- 591 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
688 – ESKİ TOPRAK
Onur BİLGE
”Hayırsız
Ayakkabılarım gülle gibi oldu. Pençe pençe üstüne… Artık bir çift ayakkabı almam şart oldu. Çocukluğumda babalığım en az bir numara büyük kundura alırdı. Ayaklarımdan fırt fırt çıkardı. Analığım burnuna pamuk doldurur, kışsa kalın yün çorapla giydirirdi. “Ne kadar da çabuk büyüyor ayakların!” derdi. Arkadaşlarım istedikleri gibi koşarlardı ben rahatça koşamazdım. Şimdi de topuğum kırık. Yamuk basıyorum. Hafif de olsa topallıyorum. İhtiyarlık, yanına yakınına bastırılacak gibi değil!
Kunduralarım ayağıma denk geldiğinde de altları delinmiş olurdu sürüklenmekten. Haydi bakalım kundura tamircisine… “Kaça aldınız bunu?” sorusuna hazır ol! Zaten aşağı yukarı bilir ederini. Yarısı kadar da pençe parası ödersin. İşte böyle gülle gibi giyer gezersin.
Gömleklerimin yakaları eriyiverirdi. Aslında çitilenmektendir de analığım “Asit mi çıkıyor senden ter yerine? Ne bu yakalarının hali?” derdi. Yakalarımı söker, ters yüz ederdi. Çoraplarımdaki yamaları kimse görmesin diye arkadaşlarımın evlerine girmezdim. Gezmeye giderken giymek üzere yenice, yamasız bir çift çorap saklardık.
“Yamalı ayıp değil, yırtık ayıp!” derdi analığım. Öğretmenlerimiz de öyle derdi. Birinde yeni bir giyecek görsem, içim giderdi!
Tek kaptan yemek yenir, aynı tastan su içilirdi. Suyun bardakta kalanını içmenin çok sevap olduğu söylenir, ortadaki tabağın dibi sıyrılır, bu işe sünnetlemek denirdi. Müminin lokması mümine şifaydı. İsraf külliyen haramdı.
Karartma gecelerini de yaşadık biz. Vesika dönemini de… Adam başı, düşük gramajlı ekmeğe talim… Büyüklere tam, çocuklara yarım… Kara perdeler çektik pencerelerimize. Dışarıya ışık sızmayacak! Sokak sokak bekçiler dolaşırdı. Fır fır bekçi düdükleri… Alarm anında doğru sığınaklara! Artık kömürlük mü olur, tavuk kümesi mi… Kıvrılacaksın artık bahçede bir yere. İçinde yaşam için zaruri her şey hazırda olacak.
İhtilalde caddelerde sokaklarda devriyeler gezerdi. Askerler üçer beşer… Sokağa çıkmak yasak edilmişti. Çıkan, kolundan tutulduğu gibi doğru karakola götürülürdü.
Çocukluğumda, patlak topların içlerine paçavralar tıkar, dikerdik. Onu bulamayanlar çoraplarını iç içe sokarak top yapar oynarlardı. Kıran kırana oyunların doyulmaz bir tadı vardı. Kolu ya da bacağı kırılmayan, kafası yarılmayan, dizleri parçalanmayan çocuk kalmazdı.
Oynar oynar koşar, ayakkabılarımızı çıkarmaya üşenerek evlerimize dalar, emekleyerek mutfak kapılarının arkasındaki dışları sırlı, kabartma çiçek desenli küplere bağlı maşrapaları buz gibi suya daldırarak kana kana içerdik. Ter içinde oynamaya tekrar giderdik. Lastik ayakkabılarımızın içlerinde terleyen ayaklarımızla kalkan toz çamur olurdu. Ayakkabılarımızı çıkarsak da ayaklarımızı yıkamadıktan sonra içerideki çaput kilimlere ayakkabıyla basmaktan farkı kalmazdı. Hepimizin ayaklarında lastik ayakkabı izi vardı. Açıkta kalan kısım güneş yanığıydı. Akşam olduğunda ayaklar iyice yıkanarak evlere girildiğinde o izler tuhaf bir şekilde ortaya çıkardı.
Sokakta dayak yiyen, bir dayak da evde yerdi! Dayak yiye yiye öğrenirdik kendimizi korumayı. Efelere efelik, küçüklere hamilik ederdik. Kimseden yardım beklemezdik. İaneyi zül kabul eder, reddederdik. Örf ve adetlerimizi aynen tatbik ederdik.
Yeni yetmeyken mahallede, gazozuna futbol maçları yapardık. Kan ter içinde koşturur dururduk. Otuz iki dişe keman çaldıracak bir Çamlıca Gazozu içmek için terli terli… “Terli terli su içme! Hasta olursun!” diye ikaz ederdi analığımın sessiz sesi. Kim dinler o vakitte terli terliliği!..
Evlerde de sokaklarda da her türlü hayvana rastlanırdı. Yılanı çıyanı, kedisi köpeği, faresi, salyangozu, kırkayağı… Onlar da çocukluğumuzun canlı oyuncaklarındandı. Yılan hikâyeleri anlatılmaya başlandığında bitmek bilmezdi. Herkesin üçer beşer yılan hikâyesi vardı.
Her evde en az bir tane fare kapanı kurulu olurdu. Mutfakları, kilerleri didiklerlerdi. Mahalle çeşmelerinin başlarında eşekarıları kol gezerdi. Akrep sokmalarına karşı panzehir, akrebin üstündeydi. Hemen aranır bulunur, dövülerek şişen yere bağlanırdı. Yılan sokmalarında delinen yer çarpı şeklinde çizilerek emilir, zehir tükürükle dışarıya atılırdı.
Babalığım çarıkla gezermiş köyde. Çarık bulabilenler şanslı sayılırmış. Öyle düzgün yollar falan yokmuş o zamanlar. Her yer dağ taş, çalı diken… Çarıkları eskimesin diye bellerine sokarlar, yalınayak gezerlermiş. Bir yere gidip gelince ilk işleri ayaklarındaki dikenleri çıkarmak olurmuş. Taş kesikleri de cabası…
Giyeceklerinde kumaştan çok yamalık olurmuş. Ne yiyecek Karadenizli! Karalahana, turşu kavurması, mısır ekmeği… Darı ekmeğini ben de çok severdim. Hemen yapıverirdi analığım. Yoğurdumuz ayranımız eksik olmazdı. Hamsiyi bulunca bayram ederdik. Analığım kızartırken babalığımla Horon teperdik. Kapımıza getirirdi sütçümüz. Sokağımızdan yoğurtçu da bozacı da geçerdi.
Ne kadar özledim çocukluğumu, mahallemizi, sokağımızı! Şimdi köpekler gibi pişmanım analığımın evini sattığıma! O zamanlar İstanbul yemyeşildi!
Antalya’da da eskiden caddeler sokaklar, bahçeler bağlar bir bu kadar daha yeşilmiş. Akasyalar, yaseminler, güller sarkarmış bahçe duvarlarından. Yalancı karabiberler dökülürmüş yerlere. Az daha Atatürk Caddesi’ndeki palmiyeler de kesilecekmiş! İyi ki engellenmiş! Su kanallarının kapatılması, arıkların yok edilmesi, betonlaşan yollar ve şehir yarı yarıya mahvetmiş o güzelliği. Şimdi de o kanalları tekrar aynı şekilde akıtmaya çalışıyorlar ama nafile… Giden değerler bir daha gelmiyor yerine.
O zamanlar, Antalya yolları sokakları, hatta civardaki yerleşim yerlerine giden yollar tek tük kamyonet, birkaç motorlu vasıta, daha çok develer, eşekler ve yayalar içinmiş. Mesela bir Cuma günü namazdan sonra kalkarmış köy ve ilçelere gidecek olan araçlar. “Şu saatte şuradan kalkacak!” diye tellallarla, daha sonra da Kalekapısı’ndaki belediye hoparlörüyle ilan edilirmiş. Artık kim bir çuval, sepet veya bir mektup gönderecekse Muratpaşa Camisi’nin yanına gider, kalkacak olan vasıtanın şoförüne emanet edermiş. Çoğu yol parası bulamazlarmış da ta İstinaz’a kadar deveyle, eşekle ya da yaya giderlermiş.
Yine de yüzleri gülermiş insanların. Yine de memnunmuşlar hallerinden. Kimseye avuç açmamak için çalışır didinirlermiş hiç durmadan. El el üstünde oturmak, boş durmak kınanırmış. “Boş duracağına bari şeytan taşla! Öyle miskin miskin oturma öyle! Bir işe yara!” derlermiş, eli boş birini gördüklerinde. “Boş oturanı Allah da sevmez, kulu da…”
Bir tabak yemekle bir avuç meyveyle hediyeleşirlermiş. Sokaktan geçeni sofralarına davet ederlermiş. Pişen yemeklerin kokusunun ulaştığı yerlere, doyumluk olmasa da tadımlık gönderilirmiş. Dallardaki meyvelerde göz hakkı diye bir şey varmış. Bahçe duvarından yola sarkmış olsalar da izinsiz dokunulmazmış çağlalara, beş bıyıklı muşmulalara. Meyveler izinsiz koparılırsa helallik istenirmiş. Adetlerimizde, sınırı aşanlar, huduttan dışa taşanlar, yere dökülenler helalmiş.
Bir kere selam verildiyse birisine, dost hanesine kaydedilirmiş, büyük bir suç işlemedikçe ölünceye kadar ilişki kesilmezmiş. Yakın arkadaşlar “Ahretlik” derlermiş birbirlerine. Ölümden sonra da arkadaşlık etmek isterlermiş. Erkekler kadınlar birbirlerine “Dünya ahret kardeşimsin!” derler, ana baba bir kardeş hükmünde hareket ederlermiş.
Öyle küsüp gitmezlermiş bilmem kaç yıllık dostlara! Hayırsız değillermiş senin gibi…
Epeyce eskimişim ben de ayakkabılarım gibi…
Eski Toprak”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 688