balık istifi…
Ne kadar çok kişiyi gerçekten özlemişim! Hemen kalkıp postaneye gitmeli, telefonumu açtırmalıyım! En çok da Kaptan’la buluşmalarımızı kolaylaştırmak için… Her defasında kahvelere kadar gitmek, Ali Bahar’ın dükkânından sola saparak Cumhuriyet İlkokulu’na doğru yürümek, soldaki yeni açılan postaneden telefon etmek çok zor oluyor.
Öncelikle şu postane işini halletmeliyim. Nasıl olsa aylardır telefon faturası ödemedim, epey para biriktirdim. Kesenin ağzını açma zamanı geldi. Artık afili bir ayakkabı alacağım kendime.
Aslında kış çıktı gibi… Ne olacak ki zaten Antalya’nın kışından! Kışlık ayakkabı almayayım ben. Şöyle mevsimlik, hafif bir şey olsun. Yağışlı havalarda yine bu takozları sürüklerim, güneşlik havalarda da gıcır gıcır yesyeni ayakkabılarımı giyerim! Ayakkabı dediğin yürürken gıcırdamalı! Şöyle bir baktırtmalı yanından geçerken insanları kendisine!
Bir “Merhaba!” vardı Islak Martı, senden bana. Sonrasında tarifi imkânsız bir güzellik yaşandı. Ardından bir “Alo!” kaldı, kala kala. Bütün güzellikleri başkası aldı.
Eski Dost”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECEÖYKÜLERİ – 692