- 360 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
EMİNÖNÜNDE BİR GÜN
Çin virüsü hayatımızın üzerine adeta kara bir bulut gibi çöktüğü günden beri pek dışarı çıkmamaya gayret ediyorum. Soğuk ve karlı geçen birkaç günün ardından dün yüzümüze gülümseyen güneşi fırsat bilip hem biriken işlerimizi halletmek hem de çoktandır görüşmediğimiz dostlarımızı ziyaret etmek düşüncesiyle Eminönü’ne gitmeye karar verdik.
Nüfus sayımı, Papa’nın Türkiye ziyareti ve NATO toplantısı gibi olağanüstü durumlar haricinde Eminönü’nü hiç sessiz, sakin gördüğümü hatırlamıyorum. Çoğu zaman Yeni Camii’nin merdivenine oturup uçuşan güvercinlerin arasından hep bir yerlere yetişecekmiş gibi koşuşan insanları, gelip geçen arabaları seyrederken dalıp gider, neden sonra iskeleye yanaşan vapurların sarsıcı düdüğüyle ancak gelirdim kendime. Eminönü tarihi dokusu, kalabalığı, keşmekeşi ile İstanbul’un en sevdiğim yerlerinden biridir.
İçimizde bayram sevinci yaşayan bir çocuk mutluluğu ve heyecanıyla öyle vakti düştük yola. Aslında Eminönü’ne gitmek için seçilebilecek en kötü saatti bu. O yüzden bir yandan gidiyoruz, bir yandan da “Park işini nasıl halledeceğiz, fena trafik vardır” falan diye diye hayıflanıyorduk. Ancak ilerledikçe kaygımızın yersiz olduğunu anladık. Gayet akıcı ve rahat bir trafik vardı. Kısa süre sonra Sirkeci’ye gelmiştik bile. Arabamızı eskinin tren garı şimdilerde ise Marmaray girişi olan yerin önündeki otoparka bıraktık. Önce Doğubank’a uğramamız gerekiyordu. Telaşla tramvay yolunu geçip caddeye girince önce yanlış bir yere geldiğimizi düşündüm. Zira normalde birine çarpmadan yürümenin adeta imkansız olduğu caddede in cin top oynuyordu. İçimi tuhaf bir hüzün kapladı. Krizi fırsata dönüştürüp boş sokakların birkaç kare fotoğrafını çekerek Doğubank’a girdik. İçerisinin de dışarıdan farkı yoktu. Her zamanki canlılığı ve kalabalığından eser yoktu.
Oradaki işimizi bitirince keyifsiz ve şaşkın adımlarla Yeni Camii tarafına doğru yürüdük ve camiye gelmeden sola dönerek Tahtakale’ye geçtik. Düşünün Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin köşesi bile kahve almak için bekleyen bir kaş kişi haricinde ıssız denebilecek kadar tenhaydı. Bir üst sokağa attık kendimizi ve arkadaşımızın işyerine uğradık. Tabi ki sohbetimiz uzun zamandır gündemimizden düşmeyen Çin virüsü ve onun hayatımıza etkileri üzerine oldu.
Esnaf arkadaşımızın anlattığı bir olay ise virüsün sadece bedenimizi değil ruhumuzu da tahrif ve tahrip ettiğinin komik bir göstergesi gibiydi. Önceki gün arkadaşımızın dükkan komşusu olan telefon tamircisine bir amca gelmiş elinde bir fişle. Amcamız tam 15 sene önce tamire verdiği Nokia 3310 marka telefonun akıbetini soruyormuş. Dükkan sahibi işin şaka olmadığını anlayınca izah etmeye çalışmış ama amcamız elindeki fişi göstererek; “Ben anlamam. İşte bu sizin bana verdiğiniz kayıt fişi. Telefonu buraya bıraktım. Nerde benim telefonum. Ben telefonumu isterim.” diyerek ortalığı ayağa kaldırmış. Dükkan sahibi işi gücü bırakıp Tahtakale’de Nokia 3310 telefon aramaya başlamış. Bari bir tane satın alıp amcaya vereyim diye düşünmüş ama nafile, bulamamış. İş uzadıkça uzamış, karakolluk olmuşlar.
Tam bir kara mizah örneği arkadaş bize anlatırken “Gülelim mi, ağlayalım mı bilemedik.” dedi ama biz bildik ve hunharca güldük.
İşin latifesi bir yana dün Eminönü’nde sokakları adımlarken gözlerim doldu. Hani gençliğini, cevvalliğini bildiğiniz birini yaşlılıkta görünce hüzünlenirsiniz yanı aynen öyle hissettim. O canlılık, o hareket, o kalabalık hepsi çekip gitmiş.
Her adımda dua ettim içimden. İnşallah şu virüs belasından tez zamanda kurtuluruz da eski güzel günlerimize döneriz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.