- 622 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
690 - AHİ
Onur BİLGE
“Ahi,
Hava güneşlik olunca yine evde durmak istemedim. Epeydir de görüşmemiştik, Kaptan’a gittim. O da güneşi kaçırmak istememiş. İskele’ye inecekmiş. Az daha çıkacakmış. Çok güzel bir rastlaşma oldu. Bekledim, geldi. Birlikte Kaleiçi’nin eğri büğrü, karmaşık ve dar sokaklarında, o ıslak ahşaba sinmiş küf kokusuyla denizin balık ve yosun kokusunun karışımını duya duya yürürken Kaptan birden duraklayıp yüzüme baktı ve:
“Daha önce Ahi Yusuf’dan bahsetmiştim. Bugün de Ahi Kızı’nı ziyarete gidelim, biraz da onu tanıtayım. Zaten türbesi yolumuzun üstünde…” dedi.
“Ahi Yusuf’un kızı mı? O zamanlardaki esnaf derneğiyle ilgilidir belki…”
“Ahi Kızı, Ömer Efendi’nin kızı Hamra’dır. Ancak o sıfatla anılıyor. Büyük ihtimalle tasavvuf ehlidir. Ahî, reisler, liderler, başkanlar anlamında kullanılmış. Ahî kurumunun başkanına Ahî, ötekilere de fetâ, fityan denilirmiş. Ahî, kardeş birader, dost, anlamına da gelir. İhvan veya Ehvan, tarikat veya meslek kardeşleri demektir.
Ahilik, dini ve mesleki bir kuruluştur. O kuruma katılanlar kardeş gibidir. Birbirlerine kardeşim derler. Cömert ve yardımseverdirler. Ahî birliklerinin reislerine de Ahî denir. Ahî, müritlerinin eğitimi için zaviye adlı bir toplantı yeri yapar. Gelen misafirleri de orada ağırlar.”
“Misafir ağırlamak bizde başlı başına çok güzel bir olay! Bütün dünyada bir benzeri daha yok! Ne güzel bir milletiz biz!”
“Ahi Kızı Türbesi yaklaşık on altı metrekarelik bir yerdir. Şu Aydoğdu Sokağındadır. Gördüğün gibi Ahi Kızı Mescidi burada, türbe de burada... Onun kuzeybatısının çapraz köşesinde … İşte penceresi, kapısı! Dışarıdan hiç belli değil.”
“Sen demesen önünden geçip giderdim. Gerçekten de hiç fark edilecek gibi değil!”
“Kabir, hemen şu tahta kapaklı, demirli pencerenin arkasında... Bak, Cuma günleri kapısı böyle açık olur. Haydi girelim!” dedi ve girdi.
Besmeleyle sağ ayağımı atarak içeriye girdim. Beton bir avlu… Küçücük… Sağa doğru döndük, kuzey cephesindeki kapıdan, eğilerek türbeye girdik. Düz örtülü yapının güney duvarının kıyısında, her evliya sandukası gibi türbe yeşili yağlı boyayla boyanmış, ahşap değil, taş bir kabir… Üstünde bir gelinlik, birkaç oyalı yazma… Bunlar, ihtiyacı olanların alması için bırakılan sadaka kabilinden kullanım eşyaları…
“Türbenin en çok 1439 yılında yapıldığı zannediliyor. Onarım çalışmalarıyla ister istemez değişikliklere uğramış. Mezarın başucunda, H.1235/M.1819-1820 tarihinde tamirat gördüğü yazılı.”
O okuyabiliyor.. Ben Arapça bilmiyorum. Sandukasındaki kitabede yazılı olanların bir kopyası, kuzey duvarında asılı… Aslı Antalya Müzesi’ndeymiş.
“Dünya şerefi mal iledir, ahiret şerefi ise ölüm evi olan dünya amelleriyledir, ahiret ise kalıcı evdir.
Ölüm sana haber getirir ve kabir amel sandığıdır, ölüm korkularına karşı sabır ecel ile…
Dünya sıkıntı evi, ahiret nimet evidir. Dikkat et, dünya yalancı bir seraptır ve hepsi…
Ölüm bir kadehtir ve bütün insanlar onu içecektir ve kabir bir kapıdır ve bütün insanlar oraya girecektir.
Bu türbenin sahibi Ömer kızı Hamra. Recep ayı sonları sene 842 M.1439 Ocak ayı ortaları…”
“Ahi Kızı’nın muhterem bir hanımefendi olduğu, evliyalara karıştığı bilinmekte ama aslında kim olduğu meçhul. Hakkında bir sürü rivayetler aktarılıyor, yalnız ne derece doğrudur?
Kimisi diyor ki: “Bir denizciyi sevmiş, o genç, çıktığı seferden dönememiş. Ahi kızı da kimseyle evlenmemiş. Kendisini dinine vermiş. Evliya olmuş.”
Bazısı da diyor ki: “Babasına karşı gelmiş, ailesi tarafından dışlanmış.”
Böyle şeyler tevatür… Halkın duygusal uydurmaları… Mutlaka sıkı bir tasavvufi bir eğitimden geçmiş ihvandan bir hanım…”
Türbeye girdiğimde Giritlilerin en yaşlılarından, ölü yıkayan, mevlit okuyan Babadana’ya rastladım. Orada türbedarlık yapıyordu. Biz gelince kalktı, karşıladı. Yaklaşık yüz yaşlarındaydı. Zayıf, bir deri bir kemik kalmış. Asıl İsmi Emine… Bizim sokakta torunu oturuyor. Devlet… Balığa çıkıp da bir daha evine dönemeyen oğlunun kızı… Zavallı kız, bir göz odanın içinde babasız büyümüş. Şimdi çoluğa çocuğa karışmış.
Babadana beni tanıdı. Selamlaştık. Hal hatır sorduk birbirimize. Sonra tekrar yerine oturdu ve o küçücük türbenin ortasına yaydığı yeşil makara ipliklerini makasla birer karış kadar kesmeye devam etti. Hem konuşuyor hem kesiyordu. Acayip bir şeyler söylüyordu. Bunamış olabileceğini düşündüm.
“Açılacak! Kısmeti açılacak! Ben açacağım onun kısmetini!..”
Ahi Kızı vesilesiyle Ümmeti Muhammed’in ruhlarına, yaşayanların ve gelecek olanların da ruhaniyatlarına on bir İhlas, bir Fatiha okuyarak bağışladık. Ahi Kızı için, kendimiz ve cümlemiz için dua ettik.
Türbeden edeple, arka arka çıktık. Eskiden evlerden de böyle çıkılırmış. Kaptan anlattı. Ayakkabıların burunları dışarıya doğru çevrilerek giyilmez, ev sahiplerine arka dönülmezmiş. Ev sahibi ayakkabıları ona göre eşleyerek düzeltirmiş. Misafir, hürmetle evden ayrılır, ayakkabılarını giyerken ev sahibine doğru eğilerek vedalaşırmış. Biz de öyle yaptık.
Avludan sokağa çıktığımızda dayanamayarak Kaptan’a, o kadının neden öyle yaptığını, yaptığının şirk olduğunu, Allah’ın kapattığını kimsenin açamayacağını, açtığını da kimsenin kapatamayacağını, üstelik bunun iğneyle iplikle, makarayla makasla olmayacağını, hele böyle bir şeyin orada yapılmasının hiç de doğru olmadığını söylemeden edemedim. Az buçuk bir şeyler öğrendim ya… Tereciye tere satacağım yani aklım sıra…
“Yaşlı kadın… Bunamış olabilir. Bilemeyiz. Bir şey desek, kalbi kırılacak. Demesek, dilsiz şeytan olacağız. İki arada bir derede kalmak böyle bir şey işte! Olmaması gerekir ama maalesef hemen hemen her türbede böyle nahoş olaylarla karşılaşılıyor. Kabirler puthaneye çevriliyor. Böyle giderse yakında puta tapan bir millet olup çıkacağız!..” dedi.
Yine fena kızdırmıştım onu. En çok titizlendiği konu şirktir! Çünkü en büyük günahlardandır inkâr ve şirk! Telli Baba’nın telinden, Güllü Baba’nın gülünden, pullu babanın pulundan, hangi evliyanın nesinden istifade edeceğimizi düşünüyor, birinin bir şeyinden bir parça kopararak ümitlenmeyi çok seviyoruz. Ne yazık ki dinimizden bin kat fazla, adetleri biliyoruz. Kendimiz uyduruyor, kendimiz uyguluyoruz. Zaten olacak olanlar olduğunda da o batıl şeyler nedeniyle olduğunu sanıp birbirimizi kışkırtıyoruz. Hak geri giderken, batıl dağlar aşıyor! Bu işe benim gibi dünün inkârcısı bile şaşıyor!
Kabir ziyaretinde, artık hiçbir güzel iş yapamayan, bir şey yapma hakkı kendisinden alınmış olan mevta bizden yardım beklerken biz, her şeyi yapabilir durumdayken ondan medet umuyor, ne akıl almaz işler yapıyoruz!
Safsata bunlar! Fasa fiso… Aslı astarı olmayan uyduruklar… Kim ne isteyecekse Allah’tan isteyecek! Yatırla kabirle şirk yapmayacak! Herkes birbirini uyaracak, sevapları toplayacak! Böylece bu yanlışlıklar ortadan kalkacak!
Yalnız Allah’a inanacak, güvenecek, yalnız O’na tapacak! Onunla beraber kimseden yardım istemeyecek! Başkasından yardım istendiği anda Allah ondan yardımını keser!.. Bunu bilecek, ona göre hareket edecek!..
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış. Onuncu köy de var! Onuncu köyden değil, sonuncu köyden de kovsalar, yine de doğruyu söylerim ben! Nasıl olsa, ölümden öte köy yok!
Doğrucu Davut”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 690