- 710 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
689 – YABANCI
Onur BİLGE
“Yabancı,
Kaleiçi’ndeki evlerin iyice olanları bahara kıştan hazırlanmaya başlamış. Kaptan: “Para hırsı basmış milleti!” diyor. Biraz kızıyor. Sonra da: “Yabancılar nereye gitsin? Yeteri kadar otel yok. Ev sahipliği yapıyorlar.” diyor.
Ara ara Antalya yazlarını, kentte turizmin başlangıcını anlattı. Aklımda kalanları kaydedeceğim. Belki bir gün lazım olur bu bilgiler bana.
“Antalya’ya kar yağdığı yılın yazında Konyaaltı’na obalar kurulmaya başlandı. O zamana kadar sahil bomboştu. Antalyalılar yazları yaylalara, Burdur veya Isparta’ya giderlerdi. Halk, ilk etapta yaptırılan kırk ahşap obaya taşınmakta tereddüt etti. Barakalar zorla kiraya verildi. Çok güzel bir yaz geçiren oba sakinleri, güz gelince istemeye istemeye evlerine döndüler. Boşaltılan obaların içlerine karyola, masa ve sandalye gibi zaruri kullanım eşyaları konmak suretiyle Belediye tarafından turistlere kiraya verilmeye başlandı. Onlar için Antalya kışı, yaz veya bahar gibi geliyordu. Ocak başında bile denize rahatça giriyorlardı. Çünkü Antalya her mevsim güneşliydi.
Ertesi yıl oba sayısı arttırıldı. Bu şekilde her yıl artarak devam etti. Sahile rağbet fazlaydı. Bir yaz geçirmek için ödenen para miktarının dört beş katıyla küçük bir dükkân açılabilirdi. Dar gelirli aileler bile iktisatlı davranarak paralarını ayarlıyorlar, obalarını ayırttırıyorlar, ilk fırsatta da taşınıyorlardı. Giderek Lara sahiline de obalar kuruldu. Bunlar küçük tahta barakalardı ama cennet köşkleri gibiydi.
Obalarda daha iç içeydi insanlar. Çok daha samimi… Akşamları bir araya gelmeler, ateşler yakmalar, dümbelekler, şarkılar türküler… Ateş etrafında dans eden, oynayan kızlar… Çalgılar, sazlar sözler…
Gündüzleri deniz sefası… Öğle sıcağı geçer geçmez gölgelerde demli çaylar, poğaçalar, sohbetler… Erkeklerde tavla, iskambil oyunları… Gençlerde voleybol, basketbol, futbol maçları… Çocukların kapı önü grup oyunları… Gençlerin heyecanlı, bol maceralı yaz aşkları… Annelerin babaların dedektifleşerek daha titiz iz gütmeye başlamaları… Endişelerin artması, takiplerin giderek sıklaşması… Yaşlıların dertlerinin depreşmesi… Yana yakıla gelin damat şikâyetleri… Ahretliklerin daha sık bir araya gelerek kenarda köşede fısıl fısıl dertleşmeleri…
Antalya’ya tek tük turist gelmeye başladı günlerdi… Gelenlere yer bulmak çok zordu. Tanıtım, kulaktan kulağa yapılıyor, ağırlamak Antalyalılara kalıyordu. Evleri müsait olanlar onlar için bir oda tahsis ediyorlardı. Bu şekilde ev pansiyonculuğu başlamış oldu.
Turistler geldiğinde polis onları takibe alır, tarihi yerleri gezmek istediğinde fotoğraf çekmekten men ederdi. Halk için de ilginç insanlardı. Uzaktan takip edenlerle peşlerine takılan çocukların göz hapsindeydiler. Öğretmenlerinin teşvikiyle dil öğrenmek gayesiyle çat pat Fransızca ve İngilizce’yle üç beş kelime konuşabilmek için ortaokullu ve liseli çocuklar da olur olmaz yerlerde yanlarına sokulmakta, rahatsız etmekteydiler. Yol bilmez, iz bilmez yabancılar, ellerindeki tek haritaya baka baka dolaşmaya çalışıyor, sık sık yollarını kaybediyor, işaretle, ellerindeki adresleri göstere göstere bir yerleri, birilerini soruyorlardı.
Antalya’da ev pansiyonculuğunu başlatan Ferruh Bey oldu. Evi geniş ve konforluydu. İki odasını turistlere kiralamaya başladı. Ondan gören arkadaşları, akrabaları, komşuları da özendi. Her yıl sayıları artmakta olan turistler komşulara dağıtılmaya başlandı. Ailelere iyi bir yan gelir sağlayan pansiyonculuk işi bu şekilde ilçelere kadar yayıldı.
Sideliler, Girit’ten ilk göçenlerdendir. Doksan aile, tarım, hayvancılık ve balıkçılıkla geçinip giderlerken, Halikarnas Balikçısı Cevat Şakir Kabaağaç’ın kardeşi Suat Şakir Kabaağaç`ın, Side’de küçük bir otel işletmeye başlamasıyla kaderleri değişti. Kabaağaç, iyi balıkçıydı. Yöre balıkçılarına, balık çeşitlerini öğreterek orada balıkçılığın gelişmesine yardım etti. Giritlileri ev pansiyonculuğu yapmaya özendirdi. Side muhtarı başta olmak üzere herkes evlerinin en az bir odasını turistlere kiralama başladı.
İlk zamanlarda misafir ağırlama âdetini paraya dökmekten utanan Antalyalılar, giderek bu işten gelir elde etmeye alıştı. Tanrı misafiri bilirlerdi evlerine gelenleri. Hal hatır sorar sormaz: “Aç mısınız, tok musunuz? Allah aşkına, çekinmeyin, söyleyin! Yemek hazırlayayım! Sofra kurayım! Allah ne verdiyse…” derler, “Misafir, umduğunu değil, bulduğunu yer.” diye de özür dilerlerdi. Bilirlerdi ki herkes nasibiyle beraber gelir. Birisi gelmeden önce rızkı gelir. Misafir on kısmetle gelir, birini yer, dokuzunu ev sahibine bırakır. Bereket, yenen yerdedir!
Yerli ve yabancı turistlere Antalya’nın yemekleri, meyveleri ve reçelleri tanıtılırdı. Onlar memleketlerine dönerlerken, çeşit çeşit, kavanoz kavanoz reçel satın alırlardı. O zamanlar herkes tarafından bilinen ve yapılan turunç reçelinin yanı sıra, şimdilerde neredeyse unutulan, ancak bazı Antalyalılar tarafından ceviz kadar olan yeşil turunçtan ve olgunlaşmamış cevizden yapılan reçellerimiz vardı. Yaz reçelleri tabii bir renk almaları ve şeffaflaşmaları için tepsilere yayılarak güneşte olgunlaştırılırdı. Domates ve biber salçaları da öyleydi.
Kış boyunca el işleri yapılır, yaza hazırlanır, turistlere pazarlanırdı. Özellikle Giritliler bu işlerde uzmanlaşmışlardı. El değmemiş gibi danteller örüyor, şiş işi giyecekler yapıyorlardı. Yerlilerde ipek ibrişim iğne oyaları daha ağırlıklıydı. Hele o yazma kenarlarına yapılan iğne oyalarındaki kır çiçeklerin şekillerinin, renklerinin ve canlılıklarının, başka bir ülkede daha olabileceğini sanmıyorum.
Mermer ve ahşap işleyenler, hediyelik eşya üretmeye başladı. Ellerinden az buçuk resim gelenler, tahta tabaklara, ince ince verev olarak kesilmiş kütüklere yağlı boya Antalya manzaraları yapıp satmaya başladılar. Kaleiçi’ne kurulan sehpalarla sokak ressamları türemeye başladı. Tuvallerde palmiyeler arasında Kaleiçi evleri, Kesik Minare, Saat Kulesi, Hıdırlık Kulesi, gün batımı resimleri… Bol güneşli yağlı boya tablolar, alıcıların beğenisine sunuldular… Gümüş, bakır ve pirinç hediyelik eşyalara da rağbet fazlaydı. Takı ve tespihlerde kullanılan oltu taşını da unutmamak lazım.
Tercümanlık ve rehberlik diye bir meslek yokken, bu işten de ekmek yemeye başlayanlar oldu. Tarzanca da olsa bir yabancı dil bilen gençler hem çevirmenlik yapıyor hem turist gezdiriyorlardı.
İlk rağbet gören elişlerimizden birisi de Döşemealtı Halılarıydı. Yüzde yüz yünle dokunan bu halılarda kullanılan iplerin tamamı kök boyalarla boyanıyordu. Çift düğüm atılmak suretiyle, atkısı da çözgüsü de yün olarak dokunuyor, yüzyıllar öncesinde kullanılan çeşitli desenler, motifler işleniyordu. Kullanılmış olanlar çok daha parlak ve can alıcı güzellikteydi. Halı, dövüle dövüle güzelleşir, değer kazanırdı. Kullanıldıkça antik değeri de artıyordu.
Önce Hükümet Binası’nın ilerisinde, sonra da Kalekapısı’nda dükkân açan, hem zeytincilik hem halıcılık yapan İbrahim Atmaca, Antalya’nın ilk yerel halı pazarlayıcısıdır. Sandalye minderi büyüklüğünde bir Döşemealtı halısı, şayet bir de eskiyse, koca bir Isparta taban halısı fiyatına satılıyordu.
Antalya’ya artık pek çok yabancı gelmeye başladı. Gün geçtikçe artmaya devam ediyor. Oteller moteller yapılmaya başlandı. Yazlar hem hareketli hem bereketli hale geldi.”
Turistlerden bahsederken bazen Yabancı, bazen ecnebi diyor Kaptan. Yabancı dediği zaman aklıma sen geliyorsun. Artık Yabancı oldun. Öyle ya!
Yerli”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 689
YORUMLAR
Değme gezi yazısına taş çıkarır bu okuduğum. Demem o ki ne çok kelime, ne çok anlam. Sizi okumaya başladığımdan beri böyleydi. Yazılarınızı okumayı bitirince aklımda kalan ne? Düşünmek. Öyle tavana tavana bakmacasına da değil. Anlamlı anlamlı iç geçirmecesine. Özlemişim sizi okumayı. Teşekkürler zarif kelime aktarıcısı. İnsanın bir tanışını koca kalabalıkta buluverişi gibiydi. Gerçi bu okumakla ilgili durum tümüyle benim hatam ve ihmalim. Fakat aslında teknik bazı açıklamalarım var. Da, vakit işgal etmeyeyim. Yazılarınızı okuduktan sonra bir süre başka şey okuyamamak yine bendeki hal...