- 476 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Cenneti Ararken
(LaTekmenden Büyüklere Masallar)
Adı Âdem…
Yürüyorlardı. Delinmiş çarıkları, eskimiş şalvarı, siyah çizgili beyaz mintanı ve sırtında yırtık hırkası, semerli ve heybeli boz eşeği ile nereye gitmişler, nereden geliyorlarsa bilmiyordu. Neresi olduğunu bilmediği bir yerden çıkalı bin yıllar olmuş ki, daha ne kadar yürüyecekler…
Yüksekçe bir yerdeki çok büyük düzlüğün ortalarında bir yerdeyken durdu. İç sesi öyle demişti. "Burada dur." Eşeği de durdu. Değneğine dayanıp az gören gözlerini kısarak, uzaklara yakınlara bakındı. Üst üste yığılmış yüksek kayalıklar, inişli çıkışlı alanlar, küçük çukurlar, alçak tümsekler, bodur meşe ağaçları, yaban kirazları, taşlı ahlatlar, sarı benizli ekşi elmalar, çiçeğini dökmüş karaçalılar, böğürtlenler, meyveleri olgunlaşmış karamuklar, kurumuş deve dikenleri, çiçekleri kurumuş sığırkuyrukları, her esintide öte beri savrulan kavrulmuş otlar görüyordu. Ve bütün bunlar arasında birbirinden uzakta yayılmış otlayan koyun ve keçi sürüleri vardı.
Burayı biliyordu sanki. Bir kuzu çobanı hatırlıyordu hayal meyal. Sekiz on yaşlarında bir çocuk. Bir köy hatırlıyordu, adı Söğütlü olmalı. Çağlayıp akan bir deresi vardı. Adı Bengisu olmalı. Bağlar olmalıydı bir yerde. Kırmızı taneli pamitler, kınalı yapıncaklar, sarı renkli tatlı ve kokulu olanlar. Bağ içlerinde incir ağaçları olmalıydı, çatlaklarından bal damlayan. Kırmızı yanaklı sulu armutlar, ters dikilmiş gibi dalları yere doğru uzamış ak ve karadutlar…
Bir yerlerde taş duvarlı su kuyusu olmalıydı. Yuvarlak, derin ve karanlık. Yakınında sahipsiz bir mezar ve az ötesinde ulu bir Servi Kavağı…
İç sesini dinleyerek tozlu yoldan çıkıp uçsuz bucaksız koca yaylanın Güneydoğu yanına doğru yürümeye başladı. Yedeğindeki eşeği de peşinde…
Adı Bengü…
Üst üste yığılmış büyük bir kaya tepesinin en yükseğindeydi. Güneş vardı, hava sıcaktı ama çatlağa birikmiş az topraklı yerde kök salıp yeşermiş bodur meşe çalısının gölgesi üstüne düşüyordu. Hem yüksekçe bir yerdeydi, hem de gölgede; bu yüzden oturduğu yer az da olsa serindi.
Başını eğmiş, gök gözleri dizleri üzerindeki akıllı telefonundaydı. Bazen parmaklarını makineli gibi işleterek bir şeyler yazıyor, bazen de gözlerini durmadan soldan sağa götürüp tekrar sola getirerek bir şeyler okuyordu.
Yalnızdı ama sanki yanında birisi varmış da onunla konuşurmuş gibi arada bir dudaklarını kıpırdatıyor, yüzünü hafiften yayarken büzüşen burnuyla gözlerini yaklaştırarak ufak ufak gülümsüyordu…
Adı Cennet…
Her Cuma günü Cuma salası sonrası Söğütlü Köyündeki evinden çıkıp bir istikamet tutardı Cennet. Önce kırmızı tozlu yolda yürüyüp Bengisu Deresine varırdı. Orada elini yüzünü yıkar, ibriğini doldurup bağlar yamacını tırmanırdı. Yaşlıyım demezdi. Belim kambur, dizlerim tutmuyor demezdi. Yürüyüş kaç saat sürse de sonunda dikenli Çalı Yaylasına varırdı. Ulu servinin gölgesine oturunca ekmek, soğan, zeytin, ayran; sererdi yer sofrasını. Kendisi yemezdi. Bir süre sofradakilere bakar sonra kareli bezin ucuna kıvrılır, sağ kolunu başına yastık yapıp yatardı…
Koca alanın Güneydoğu ucuna çöreklenmiş bir top kaya yığını yanına gelince durdu Âdem. Yedeğindeki boz eşeği de. Baktı, orada bir mezar var. Hemen yanında da eski bir kuyu. Kuyunun taştan oyulmuş kalın ve yüksekçe bileziği vardı. Dibinde de sapına ip bağlanmış bir kova. Susamış mıydı; onu bilmiyordu. Karnı aç mıydı; onu da bilmiyordu. Ama eşek aç değilse bile susuz olabilir: bin yıldır yürüyorlardı çünkü...
Bozkır toprağı yakın dönemde püsküren lavlardan oluşmuştur. Kimi boz, kimi kiremit rengindedir. Ama verimsizdir. Ekime dikime elverişsizdir. Orada karasal iklim hüküm sürer. Kışları kar yağar ve soğuktur. Yazları kurak geçer ve sıcaktır. Haziran ayı gelince bahar biter ve her yer küle döner. Sarı sıcaklar çöreklenince yeryüzüne cümle âlem sararır. Ak keçilerin, kara keçilerin yiyecekleri maki yapraklarıdır o vakit. Yeşil bulamayan koyunlarsa sulak çukur içlerinde aranıp gezinirler…
Neye gülümsüyordu Bengü? Sevgilisinin yazdığı mesaja mı? Dudaklarını oynatarak sessizce kiminle konuşuyordu? "Üniversite okuyorum diye yazları yan gelip yatmak yok ha!" diyen babasıyla mı? Ya da "Kadınlarımızı okutmalıyız. İlimden gidilmeyen yol karanlıktır." diyen Hacı Bektaş Veli miydi aklını kurcalayan? Bektaş Veli öncüydü elbet. Babası da veliydi tabii kendisince. Onu da biliyordu…
Cumaydı günlerden? Sala okunmuştu. "Yaylaya" dedi iç sesi. Ekmek koydu, soğan koydu, tuz koydu, bir çıkın toz şeker, bir çıkın zeytinle bir şişe de ayran koydu bez torbasına. Hazırladı. Tavukların yemi suyu vardı. Buzağıların önünde ot vardı. Yüksek taş duvarlı avlu kapısını kapadı. Sokağa çıktı. Kuzeybatıya doğru giden yol düz ve uzundu. Demir tabanlı at arabalarının, öküz arabalarının, traktör tekerleklerinin toz ettiği kırmızı izde bata çıka yürüyüp gitti. "Önce" dedi kendisine, "Bengisu. Sonra bağlar yamacı. Sonrası çalı yaylasındaki Mestan mezarı ve Serap kavağı." Gözleri gülüyordu Cennet’in…
Cep telefonunda internet gezintileri yaparken arada başını kaldırıp keçi sürüsüne bakıyordu Bengü. Yarısı beyaz tüylü Avrupa keçisi, yarısı da kahverengi Halep keçisi. Memeleri büyük, sütlü keçilerdi bunlar. Veli babası ileri görüşlüymüş…
Tarla yoktu düz alanda. Ekili bir yer de yoktu. Engin düzlükteki sarı ot denizi üstünde yaşar gibiydi tabiat. Koca düzlüğü ikiye bölüp geçen yolun tozuduğunu gördü o ara. Gözlerini telefonunun ekranından alıp bakakaldı. "Bu bozkırın ortasında!" diye geçirdi içinden. "Beyaz bir otomobil! Olabilir" dedi sonra. "Hacıbektaştandır. Ya da Kırşehirden… Niğde veya Nevşehirden bile olabilir. Oralardan gelip köyüne gidiyordur…"
Bozkırın toprak yolunu tozutarak gelen beyaz otomobil koca düzlüğün ortalık yerine ulaşınca duruyor. Peşinden getirdiği toz bulutu onları geçip ta ilerilere gidiyor. Toz geçip gidince açılan kapıdan biri iniyor. Genç bir adam bu... İyi giyimli… Dinç ve dik. Yan tarafta bir süre bekliyor. Sonra arabanın arkasına dolanıp bagajı açıyor. Bir torba alıyor eline; bagajı, ön kapıyı kapattıktan sonra alanın güneydoğusuna doğru yürüyor…
"Kim ki bu?" diyor Bengü. "Bir elinde renkli market torbası, diğer eli bir ipin ucundan tutarmış gibi…"
Meraklanmıştı ister istemez. Dağbaşı bir yerde kimseler yoktu ki, nasıl meraklanmasın. Tek arkadaşı keçileriydi ve onlar da insan dilini bilip iki kelam etmiyor, hem de dur durak bilmeden geziyorlardı. Ön ayaklarını kollarıymış gibi kaldırıp üç beş yaprak için geven dikenlerine tırmanıyor, yüksek telde yürüyen cambazlar gibi insanın çıkamayacağı kaya tepelerinde korkusuzca fink atıyorlardı.
Bir de cep telefonu vardı tabii. Ve içindeki sanal kişilikler. İyi ki vardı ama. O da olmasa ne yapacaktı. "Neyse" dedi içinden. Oturduğu yerden kalkarak bozkır düzünde yürüyen gizemli adamı seyre koyuldu…
Kuyunun yanına gelince durdu adam. Yaşlıydı. Seyrekleşip aklaşmış uzun ve kirli saçları omuzlarının oradaydı. Uzayıp kalınlaşmış kirli sakalları göğsünün oradaydı. Kırçıl bıyıklarından dudakları gözükmüyordu. Etsiz kemikleri, buruşmuş derisiyle zayıf bedeni çırpı kadar inceydi.
Dikilip bir süre öylece kaldı. Sonra ağır hareketlerle kıpırdadı. Kıpırdanırken eli gevşeyince eşeğin ipi kurtulup yere kaydı. Ne yapacağını bilemiyordu sanki. Sonra aklına gelmiş gibi birden geriye döndü. Önce heybeyi indirdi. Kayışı söküp semeri indirdi. Eşek hiç kıpırdamıyordu. Hadi gidip çöplen biraz diyecekti ama aklına susuz olabileceği düştü. Dönüp kuyunun başına geldi. Yerde sapında ip bağlı galvaniz bir kova vardı ama acaba kuyuda su var mıydı? Bilezik taşına oturup az eğilerek baktı. Karanlıktı. Göremedi. Yerden yumruk büyüklüğünde bir taş alıp içine attı. Cup diyen bir ses duydu. O zaman sevindi. Yüzünü gülümseterek eşeğe doğru bakınca ikindi güneşinin parlak ışığı gözlerini aldı. Su vardı, kova vardı ama ipi salıp çekecek gücü yok gibiydi sanki...
Kuyu başında bir oturup bir kalkan, öteye beriye gezinip duran gizemli adamı bir süre seyretti Bengü. Merakı arttı tabii. Kendine bir sürü sorular soruyordu. Sonra dayanamadı, "yürü" dedi ayaklarına. Telefonu pantolonunun arka cebine sokup cambaz keçileri gibi koşarca kayalık üstünden yere ağdı. Elleri ön ceplerindeyken erkek Fatma olup küçük adımlarla o yana seğirtti...
Saçları uzundu ama kirli değildi adamın. Sakallıydı ama hippiler gibi değil, bakımlıydı. Kot pantolonlu ve tişörtlüydü. Spor ayakkabıları vardı. Yaşlı değildi. Otuz beş, otuz altı yaşlarında gösteriyordu. Yakışıklı bile sayılırdı.
"Merhaba!" dedi ona. Adam duymamış gibi donuk gözlerle bakıyordu. Yüz ifadesi tuhafına gitti. "Adım Bengü benim, şu aşağıdaki köydenim…"
Hoş geldin diyecekti, kim olduğunu, yolunun buraya niye düştüğünü soracaktı ama adam tuhaf, gözlerini kırpmadan bakıyordu hep. Duymuyor gibi. Hem de görmüyor gibi. Oturduğu yerden de kalkmıyordu, konbaba gibi. Oysa kibar birine benziyordu. Ne diyeceğini bilemedi kız, ne yapacağını da. O da o şaşkınlıkla az ötedeki bir kayanın üstüne çöküp oturdu. Avuçlarında birleştirdiği ellerini birbirine yapıştırdığı bacaklarının arasına soktu. O zaman adam uyanır gibi oldu. Bakışlarındaki donukluk birden gitti. Kendisini görmüştü sanki. Kız; "dalmış olmalı" dedi içinden. Yorgundur. Sıcak çarpmış olabilir. Yaylanın havası da dokunmuş olabilir. Öyle düşünürken adam kendine gelmiş gibi doğrulup az dikleşirken konuştu:
"Kuyudan su çekebilir misin bana?"
Kuyunun taşında kâğıda sarılmış ekmek arası köfte ile bir şişe su, bir şişe de sarı gazoz vardı oysa.
"Elbette çekerim." dedi kız. "Elinizi yüzünüzü mü yıkayacaksınız?"
Adam:
“"Hayır." dedi. "Ben yetmiş yıldır yıkanmıyorum. Belki de yüz yetmiş yıl. Şu saçımı sakalımı, şu üstümü başımı görmüyor musun?"
Kız, şakacı biri olmalı diye iç geçirip gülümserken: "İçmeye suyunuz var, kuyu suyunu ne yapacaksınız ki?" dedi.
Adam, "Eşeğime…" dedi. "Yedi gündür susuz fakirim. Bilmiyor muydun?"
Aklı donmuş gibi oldu kızın ama gene de gülümseyerek baktı adama. Küçük gördü ya beni dedi içinden, ya da keçi çobanı bir köylü; şakayı büyütüyor olmalı diye düşündü. Tiyatrocu olmasın bu adam! Ya da sinema veya dizi oyuncusu… Madem ki bir oyun bu, ben de katılmalıyım.
Bir oyundaymışlar gibi, "Hangi eşek?" diye sordu adama. Adam, başını çevirip eliyle gösterdi. Kız, adamın işaret ettiği yere baktı. Gene gülümsedi. Şakacı dedi içinden. Yemin ederim. Eşek diye gösterdiği yerde kocaman bir fotoğraf makinesi vardı oysa. Hem de profesyonel fotoğrafçıların kullandığı cinsten. İçinden; bir eliyle tuttuğu onun ipiymiş demek diye söylendi.
"Siz fotoğrafçı mısınız?"
Adam, başını kaldırıp gene kıza bakarken:
"Senin adın ne? diye sordu.
Kız:
"Bengü." dedi.
Adam:
"Bengi mi?"
Kız:
"Öyle de sayılır…"
Adam, bu sefer dalgın bakışlarını yere çevirirken, "Bengisu" diye mırıldandı. Sonra "Ben Söğütlü köyünde doğdum." dedi. Dam üstünde saksağan! Kızın suratı adamın yanına geldiğinden beri bir yayılmış hiç toplanmıyor, hep gülümsüyordu. Ama acı bir gülümsemeydi bu. Hani insan bazen şapşal birine şaşıp kalır bir şey diyemez de sadece cevapsız sırıtır ya, öyle gibi bir şey. Gülümseme değil, şaşkın bir sırıtış…
"Kimlerdensiniz acaba? Çıkaramadım da…"
Adam:
"Bu serviyi ben diktim buraya. Kuzu çobanıydım o zaman. Bengisu deresinden şişe şişe su taşıyıp büyüttüm onu. Onunla birlikte ben de büyüdüm. On altı yaşındayken bir kıza sevdalandım sonra. Kız da bana. Ama o ağanın kızıydı, bense kâhyanın oğlu. Müslim ağa, babamı kovdu bu yüzden. Konaktan ayrıldık çaresiz. Ayrıldık ama birbirimizden kopmadık. Kopamazdık. Birgün el ele verip kaçtık birlikte. Günlerce aç susuz hep gittik. Toros Dağlarının ta öte ucuna kadar. Bir köy bulduk orada. Bize, burada kalın dediler. Kaldık. Ben manda çobanı olup hep dağlarda gezdim. Eve gece karanlığı çökünce geliyordum. Bulamasınlar diye. Orada yedi sene kaldık. O sürede üç tane kızımız oldu. Birine Selvi adını koyduk, birine Seher, birine de Şebnem. Manda yoğurdu kaşıkladık, ekmeğimizi manda kaymağıyla yağladık. Ama bir gece geldim ki evde kimse yok. Ne kızlar, ne karım. Köye kara giysili kara atlı adamlar gelmiş dediklerine göre. Kızları da anasını da alıp götürmüşler. İki gözüm iki çeşme düştüm yollara. Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Yedi yaz, yedi kış hep gittim. Çarıklarım delindi, şalvarım delindi. Hırkam delik deşik edildi…"
Kız, şaşkınlığı atmış ciddi ciddi adamı dinliyordu. Arada bir lafını kesip konuyla ilgiliymiş gibi bazen ciddi, bazen de gayri ciddi şekilde bir şeyler de soruyordu.
"Okuduğun bu kitabın adı ne? Öyküsünü kim yazmış?"
Adam:
"Kimse yazmadı ama Tevfik Tekmen yazacak."
Kız:
"O kim ki? Adını hiç duymadım."
Adam:
"Yedi sene hep gittim ama köyümü bulamadım. Ne karımı, ne de kızlarımı. Geze geze çok yorulmuşken bir gün bir yerde yüksek duvarlı büyük bir malikâne çıktı karşıma. Büyük de kapısı vardı, han kapısı gibi. İçeriye aldılar beni. Yemek verdiler, su içirdiler. Yatacak yer verdiler. Orası bir dergâhmış meğer. Hacı Bektaş Veli’nin... Her gün ormana gidip sırtımda düz düz odunlar taşıdım ateşe. Tam kırk yıl…"
Kız:
"O dediğin Taptuk Emre’nin dergâhı değil miydi? Sırtında kırk yıl odun taşıyan da Yunus Emre değil miydi? Oyun bitti bayım, hiç uğraşmayın yakalandınız! Sizin adınız neydi bu arada?"
Adam:
"Adım Mestan."
Kız:
"Aa, tamam. Karınızın adı da Serap’tır kesin. Yapmayın bayım! Benimle dalga mı geçiyorsunuz? Lütfen sadede gelin artık. Oyuncu olabilirsiniz, gezgin bir fotoğrafçı olabilirsiniz, yazar bile olabilirsin ama lütfen! Keçi güderken gördünüz de cahil bir çoban olduğumu mu sandınız? Rica ederim yani…"
Adam:
"Aşk aşk dediler hep. Aşk dedikleriyse Âdem’e değil, Havva’ya değil, Tanrıyaymış meğer. O da cennetteymiş. Gidip bulmalıydım ama oraya ölünce gidilecekmiş. Ölme eşeğim ölme, öldükten sonraki Cenneti neyleyim ben! Böyle deyince kızdılar bana, dergâhtan attılar sokağa. Gene düştüm yollara. Gittim, gittim, gittim. Az gittim, çok gittim. Bir gün çok yüksek bir dağın en tepesinde buldum kendimi. Yalçın kayalıklar üstüne oturmuş alçakları seyreylerken bir kartal geldi yanıma. Dayanamayıp sordum ona; Cennet nerededir diye. Cennet burası dedi. Yuvası oradaymış, orada yumurtlayıp orada yavru çıkarırmış, oradan uçup oranın göklerinde süzülürmüş. Yılanı, sıçanı, tavşanı orada avlar, orada doyunurmuş. Ama onların Cennetiymiş orası, benim değil. Çöldeki deveye sordum; Cennet nerededir diye. Burasıdır dedi. Ama senin değil, benim cennetim dedi. Ak çul örtünmüş ayıya sordum karlı buzlu bir yerde. Burasıdır dedi o da. Ama senin değil dedi, benim Cennetim. Derya denizlerde yüzen balıklara sordum, onlar da burasıdır dediler. Ama insanların değil, balıkların Cenneti deyip gittiler. Cennet diye diye çok gezdim. Gezdim babam gezdim. Bütün dünyayı gezdim, dolaştım. Herkesin Cenneti var da acaba benimki nerede? Babil’e git dedilerdi, Asma Bahçelerinin olduğu yere ama henüz orayı bulamadım…"
"Sizin cennetiniz burada." dedi kız. "Gözünüz aydın, sonunda buldunuz işte..."
"Burada mı?" diye sordu adam.
Kız, eliyle işaret etti. Adam kızın gösterdiği yere baktı. Orada çok kalın, çok uzun bir servi kavağı vardı. Yaprakları güneşle ışılıyor, esintiyle hışırdıyordu. Gölgesi büyük ve serindi. Tepelerinde kuş yuvaları vardı ve durmaksızın uçuşan kuşlar cıvıltılarıyla kırım kıyametler koparıyorlardı. Devam etti adam. "Buranın genişliği üç yüz altmış âlem eder mi? Bal denizi, şarap denizi, süt denizi ve su denizi var mı burada? Bal akan, şarap akan, süt akan, su akan ırmaklar var mı? El ele tutuşmuş kırk kişinin saramayacağı kalınlıkta, üst üste binmiş yetmiş devenin erişemeyeceği uzunlukta ağaçlar var mı? Binaların bir tuğlası altından, bir tuğlası gümüşten, harcı misk, çakılı inci ve yakut, toprağı safran mı buranın? Zümrüt yeşili bağlar ve bahçeler, ballı meyveler ve sebzeler, sersemletmeyen ve sarhoş etmeyen içkiler, kuş etleri çok ama acıkmak ve susamak yok mu? Yorulmak yok, azap yok, korkmak, üzülmek yok, yakıcı sıcak ve dondurucu soğuk yok; bir daha ölmek yok mu? Burada yükseklerde kurulmuş döşekler, mücevherlerle süslenmiş tahtlar var mı? Tertemiz hizmetçiler, saçılmış inci gibi Vildanlar, saklı inciler gibi iri gözlü, gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyaz, göğüsleri tomurcuklaşmış yalnızca kocalarına âşık bakire Huriler var mı? Karım ve kızlarım da burada mıdırlar acaba? Sahi unuttum sormayı, senin adın neydi?
Kız:
"Söylemiştim ya, unuttunuz mu?"
Adam:
"Sen Huri misin?"
Kız, eliyle bir kere daha gösterdi, "Bak, Huri o." dedi. "Görüyor musunuz; gözleri nazar boncuğu, yanakları elma, dudakları kiraz… Mısır pürçeği gibi örgülü sarı saçları yerlere değiyor. Görüyor musunuz? Yanına yaklaşıp nefesini koklasanız amber kokusunu duyarsınız. Bakın bir, beyaz fistanında bin renkli çiçekler açmış. Başında kelebekler uçuşuyor, kuşlar ötüşüyor. Adı da Cennet…"
Adam:
"Gözleri küçücük, yuvalarında kaybolmuş. Yüzü kırış buruş, ince dudakları dişsiz ağzına kaçmış. Boz saçları cadı karılar gibi darmadağınık. Kambur belini kara çarşaflar içinde saklamış. Çarpık bacaklı. Uzun tırnaklı elleri kartal ayağı gibi. Ne kelebeği; başının üstünde yarasalar uçuşuyor onun. Kuş sesi yerine eşek arıları vızıldaşıyor. Geniz yakan ölü kokusu soluğunu duymuyor musun? O mu Huri?"
Kız:
"Sen kimsin bayım? Sarhoş musun? Yoksa afyon mu yuttun? Cennet ablayı öyle mi görüyorsun? Öyle mi hayal ediyorsun? Keşke kuyudan bir kova su çekip de başından aşağı boca etseydim senin. Ama neyse. Çünkü o da sen gibiydi ilk zamanlar. Giyinip kuşanıp, taranıp kokulanıp evden çıkıyor, gez babam gez ediyordu deliler, divaneler gibi. Aşkı arıyormuş iyi mi? Kaç kere de söyledim kendisine; Cennet abla dedim, aşk aramakla bulunmaz, boşuna yorulma! Bulacaksa gelip o bulur seni. Dedim dedim dilimde tüy bitene kadar. Sonunda anlayıp aramayı bıraktı. Sonra her Cuma sala okunduktan sonra Huriler gibi süslenip burada beklemeye başladı. Şu üç yüz altmış âlem genişliğindeki alanda. El ele tutuşmuş kırk kişinin saramayacağı kalınlıkta ve üst üste binmiş yetmiş devenin tepesine eremeyeceği uzunluktaki şu cennet ağacının altında. Gelir gelmez sofra bezini yere serdi, karıncalar alıp yuvalarına taşısınlar diye üstüne ekmek kırıntısı ekeleyip şeker serpti. Her Cuma, hep… Zeytin çıkınını, ayran şişesini hiç açmadı ama. Biliyor musun onları sana sakladı. Haydi Âdem Bey, dangalaklık yapma! Kaldır şu kuyu taşına yapışmış hantal kıçını da git Cennet ablamın yanına…"
Tevfik Tekmen. Ocak/2016/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.