Cuma'ya gitmeliymişim. Bölüm 1
Dedemin telefonuna uyandım, köyümüzde halen günaydın kültürü yoktur hazırlıksız olduğum bir soru ile kafamın içine balıklama daldı, haftaya Kurban Bayramı için köye gidecek miydim ne söylesem doğru cevap olacağı neredeyse kesin olmasına rağmen akşamdan kalma başım içinde tüm şıklar bulanıklaştı basit bir joker Hakkı kullanarak iki güne belli olacağını söylememin ardından telefonu kapattık.
Gece aldığım üç beş kadeh alkolün sabah bizzat fıçısı içinde uyanmış gibiydim, acı eşiğimin yüksekliğine tezatla alkole direncim Bir hayli düşük durumdaydı. Tenimdeki anasonun istenmeyen kokusu ile birlikte bedenimdeki hoşnutsuz enerjiden de kurtulmak için duşa girdim.
Bacağımdaki yarayı zararlı etkenlerden korumak için yine her zamanki gibi çöp poşetine sararak kendimi sıcak suyun altına bıraktığımda tahmin ettiğimden fazla rahatlamıştım.Bu güzel durum altında dakikalarca kaldım, çıkışımda kirlerim ile birlikte negatif enerjim defetmiş olsamda, akşamki sarhoş kafamın tazelendiğini hissettim. Sıcak suyun altında o kadar uzun kalmak ve ona eşlik eden yoğun banyo buharı, kanımda ölmek üzere olan alkolü tetikleyip geceki etkisini yenilemiş olmalıydı. Kurulanmayı sürdürerek aynı zamanda sesi gelen telefonuma ilerlerken hareketli müziğinde sallanıyor çalan şarkı da akşamki fasılın ritimlerini arıyordum sanki. Dedem yine ne günaydın ne merhaba falan demeden kafasındaki konusuna girerek, söylemeyi unuttum ama sen elbette ki biliyorsundur bugün cuma olduğunu değil mi oğlum, hatırlatmama luzüm yok uyarısıyla, aslında haftanın her aynı günü sırf bu amaçla istisnasız arayışı ve anımsatmasını yapmıştı.
Evet bugün cuma idi ve ben camiye cuma namazına gitmeliydim, çocukluğum geldi gözümün önüne dedemin sigara içtiğimi öğrendiğinde yanan sigarayı ağzıma sokma teşebbüslerini o yüzden yediğim sayısız dayakları ve ne kadar çok şiddet uygularsa uygulasın bunu önlemeyiyeceğini anladığında, yazdırdığı Kur’an kursunda başarım ve ezan okumam karşılığında ondan aldığım sigara ödüllerini ve o allahsız hocanın bir defacık abdestsiz yakalamasına rağmen ezan okunma artık izin vermeyerek dedemden nikotin rızkımı kesmesinin bir tezahürü olarak, beni camiye küs görüşlerini hatırladım.
Hrıstiyan papazı olsa inancıma bu kötülüğü yapamazdı. O zındık hocaya olan küllenmiş öfkem tazelenmiş olsa da, o saf ve burnunun her daim sümüğüne kıyafetlerinin çamuruna rağmen kalbi tertemiz çocuğu, çocukluğumu hatırlamak gözlerime doldurmaya yetti. O günleri özlemiştim evet o çocuğun da, anasız ve babasızlık başta olmak üzere yaşından büyük sorunları vardı ama yine de bugünkü adam gibi yıkılmmamıştı daha, hataların önüne keşkelerin çok başındaydı, ne bu kadar yas içinde ne de böylesine hasta değildi henüz. Üzerime çöken duygusal ağırlığın yükü altında tertemiz kıyafetlerimi giyindim hala kafam iyiydi, alkol aldım sa 40 gün namazdan uzak durmalısın diyen hocalarla, içkili olabilirsiniz lakin ne söylediğinizi bildiğiniz sürece camiden kaçmayın fetvası veren Yaşar Nuri Öztürk gibi alimlerin birbirine tezat söylemleri arasından Öztürk hocanın yorumunu benimsedim. Kesinlikle onun söylediği idi doğru olan, ülkemizin %98’i müslümansa gerçekten, bunların en az yüzde yetmişi ayda 2 tek atan müminlerden oluşuyordu. Diğer hocaların söylemlerini ülkenin sosyal içicilik periyotları ile karşılaştırdığım zaman, camiden uzak kalabildiğimiz sürece günahtan korunabilirdik ancak. Bu durumda değil dini o hocalardan öğrenmek din ile hoca arasında tercih yapmak gerekirdi...
Belki yine de bu halim caiz değilse bile, dervişlerin ilahi aşkın sarhoşluğuyla kendilerinden geçerek tekkelerde topluca yerlerde yuvarlandıklarını düşününce, Tanrı tarafından onlar kadar yadırganmayı göze almak kabul edilebilir gelmişti. Kaldı ki ibadette niyet önemlidir şimdiki niyetim çocukluğumda olduğu gibi camiden sigara elde etmek değil, mümkünse sevap kazanmaktı, bunu tanrıya olduğu kadar kendime de ispatlamak için temizliği baştan alarak yeni yaptığım pansumanı söküp soyunarak tekrar duşa girdim.
Cenabet değildim ona rağmen vücudumda iğne ucu kadar yer şüphesinden alınca alınıncaya kadar keselenip itinalı bir boy abdesti aldım, çıkışta sanki daha ayık gibiydim pansumanımı yapmak için bacağımı açtığımda, kesenin hoyrahatlığından yaramın da kendini kurtaramadığı ortadaydı. Az önce o kadar çok özendiğim abdestim yaramdan akan kan yoluyla henüz daha adım atmadan uçukp gidivermişti. Hücrelerimdeki alkol ve bacağımdaki yaranın kanı başta olmak üzere, iki caizsel unsur aleyhime olsa da kararlılığımin iradi şartları benimleydi. Biz insanlar henüz cismen dünyaya gelmezden evvel ruhlarımızın gâlû bela denilen yerde tanrıya önceden söz vermişliğinin sorumluluğunu zerre duymasamda, dedeme verdiğim kadim sözü uyarak evden çıktım. Tanrıyı dedem kadar sevmediğimi söylemeliyim, onunda beni dedem kadar düşünüp kayırdığı da yoktur. Tanrı neyi neden yapar ne için yapmaz yaşadığım onca ağır olaylara rağmen anlayamamışım, oysa dedemin amacı bellidir beni cennete götürmek, tanrıda bu arzu ve isteği hissetmiyordum oysa dedem öyle mi gerekirse beni döverek götürmek için çok uğraşmışlığı vardır. Tanrıdan’da çok şiddet gördüm onunkiler ne cennete götürme isteği ne yaptığım yaramazlıklarını karşılığı için değildi.Sebebi tamamen kendinde saklıydı biz Kullar bunu bilmiyorduk yine de onu sevmek de ısrar eden yanlarım çoktur, şu halde bile evine hazırlandığıma göre çekiciliği muhakkaktı, dedem faktörü de var elbette lakin her salı bir bakkala gitmeyi öğütlese bu saçmalığı dedemin emridir diye yerine getirmezdim herhalde. Fakat konu Tanrı olunca mistik bir dürtü ve manalı bir ağırlığın hissine kapılıyorsunuz ister istemez. Aksi halde şu durumda ben, bunu yapmakla İslam’dan dinî kontrol şartı ile salıverilmiş zorlama bir Müslümanın, kısıtlı ateizm özgürlüğünü hisseder ve her hafta bir gün bile olsa camiye gitmenin huzuru yerine karakolda imzaya giden mahkumun koşullu ızdırabını duymam gerekirdi...
Oysa her hafta bir cuma da olsa camiye gidişimle, dedeme verdiğim sözü yerine getirmenin görevi yanında içgüdülerim için de iyi bir şeyler yaptığımı biliyordum. Attığım her adımda sağ bacağımda duyduğum acı tanrının evine gitmemi engellemeyi amaçladığını düşündüğüm diğer hususlarla birleşince, şeytanın nefsim üzerinde oyunları gibi geldiler bana. Bu düşünceyi edinmem ile birlikte acımdan zevk alıp, kanayan yaramla gurur duymaya başlamıştım. Hiç bir olumsuzluk yönümden döndüremeyecekti beni, içimde peydahlanan coşku dalgası, yüreğimi şaha kaldırmış ve bu gazâ coşkusu ile ilerlerken bütün zayıf nefisler için savaşan kanaat önderiymişim gibi hissettim kendimi. Hani ayağım kaldırıma takılsa da yere kapaklanarakbdüşüp geberip gitsem oracıkta şehit olacağıma inanmaya başlamıştım. Zaten Gazi değilmiydim, bacağımdaki yara doğuda asker iken vatan savunmasında aldığım el bombası yaraları değil miydi, 20 yaşımdan şu anki 37 yaşıma kadar bir insan için hayatın en güzel çağlarının çoğunu koltuk değnekleriyle geçirmemiş miydim. Cennete herkesten çok daha yakın olmalıydım.Bu inançla hızlanan ayaklarım benden üç adım önde koşuyormuş gibiydi, tüm gayretim onlara yetişmek içindi sanki, omuzumdaki sevap meleğinin ansızın yüklenen bu sevap bilgisi akışını kayda geçirebilmek için, daktilo benzeri bir şeye parmak vuruşlarını duyabilmek ile beraber, alnından akan terler bile, benim gibi hasta ruhlara Özgü olarak hissedebiliyordu sanki.
Melek de olsa emekçiye saygımdan mı ya da yaralı bacağımla ayaklarıma yetişmekte zorlandığımdan mıdır bilmiyorum yavaşladım, yaram büyümüştü son zamanlarda, ne zaman üzerine yüklensem sızısı kendisinden daha büyük oluyordu, o benim dokumda başlayıp etimde son bulan bir dert değildi, ruhumda devamlılığınin olduğu kesindi.
zira istisna da olsa belli zaman aralıkları ile kapanıyordu yaram, ve ben bile hiçbir bedensel acı duymama rağmen toparlanmayı sürdürüyordum, sırf bu husus bile kanıtlıyordu ki, bacağım arada bir iyileşse bile ruh kendi aksaklığı mı devam ettiriyordu. Psikoji doktorum bunun sebebini bilinç atlarında arasa da tam yerini bulamadı yıllardır. zira hangi bilinç? Benim bile sayamadığım kadar çok bilinç düzeyimin olduğu muhakkaktı, samanlıkta iğne aramaktan da zordur benliklerimin içerisinde asıl beni bulabilmek...
Aynı anda iki farklı topallıkla yürürken ansızın çok güzel bir kadın çıktı karşıma, onu da diğer kafa karıştırıcı unsurlar gibi şeytanın tezahürü olarak görmedim. Çünkü o doğanın kendi eliyle doğaldan ayırdığı, nurdan pak ışık gibi parlıyordu, dünyanın bilindik özüne aidiyetine dair herhangi bir örnek vererek oturtmanın bile zor olduğu bu kadın başı ile, şeytanın çirkinliği ve kötülükleri arasında doğrudan veya dolaylı ilişki kurulamazdı.
Baktım, baktım çok baktım. günah mıydı şimdi bu? umrumda değildi. insanın en büyük zaafı günah ve yasağı yatay eğilimidir. Şeytana gelince, o ki mekanın tabiatına aykırı şekilde cennete sızıp yine başka tezat olarak orada bulunan yasak meyveyi yedirebiliyorsa bize, yarı cehennem sayılan şu pis dünyada kendimizi koruyabilmemiz elbetteki düşünülemez de ondan. Üstelik Adem beyefendinin arşı alada tanrıyı bizzat görerek hasbihal etmişliği ve melekleri (şeytan hariç) önünde secde ettirmişliği vardı. Burada ise âdemoğlunun şüpheli inancı ve zayıf imanından başka hiçbir şeyi yok. Cami yolunda böyle şeyler düşünmem hoş değildi belki ama yinede tövbe falan etmedim, hatta o güzelliğe daha doyurucu bakmak istesem de fırsatım olamadan seksi dişi yanımdan geçip gidiverdi, üzüntüm yüzünden tekrar adem’e sardım, ona kızgınlığım daha da arttı. Ulan tanrıyı görmüşsün melekler önünde secde ettirerek nesline bizim asla ulaşamayacağımız aşılamaz bir miras bırakmışsın. Cennet demişsin verilmiş, kadın demişsin peki denilmiş, sen daha niçin yiyorsun o meyveyi... Havva kandırmış diyorlar, kadın sözü dinleme huyumuz da tıpkı kasıntı şişkin egomuz gibi ilk insana yani sana dayanıyor olmalı bunu anladık, lâkin ey Adem bize soyut olan her şey somut olarak önündeyken sen neden nasıl kandırıyorsun be adam...
Sonra kendimi bir an onun yerine koyarak düşününce biraz da olsa hak verdim kendisine, nihayetinde adı üstünde Cennet, cennette yasağın ne işi var?? yasağa ve gizem olan meraki zayıfladığımızı da en iyi tanrı bilir kuşkusuz, zira baş edilemez dürtüsünü o koymadım içimize? Bu baskın dürtünün Arzu ile birleşerek tümden amaç kesildiği zaman, ilgilendiğimiz nesne ile bizim aramızdaki freni düzene koyan işletim sistemimizin tamamen çökeceğini Tanrı bilmiyor muydu?
O meyvenin illaki yeneceğini bildiği gibi abdestimi almış camiye giderken önümden bu seksi bir dişinin geçeceğini hatta benim şu sert ve günahkar sorgulamalarımın başlayacağını dahi biliyordu elbet. Bu analitik hesaptan yola çıkarsak tanrımızın bizi cennette tutmak gibi bir niyetinin olmadığı gayet açıktı o halde bu kız şeytanın mı yoksa tanrının mı suretiydi?
Hangisi olursa olsun Tanrı tüm zafiyetlerimi zaten biliyordu, beni o yaratmamışmıydı, ben ayartılmak için yaşıyordum. Bu bazen güzel bir kadın, bazen iki kadeh şarap, bazen ise bir baş kuru soğan olurdu ama ay artırmak benim yaşam içim biçimimdi.
Nefs’imize haliyle şeytana yeniliyor muşuz doğru değilmiş bu vs vs vs...
Hayat zaten çoğu rauntta yere sevmiyor muydu insanı, o iblisin de en az kendini iyi sayan insanlar kadar tuş etmeye hakkı olmalıydı bizleri, üstelik bu yenilgiden acı değil de haz alıyorsak direnmek niye?...
Zihnime böyle ahlaksızca düşünceler hücum ettikçe az önce cihat ve kaza coşkusu ile kazandığım sevaplarımın, işgüzar bir el tarafından silinme tehlikesi oluşturduğumun farkındaydım, ama yinede tövbe etmeden yürümeye devam ettim. Aldığım güzel yemek kokularından açlığımı hatırladım, güzel ve sıcak bir çorba hiç fena olmayacaktı. Burnumu takip ederek yürümeyi sürdürüp Çarşı içine girdiğimde kuru sıcak çorbanın erotizmi yerine fastfood türlerinin pornoları ile karşılaşarak, aç mideme karşı güçlü bir savunma ile çarşıdan geri çekildim. Tekrar camii yönünde ilerlerken yol üzerinde bir büfede pide döner ilişti gözüme, evet bu da herkes için kahvaltıya uygun seçenek değildi ama peynir zeytinle doygunluk hisseden biri değildim. Köyde kalabalık bir aileydik kahvaltı soframızda ya kocaman bir tepsi kızartma ya da büyükçe tencerede çorba olurdu. Gözüm ve gönlüm bunlarla büyüdüğü için şimdi tek oturuşta yarım teneke peynir ile birlikte bir kilo zeytin yesem belki midem doyardı ama gözüm aç kalkardım o kahvaltıdan. Ve benim gözüm midemde çok daha büyüktür. Yemek konusunda çocukluğumun sofrasından kalan 2 alışkanlığım daha var, bunlardan biri çok ekmek tükenmek diğeri hızlı yemek. ekmeği fazla kullanım sebebim önümüze konulan yemeğin benimle birlikte diğer 6 kişiyi de doğurabilmesi için ekmeği yemekten çok çok fazla tüketmeli katık yapmalıydık. Diğeri ise hızlı yemek, özellikle yaz aylarında her yemeğin hemen sonrasında mutlaka acil bir işim olur herkesten hızlı yiyerek sofradan erken kalkmam gerekirdi. Bu işler evdekiler tarlaya gelmeden önce tütün diktirecek yeri sapanlamak veya tırmık yapmak, tütün dikilecek araziye önceden tankerle su götürüp hortumları fıçılara ayarlamak, veyahutta inekleri etrafı çevrili otlağa bırakarak tütün sepetlerini traktöre yüklemek gibi uğraşlar olurdu. İşler değişsede sistem değişmeyip benim mutlaka bir sebepten ötürü yemeğimi hızlıca yiyip sofradan erken kalkarak tarlaya yetişmem gerekiyordu. Şimdi tüm bunlar artık yıllarca önceki sistemin hatırası olarak geçmişte kalmış olsa da öğretileri tarihten bugüne kendini korumuş zerre değişmemişlerdi. Sayısız iş yemeklerine katıldım, özel korumalık yaptım ve işim gereği ülkenin ciddi iş insanlarının yanında birinci sınıf restorantlarda yemek yediklerim de oldu. Sevdiğim bir arkadaşım veya sevgilimle güzel bir mekanda aslında saatlerce sürmesi lazım gelen yemeklere çıkmışlığım da çoktur. Fakat nerede kiminle olursam olayım masaya oturduğum anda içimde kadim bir şey uyanır, ne kadar önlemeye çalışsam da lokmalarımı hızlandırma psikolojisinin önüne geçemem. Sofra tümüyle donatılıp ve ben o ilk parçayı bir şekilde ağzıma götürdüğüm zaman, hücrelerimdeki tıkınma geni ile aynı anda, tüm benliğimde acil bir tarlaya yetişme dürtüsü harekete geçer.. Yemeğimin yarıya yakını henüz tabağımda dururken ben yarım sepet ekmek tüketmek yüzünden tıka basa dolmuş olurum. Bu duruma istisna olan sadece içki masallarıdır, zira masanın ortasında duran büyükçe bir şişe o yemeğin çokça uzun olmasını sağlamaya yetiyordu...
Devamı yarın...
Önemli not: fotoğraftaki kişi, hikayemde adı ve anlamı çok geçen rahmetli canım dedem Salim AYDIN..
YANIMDAN GEÇERKEN BANA ABDESTİNİ ALDIN MI DİYE SORARAK, CUMA NAMAZINA GİTMEKTE....
YORUMLAR
Aaydın
Aaydın
Olumlu görüşünüz için çok tesekkür ederim. Saygılar.