Cumaya gitmeliymişim. Bölüm 3 (son)
Bilmem artık kaçıncı selamı verdiğim anda bir sıcak el hissettim sağ omzumda, önce bunu sevap meleğimin yorgunluktan bana yaslanması zannedip ürperdim, hemen ardından yumuşak bir sesin "yeter artık mübarek yeter, vaktidir" demesiyle öylece kaldım. Titriyordum ama üşüdüğümden değildi bu ve o eli hala omuzumda hissediyordum. Bekledim, bekledim, bir süre bekledim fakat ne o el ne de titremem geçmedi.
Sonra bu meleğin sevap meleği değil de ölüm meleği Azrail olduğu kanaatine vardım. Yeter artık vaktidir derken de canımı almaya geldiğini ilan ediyordu işte. Kalbim ritmini arttırsada ölmek üzereyim zannettim. Zira köyümden de biliyordum ki tarlaları sulamak için kullandığımız pancar motorunun, bilinmedik bir arıza sebebiyle tamamen durmadan az evvel, egsozundan kara dumanlar saçarak son kez tüm gücüyle çalıştığı olurdu . Sanırım kalbimin de böylesine şahlaşının sebebi, sonumun o mechul sonsuza geldiğinin göstergesiydi. Ama korkmuyordum ölümden, yaşamımın 3/2 sini ölüme heran hazır yaşamışımdır, hani bir düğme olsa ve basıp hemen öleceksin hiç tereddüt etmezdim hiç!..
İntihar benim için hep amaçtı, bu amaca halâ varamamış olmamın iki sebebi vardır. Bunlardan Biri yaşamın bizi hiç bırakmayacakmış gibi gelen rengarenk çeşitliliğinin, kısa ya da uzun vadeli etkileri önümü keserek. Sevgi veya sevgili kozu ile oyalama gayreti. Bir Diğeri ise Urgan ile kendimi asmak ya da silahla kafama sıkmak, kendimi bir aracın önüne atmak, veyahutta ne bileyim yüksek bir uçurumdan kendimi yoluyla infazımı gerçekleştirerek, kendime kıymayı istemememdi... Zirâ yaşıyorken sürekli acı çeken bir insanın, ölürken bari canının yanmasını istememek gibi bir haddi peydahlanıyor içinde.. Dünyada herşey somut parçacıklardan ibaretti, Cebrail başta olmak üzere hayata dair meleklerin hiçbirini görememiştim. Bari ölmeden evvel bu ölüm meleğini kısa bir an’da olsa görebilmek umuduyla gözümü açarak omuz hizama döndüm. Şaşkınlıklarımın hangi birinden başlayacağımı bilemiyordum bugün, zirâ karşımda şeytan değil, belki ancak rüyalarda görülebilen nur yüzlü mübarek bir ihtiyar, kar beyaz kıyafet kombinasyonuna fazlaca uygun şekilde, kıvrımlı arabesklerle göğsüne dökülmüş olan ak sakalları ile bana bakıyordu..
Israrla uzattığı peçetelerin maksadını ilk başta anlamasam da, elime aldığım anda maruz kaldığı sıvı sebebiyle, verdiği peçetelerin ağzımıza attığımız şekerli sakızlar gibi, avuçlarımda kaybolduğunu gördüğüm anda sebebi anladım.
Böylece tıpkı yüzümdeki tahribatı Cami mozaiğindeki yansımada görmemle acısını anlamam gibi, bu peçeteler sayesinde ellerimdeki ıslaklığı vücudumun tümünde hissetmekte de gecikmedim..
Deniz’den henüz çıkmış gibi sırılsıklamdım. Öyle ki, elime tutuşturulan onlarca peçete tenimde değdiği ilk yere yapışıp kalıyorlardı, ıslaklığıma hiçbir fayda sağlamadıkları gibi yüzümün yangınını tekrardan duyumsamakta başka pek işe yaramamıştı sanki. En çok peçete orada birikmişti, ancak usta sihirbazlara özgü bir marifetle, ardı ardına uzattığı onlarca peçetenin ıslaklığım içinde boğulup gittiğini gören bu sevimli ihtiyar. Yüzünde bir çocuk neşesi ile tebessüm ederek, cebinden bez mendilini çıkarıp bana verdi. Sonra gözlerime bakarak, Allah ibadetini kabul etsin, mendilde hediyemdir deyip elini omzumdan çekti ve hemen yanımda namazına durdu.
Yüzümün her yanı belli noktalara yapıştırılmış yara bantları gibi duran peçete parçaları ile doluydu, artık bir şekilde kendime geldiğimi varsayıp ellerimi açıp duaya yönelecek iken anlık bir refleks ile vazgeçtim bundan. Zirâ son düşüncelerimde göstermiştir ki dışarıdaki riyakar dilencinin benim karşımda olduğundan çok daha çirkin durumdaydım Tanrı karşısında...
Yaklaşık iki saattir katışıksız bir ibadet ile kendimden geçerek, her Mümine nasip olmayacak kadar üst seviye ihlasa tırmanmış olmama rağmen, bunun karşılığı olarak Tanrı dan küçücük bir istekte bulunmaya dahi utandım. Hatta onun evinde olsam da belirsiz adreslerine yaltaklanarak, iltifat etmekten bile sakındım. Fazladan bir kazanç elde etmek için değil, yaşaması için bir dayanak arayışı ve ruhum için hayatî olanı almaya girsemde içeri , ne alıp ne bıraktığını bilmeyen ahmak bir hırsız gibi ayaklarım ucuna basarak sessizce ayrıldım onun evinden. Hala sırılsıklamdım dışarıdaki ılık meltem’in esintisinin,nemli vücudumda meydana getirdiği elektriklenmeler, içgüdülerimin alıcılarını belli bir tatlılıkla gıdıklıyor gibiydi. Daha önce bir benzerini yaşamadığım bu trans türünün etkisine kapılıp, üstelik bunu da tanrıya ibadet yoluyla deneyimlemiş olsam da, ne günah ne sevap her ikisini de.
Duyumsamıyordum...
Keşke o ihtiyar yerine gerçekten Azrail gelip canımı alsaydı diye hayıflandım. Ölmek için güzel bir mekan ve güzel bir gündü bugün. Böyle düşününce aklıma yurdumun bilinen büyük camilerinden birinde yaşanan olayı hatırladım. Ramazan ve tamda kadir gecesinde bir şahıs cami içine dalarak üzerimde bomba var diye bağırmaya başlamıştı. Korku ile Panikleyen cemaat çıkış kapısına aşırı bindirme yaptığından onlarca kişinin yaralanmasına ve sanırım bir kişinin de ölmesine sebep olmuştu. Sonra bu kişinin meczubun biri olup üzerinde de bomba bulunmadığı anlaşıldığında, geri dönen aynı cemaat tarafından acımasızca dövülerek hastahanelik edilmişti. Bu görüntüleri Tv de izlerken içimin nasıl ezildiğini hatırladım. Hayır o meczuba değil ben en çok da o müslümanım diyen cemaate üzüldüm. Zira Yaradana imanını ortaya koyup gündüz orucunu tutarak, akşam afiyetle iftarını açmış, bununlada yetinmeyip Onun emridir diye camiye Teravihe gitmişsin. Tanrının kendi evindesin, bomba gerçek olsa ne olur, neden bu kadar can korkusu nereye kaçıyorsun?...
Bin yıl yaşasan zaten öleceksin ve ölmek için oradan güzel bir mekan ve daha iyi bir zaman varmıdır?..
Üstelikte Kadir gecesi, o bombadan paramparça olsan bile on saniye sonra ne sorgu, ne sual, ne Sırat köprüsü, ne Araf direk cennettesin!.. Tanrım bu ne güzel bir fırsattır düşüncesiyle hareket edip, en azından o günlük ibadetini yapmış olmanın gönül rahatlığıyla şahlanarak, kendini kutlu eceline bırakması gereken o muhterem cemaat... Bir yıl, azıcık arkadaş azıcık, sadece birazcık hadi deki bin yılcık daha nefes alabilmek için bizzat bombaya değilde çıkışa koşuyorlardı. Korkudan çıldırmış halde birbirlerinin önüne geçebilmek için ezilip ezdiklerine göre,şüpheli de olsa belki bir parça imanları vardı ama inançları yoktu. Yani benim tam tersimdiler...
Cami bahçesi boş ve net bir sessizlik içindeydi , o dilenci kadın sonraki vakite kadar olay mahallinden ayrılmış, kediler ise çatıların güneşine uzanıp artık doymuş karınlarının keyfini çıkarıyor olmalılardı. Her yer fazla huzurlu, hatta ruhumu işkillendirecek kadar sessizlikle kuşatılmıştı. Bu durumdan bile korkmuştum, fırtına öncesi sessizlik algısının gözle görülür olduğu kadar, sanrılar İle beslenen boyutu sakat ruhuma eklenince, kendimi tehlikedeymiş gibi hissetmeye başladım.
İçerideki o nur yüzlü ihtiyarı bekleyerek kendisi ile tanışıp konuşmayı çok istesem de, bugün başıma gelebilecek fazladan bir olayı daha kaldıramayacağımı düşünüp, zihnimin güvenliğini sağlamak için bir an önce evime gitmeye karar verdim.
Hızlı adımlarla yürüyüşe geçtiğimde içini yararak ilerlediğim meltem’in halen devam eden kelebek etkileri ile birlikte, tenimdeki elektriklenmelerde artmıştı. Tabi aynı oranda acıyı hoyratça hırpalanmış yüzümde duymaya başladım. Önce eczaneye uğrayıp yanan yüzüm için önerebilecekleri bir ilaç, bacağımın yarası için de pansuman malzemeleri almalıydım. Başımı yukarı kaldırdığımda tek bulup parçası dahi görünmüyordu, bu çıplak gökyüzünü bile bir tesettür gibi kullanıp, ısrarla kendini göstermeyen Tanrı, ben seni sadece hissediyorum. Oysa sen benim varlığımın çekirdeğini görüyor ve asıl kimliğimi benden daha iyi biliyorsun. Seninle dua veya ibadet denen şeylerin dışında da iletişim kurarak, başka enstrümanlar yoluyla tek taraflı da olsa konuşmuşluğumuz çoktur. İmanımla aramda boşluklar bulunduğu muhakkak fakat bunlar birer uçurum değil. Yine en iyi sen biliyorsunki sana olan inancım sahibine bir hayvan sevgisi kadar net ve düz! Ve yine en iyi yine sen biliyorsunki çıkış kapısına değil, o bombaya ilk ulaşan olmak için ezmeyide ezilmeyide sevap sayarım. Bugün okeyde üç arkadaşıma dördüncü olmanın cazibesi yerine, işte gördün senin rican ve Dedemin hatırı için de olsa evine geldim. Fakat bunu yapmakla bile günahmı işledim ya da kazandığım küçücükte olsa sevapcıklarlamı dönüyorum evime ? İşte görüyorsunya Tanrım, ben nunu bile bilmiyorum onu da en iyi sen biliyordun...
Cami bahçesinden çıkıp şehrin hoyrat sokağına daldığımda, zihnim yine kendi devir gücünde dönmeyi sürdürüyordu..
Nefsimin açgözlülüğüne kapılarak, onun arzuladığı günahları eğreti gelinler ve sevimsiz kumalar gibi ardı ardına imanım üzerine getirmek, benim kronik rahatsızlıklarından biridir.
Arzulara takılı kalmanın kişilik gelişimini katledip ileride psikolojik bozukluklara yol açılabileceği uyarıları, belki çocukluğumda erken teşhis ve tedavi yoluyla yapılmalıydı. Gerçi başımızda ne anne ne baba ne de hemen her çocuğun sahip olduğu ailem vardı. Bu yüzden kendimden başka beni denetleyen kimse olmamış ve benim var olan diğer sakatlıklarımın yanında bu tür şeyler rahatsızlıktan bile sayılmazdı.
Şimdi artık bilinç tek parçada bütünleşmeyi başararak, beynim ve ruhum ortak paydada buluşup olağan bir norm ortaya koymayı beceremiyor. Ağacın ancak yaşken eğilebildiği gibi, insan ruhunun da zamanında bir kalıba dökülmesi gerektiğinden mütevellit, beni bukadar hırpaladığı için onunda haklı sebepleri vardır diyordum. Zira şimdi gittiğim onlarca psikiyatris, kendime benim ben dememle bile, bana dair bir kimlik kazandıramıyorlar artık. Hatta şu durumumun temsillerini anlamlandırarak tercüme edebilecek yapıya da sahip değilim. Bizzat bunları yaşayan olmama rağmen, Yazarak anlatmak da yetersiz kaldığım gerçeğini, mektepsiz ayrıca tümüyle köylü kalemim ile değerlendirerek, Derya’da bir iç su kadar bile sayılmayacak yetersiz edebiyatımla sınadağmda, yazdıklarımı okuyanın da beni anlayacağını sanmıyorum. Zira bu çetrefilli hallerimin sözlü veya yazılı sunumu zor, tezekten gül yapıp anlamlandırmaya benziyor sanki biraz bu. Şimdi içimdeki tüm sakatlıklardan veyahut iyi ve belki sağlıklı yapılardan örnekler toplayarak, illa bir ifade biçimine sokmaya çalıştığım işte şu anda, maksadımın yüküne birazcık da olsa el atması gereken ruhumun, hasta yatağından muzipçe sırıttığını hissediyorum. Kısacası benim Yaşadıklarımı yaşamayana anlatmak....
Hayatımda rutin bir Devamlılığı olan biri nefes almak ise diğeri hüzündür bende. Yaşamın cehennemi içinde, kısa aralıklarla da olsa cennetin kapısından içeriye bakmak, ancak nefsime uymakla mümkün. Belki de bu yüzden hazlarım önemlidir. Keyif verdiğini düşündüğüm ne varsa onu elinde bulunduran güç ve yegane zayıflık nefsimdir benim.
Ânı yaşamaya odaklı biri olarak ben, karşıma ancak istisna çıkabilen tüm güzelliklere talibim. Hayatî ihtiyaç duyduğum şeylerden tutalım da, hoşuma gideceğini umduğum alalade olasılıklara kadar geniş bir algı yelpazesi içinde, zaaflarımı içeren her ne varsa bunların bana örtülü bir dayatma olduğunu düşünürüm. Keyif ve Neşe verip, huzur ve haz içerende varsa çok çabuk alışkanlığa dönüşüverirler, sörf bu yüzden uyuşturucu türleri ile de çokça başımın ağrımışlığı vardır.
Güzel olan her şeyin cazibesi çok çabuk kendine çeker beni, bunlardan vazgeçebilmem yerlerine daha iyilerini koymakla mümkün olabilir ancak..
Sahte de olsa bir parça huzur veren hemen her şey aynı zamanda mutlak zorunlu olma özelliği taşır, anlamdan yoksun yaşamımın minicik hoşluğu, kaotik iç dünyamın dinlenme arasında ruhumun tebessümüdür bunlar.
Bu ıslah olmaz zaaflarımı ne programlayabilme ne de doğasını değiştirebilme gücüne sahibim, Zira haz ve arzu Kendi başlarına buyrukmuş gibi hareket etseler bile asla tek başlarına değillerdir. Onların en büyük destekçisi güzele karşı zaafım ve en etkili azmettiricisi ise mutluluğa açlığımdır. Neyse ki toplumsal ahlak kuralları benim kafamda daha da katı yasalarla sabitlendiğinden, sapıklık veya sapkınlık içeren hiç bir düşünce zihnimin içinde bulunmamakla birlikte, tüm âlemin namusunda kırmızı ışıkta bile geçmeyen en esaslı temel’e ve karaktere sahibim. En azından bu açıdan bari sağlıklı kalabildiği için, diğer tüm ahlaksızlıklarıyla ahlaksızca gurur duyan saçma bir mutluluk hissi oluşuyor insanda....
Benim bütün kusurlarım hep kendime dönüktür, nefsimin hataları başta olmak üzere tüm diğer yanlışlarımın tezahürü kendi içimde olup biter. Belki çok şiddetli sarsıntılarımda etrafa dökülsem bile, mutlaka ama mutlaka kendi içime yıkılırım...
Bu esnada kapı çaldı evdeydim...
En son pide döner almış olan diğer bilincim, şimdi de elinde eczane poşeti ile evimin salonunda oturuyordu bedenimi...
Kapıyı açtığımda apartman görevlisi içeride çöp olup olmadığını sordu yok deyip gönderdim. Aslında evet var benim demeliydim, salona dönüp hala elimde tuttuğum poşeti açtığımda, yüzüm için olduğunu düşündüğüm merhem, bacağımın yarası için de gazlı bez ve batikon çıktı içinden. Tüm bunları sanki ben almamışımtım Zira bu alışverişin hiçbir evresini hatırlamıyordum.
Kafamın çok parçalı ve zihnimin böylesine yoğun olduğu zamanlarda, ara kesitlerle de olsa bedenime ayak işlerini yaptıran biri peydah olmuştu içimde. Bu kişiliğimin varlığını yıllar önce fark etmiş olsamda, diğer sorunlu yanlarımla uğraşmaktan kendisine zaman ayıramadım. Önem de vermedim zira yakın zamana kadar böylesi hükmü yoktu üzerimde. Zihnim başka saçmalıklarla meşgülken bedenimi alıp gittiği bu ara kesitler önceden belki birkaç dakika sürüyordu. Oysa şimdi en az yarım saattir bedenim bana ait olmadığına göre, bu yeni bilinçsizliğim bit bilinç olarak gün geçtikçe güçleniyor olmalıydı.
Ona karşı savaşsam cephe nerde başlayıp tam neremde bitiyordu? Ayrıca içimdeki dürtü ve duygularda kim dost kim düşman nereden bilecektim? Bu kendiliklerim ile asla baş edemeyeceğime göre onlarla yaşamaya alışsam bile ne kadar güvenebilirdim?
Beni benden devraldığı esnada yarı kuru tenim üzerine taze terlemeler eklediğini görüp, bacağımdaki sızıya da bakılırsa bedenimi nazik kullandığı da söylenemezdi.
Üstelik o ben, bu ben’i hiç tanımıyordu da, çünkü tanıyor olsa elbetteki damak zevkimi de bilir, benim yemem için aldığı pide dönerime o nefret ettiğim turşuyu da elbette koydurmazdı...
Tüm diğer önlenemez unsurlarım gibi, bu kendime yabancı yeni iradeyi de, idare edilebilir kılmalıydım.
Başıma büyük bir iş açmadığı sürece o da ben’di ve benden di elbet. Bir gün sosyal yaşayışımı ileri derecede etkileyip, başkaları da benimle beraber onun yüzünden bir sorun yaşarsa eğer, kendisini benden saymacaktım ama insanlar yine de onu ben bilecek cezasının infazını benden isteyeceklerdi...
Tıpkı diğer bilinçlerimin meczuplukları ve kesinlikle hatırlamadığım duygusal taşkınlıklarından sorumlu tutularak, zorlukla akıl hastanelerine yatırılışlarım ve yine bir başka bilincimin saldırganlık suçu için cezaevine koyulmalarım gibi...
Bu çetrefilli yapının iç mimari kısmını kimseye açıklayamaz anlatamazdın, o sebep gittiğim her hastanede beni gören doktor despot bir yüz ile yanındaki hemşireye dönerek; yatışını yapalım hastanın nakaratını tekrar etmeli..
Ve çıktığım çoğu mahkeme de beni dinleyen hakimin, önce önündeki katip’e yaz kızım direktifi vererek; sonra ise yüzüme hiç bakmadan yanımdaki polislere dönüp; tamam tutuklandı, çıkarın şahsı çıkarabilirsiniz demeliydi...
İlla gözle görülür bir ceza çekmeliydin, ancak böyle rahat edebilirdi münezzeh toplum...
Belki dünyanın geri kalan tüm insanları gibi onlar da haklıydı, Zira Kendime dahi açıklaması mümkün olamayan bu durumlarımı, Tanrıya bile anlatamıyorken, hastanede doktora, karakolda polise ve adliyede Hakime nasıl açıklayabilirdim...
Neyse!..
Şimdi duş almalıydım sonra yüzüm dahil yeni ve eski tüm yaralarımın bakımını yapıp yatağıma uzanmalı, yine beynimde sakat bir düşünce girdabına kapılmamak için kitap okumalı eğer şanslıysam uyumalıydım.
Yaradanın bildiğini kendimden saklayacak değilim. Bir cuma ritüelini daha, tanrının talebini eda etme isteğinden daha çok, dedeme verdiğin kadim sözün gereğini yerine getirmekle gerçekleştirmiş bulunuyorum. Gerçek bu olunca da hakkımızda hayırsızı artık. ..
Ama en çıplak gerçek şudur ki; Günahlar insan boyunu çok aştı dünyada, o hain iblis bizi yendi yenecek!...
Tanrım biz kullarını gerçekten seviyor ve cennete götürmek istiyorsan eğer, şeytana çok acil bir yeni teklif önermeli ve bizim altından kalkabileceğimiz daha kabul edilebilir yeni bir anlaşma sunmalısın..
Aksi halde biz kulların için tasarladığın be en az cehennem kadar nâmını duyduğumuz o cennete koyabileceğin salih bir kul kalmayacak. Benim önerim bu ama tabi her şeyin en iyisini sen bilirsin Zira sen her şeye kâdirsin.
Âmin...
SON.
Ek not.
Bu olaydan günler sonra birgün cebimden mendil çıktı, mübarek yüzlü dedeyi ve cuma gününü ve tabii ki o çok boyutlu ibadetimi hatırladım. O ihtiyar bana çok iyi gelecekti, cami çıkışında o gün onu beklemediğim için pişmanlık duydum, çünkü inancım bilinçli ve sağlam olsa da benim imanım kendi başına bırakılamayacak kadar cahildir.
Bu aksak iman, usta ve hakiki bir mümin sayesinde düzen alıp, belki ancak bir başka mutlak imanlının kontrolü altında sağlam işleyebilirdi..
Tabi burada şeyh veya şıh türlerinden ve haklarında çok şey yazılıp çizilecek gizemli tarikatlarından bahsetmiyorum.
Bana Mevlevilik değil, Mevlana’nın bizzat kendisi lazım...
Zira benim çoklu kimliğimi ve bin parçalı karakterimi oluşturan tüm yapılarım gibi, inancım ve imanım uyumlu şekilde hareket ederek, el ele tutuşup beraber ilerleyebilecek yeteneğe sahip değil.
Çünkü benim düşündüğüm Tanrı, bana dinini ve semavi kitaplarını göndererek, ibadeti şu şekilde yap ve bu kitabı oku namazını şöyle kıl içgüdülerini izle ve gerisini sorma demiş olamaz.. Eğer soran sorgulayan şu akıl denen belayı vermiş ise insana, bana onunla da gelin demiş olmalı.. Aksi halde hayvanlar gibi sadece içgüdülerimiz ile hareket ederek, hiçbir şeyi sorgulamadan ibadetimizi kusursuz yapar çok daha mutlu yaşardık. Kur’an-ı Kerim’in ilk emri oku’dur ve bu Emir geldiğinde ortada okunacak bir Kur’an yoktu. İnandığı dinin ilk emri okumak olan Bir dinin mensupları olmalarına rağmen, dünyanın en cahil en okumayan insanları Müslüman ülkelerde yaşamaktadır
İşte bu cevaplara ulaşabilmek için, inanç ve imanı irademin tüm gücüyle belli olgunluğa eriştirip beş adım attırsam dahi. Altıncı adımı henüz atmadan ilk işi bana dönerek içimdeki insanı sormak olacaktır.
İşte tam bu noktada benliklrimden birinin anlaşılır bir cevap vermesi gerekecektir. Yanımda her daim bir mübarek bulunması için illa saçma bir cemaat şeyhinin eteğinden tutamayacağıma göre, en azından bu hususta sığınacağım birinin, telefonumun öbür ucunda bekliyor olması, iç güdülerimi ve ruhumu bir tık huzurlu kılardı. Zira bana asıl tehlike ne nefsimden ne şeytandan gelecekti, asıl tehlike kendime soracağım o soru ile ortaya çıkacaktı..
Bana Mevlana’nın WhatsApp’ı, Hacı Bektaş Veli’nin telegramı, pir Sultan abdal’ın Signali, Yunus’un ilhamı, yani dostlar yani, Dünyanın huzuru lazım..,dı...
Onu da dünyada bulamadık belki öte tarafta...
Önemli not: fotoğraftaki kişi, hikayemde adı ve anlamı çok geçen rahmetli canım dedem Salim AYDIN..
YANIMDAN GEÇERKEN BANA ABDESTİNİ ALDIN MI DİYE SORARAK, CUMA NAMAZINA GİTMEKTE....
YORUMLAR
Bize bizden daha iyi bir Mevlana veya daha kaliteli bir Hacı Bektaş aynalardan daha karakterli bir peygamber bulunmaz..Ters ilişki yasası her yerde, bedeni açı çekeninruhu güzel,ruhu acı çekenin bedeni sağlamdır gibi düşündüm şimdi..
Tanrı mı veya kültürel ibadethaneler mi, Tanrıyı içine hapseden kitaplar, hoşluğu veya kahrı olimpiyat şampiyonu yapan dürtüler, düşünceler mi... Somut anlamda Tanrı veya avanelerinin,dost ve düşman diye dillendirilenlerin evet evet, kendi aralarında yeni bir anlaşma yapmaları mecburi..
Bu 3. yazınızı 2 solukta okudum.. Bir ara hadi sadede gel dedim, sadede geldiğimde istemsiz bir kahkaha ile biraz nemlenmiş gözlerden sonra..bir de ne olsun, dolması için epey kısık bıraktığım su arıtıcının altındaki katel taşmış, tezgahı yapan ustaya devamlı Tanrıya havale ettiğim vakidir ki, meyli yanlış yere verdiği için saygılı sevgili ve hoşluk kokan ifadelerle hem su taşkınını sildim, sildim sildim, suyunu çıkardım bezlerin sildikçe... buaradafokur fokur kaynayançayın altındaki suyun buharıyla kulaklarıma terapi uyguladıktan sonra...
ya hu dedim yazıya devam edip yorum kısmında bir şey ettireyim,yaşamla ve tüm öğretilen soyut ve somut, imani ve lisani öğretileri ayaklarımın altına alıp zıplayayım üzerlerinde dedim.sonra günahamı giriyorum diye bir korku peydahlanmasıyla birlikte yine Tanrıyı ve avanelerini çoksevgili, saygılı ve içten ifadelerleandıktan sonra zihnim, kulağımagelen laptopun fan sesini fanı değiştirsem de, yağlasam da gideremediği düşününce, zihnimde beliren bilgisayarın donanım kısmındaki resimde Tanrının nereden nereye aktığını, nereden nereye göç ettiğini ben mouse ile veya kılavye ile hareket ederken aslında tanrıyı kovaladığım geldi aklıma elektronik yollar arasında.. Fanın rahatsız eden sesini de duyunca ortalığın toz dumana girdiğini bir an düşündüm, pançar motorunun veya bugüzel yazılardaki herhangi bir somutluğun son raddesinde nirvanaya çıktığını düşününce de bir sevindim bir sevindim.. Ve yine elbette bu güzel yazı sahibinden şikayetçi olup paketimdeki 2 dal cigarayı ziyan ettirmesine biraz teessüf ettikten sonra...
Yeni paketi aradı gözüm bu nedenle Tanrıya şükür ettikten sonra, dışarıdan yemeksöylerken utana sıkıla 1 paket, 3 paket de şu marka cigaradan diye bugün ruhumu ve zihnimi darlamayacağım için sevindim...
sonra voltajın düşmesi neticesinde fan sesinin rölantiye bağlamasından huzur buldum,Tanrı, elektroniksel donanımlar arasında kendine bir kuytu bulmuş olmalı diye düşünürken bu kovalamacadaki sesi nasılgidereceği düşündüm, yeni fanı söküp yerine yine eskifanı takıp çok güzel temizleyip yağladıktan sonra belki hani dedim,bu yaşamdaki kovalamacanın tozundan ve dumanından kurtulurum belki diye yorumuma son verirken aklımagelen yine en güzel dualardan bildiğim yalakalık barındırmayan bir şeyler yazayım dedim..
gönlündekiler hakkında,hakkındakiler gönlüne yâr olsun ..
bu söz veya dua böyle değildi ama kalemine kılavyene sağlık sıhhat ustam.
eksik olma. en sevdiğine emanet ol.
Aaydın
O halde bende Mevlana’dan bir söz ile tamamlayayım sözlerinizi..
Kaybettiğin her güzel şey birgün başka bir surette geri döner.. Zira güzellikler sahibinde uyu ve yine onda uyanır..
bir yanım Verdiği onca rahatsızlık için üzgün olsa da, hikayemin böylesi etkisinde kalmış olmanızdan da sevinçli olan yanlarımı duyumsuyorum..
Çoklu kişilik diyor doktorum buna;)
Saygılar üstadım. Tesekkur ederim
Yinsani
üstadım.. yeni yazılarını da zihnim müsait oldukça okuyacağım..
eksik olmayın, birbirine emanet güzel insanlar, güzel ülkem..
Tek başına zeki, tek başına cesur, tek başına dürüst olmak bir kazanım değildir.
Asıl kazanım; bunların üçünün bir arada bulunabiliyor olması, bununla birlikte kişinin kendisini tanıması ve bunu açıkça ifade edebiliyor olmasıdır. Bu yazıdan çıkarımım.
Her ne kadar (kendi ifadenizle) eğitim eksikliğiniz bulunsa da, bütünsel anlatım yeteneğiniz konusunda takdire şayan yönünüzü ayrıca alkışlıyorum.
Benim gibi bir miskinin bile, serinin tamamını okumamı sağlayacak düzeyde güzel bir yazı dizisi.
Tekrar tebrik ederim. Kaleminize taş değmesin.
Saygılarımla.
Aaydın
çok teşekkürler
saygılar
Aaydın
yorumunzu için teşekkür ederim. ama ben hala daha edebiyatta cehaletimde ısrar ediyorum.. bu husus ile ilgili yazdığım şiirim derdimi belki daha iyi anlatır..
saygılar abicim..
Ah'larım var uzun kısa
Biliyorum değmez yasa
Bir kalemim bir de masa
Ben sadece yazıyorum
Hiç kimseyi taşlamayıp
Suçluyu da suçlamayıp
İnadına saçmalayıp
Ben sadece yazıyorum
Boş kalfaya boş gezenim
Avareyim yok düzenim
Ne iddiam ne özenim
Ben sadece yazıyorum.
Bir abdalım sazan gibi
Kafam bomboş kazan gibi
Kör yazımı yazan gibi
Ben sadece yazıyorum
İşim olmaz ünle şanla
Sıradanım işte anla
Heves ile heyecanla
Ben sadece yazıyorum
Sessiz'deyim şakımam yok
itinalı dokumam yok
Cahilimdir okumam yok
Ben sadece yazıyorum.
Alibaba
Cehalet görecelidir!..
Ne Emrah, ne Karacaoğlan, ne Dadaloğlu, ne Aşık Veysel (ve sayamadığım niceleri) üniversiteye gitmiştir. Hatta hiç birinin okuma yazmasının dahi olduğunu sanmıyorum. Biz bu alimlerin hangisine "cahil" sıfatı takabiliriz?..
Mütevazi olmak asalettendir...
Ancak, sözüm meclisten dışarı; "okumak cehalet alır eşeklik baki kalır..." sözünden yola çıkarak, mevcut yetilerimizi de yok sayıp asaleti incitmemeliyiz.
Sağlıcakla...