- 609 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
686 – TUZLU SU
Onur BİLGE
“Tuzlu Su,
Kaptan sağ olsun, beni yalnız bırakmıyor. Bazen kilometrelerce yürüyoruz. Bazen bir bisiklet buluyor, bana geliyor, bir yere gidiyoruz. Yeryüzünü yaya dolaşmak istercesine geziyoruz Antalya’da!
“Her yerden bakıyor gözlerime, her yerden! Her yerden bambaşka gözlerle hem de… Herkesten hitap ediyor, her yerden başka, bambaşka seslerle…” diyor Kaptan. “Galiba aklını oynatmış bu adam!” diye düşünüyorum. Neyi görüyor? Gözleri olan, ona bakan ne? Kim? Herkesten kim hitap ediyor? Ne diyor? Bambaşka seslerle hem de… Ben de kafayı yiyeceğim, böyle giderse!
Bir keresinde yine bisikletlerle Lara tarafına doğru gittik. Fener denilen yere geldik. Barınaklar’a varmadan sağ tarafta bir deniz feneri vardır. Onun hizasında indik. Kıyıya yanaştık. Kayanın birine oturduk. Falezlerden denizi seyretmeye başladık. “Baksana!” dedi. “Bakıyorum Kaptan!” dedim. “Ne kadar büyük Akdeniz! Ufukların ötesine de bak! Hayal et o büyüklüğü! Sadece Akdeniz’i hayal et!”
“Yine başladı!” dedim içimden. Hayal etmeye çalıştım. Bir bu kadar, bir bu kadar daha, bu kadar daha… Hem enine hem boyuna açıldı da açıldı Aşkdeniz! Öyle ya… Bu gözümün aldığı kadarı sadece onun bir körfeziydi. Bir de derinlemesine açıldı… Korkunçtu! Aşkdeniz, uçsuz bucaksızlığıyla hafsalamın alamayacağı kadardı!
O anda oradan aşağıya bıraktığımı düşündüm kendimi. Derinliğinde yittim gittim! Nasıl da yuttu sular, cismimi! Hayret ender hayretlerde kaldım güpegündüz. Bir de gece sular karardığında kim bilir nasıl olacaktım!
Neler düşündüğümü, neler hissettiğimi sordu. Aynısını anlattım. Her zaman sakin sakin seyrettiğim körfezden öyle bir ürktüm ki bir adım geriye çekildim. Sanki oturduğum altı oyuk kayanın ucu kırılıverecekti de denize düşüverecektim! Yaklaşık elli metreydi derinlik. Elli metreden sonra su beton etkisi yaparmış! Adamı mahvedermiş!
Oysa ne kadar sakindi Aşkdeniz. Minik minik kıpırtılarla ürpertiler içindeydi. Bense dehşet içindeydim!.. Hiç o şekilde tahayyül etmemiştim onu. Gördüğüm kadarıyla tanımış, gözümün aldığı kadarıyla bilmiş, öyle kabul etmiştim.
“Bu büyüklükler, sığınma ihtiyacı verir insana. Uçurumlar, denizler, dağlar… Sonra gökyüzü… Yıldızlar… Kâinatın görebildiğin kadarı… Hayal edebildiğin kadarı Allah’ın neler yaratmaya kadir olduğunu düşündürür. Gücünü hissettirir. Gecelerde yıldız yıldız gezerken gözlerimiz, farkında olarak ya da olmayarak O’nu zikrederiz. Zikir sadece dille olmaz. Nefesle sesle değil belki ama ruhen “Allah!..” deriz.”
“Ben de aynı şeyleri hissettim ama dile getiremedim. Çok korktum yalnız. Aslında yüzme biliyorum ben. Balık gibi yüzerim hem de ama bu büyüklük… Hele hele tamamını hayal etmek… O başka bir şeydi! Ürküntü vericiydi. Bir ara dehşete kapıldım! Fark etmişsindir belki.” dedim.
“Bakışların değişti. Biraz geriye kaydın. Tahmin edebiliyorum neler hissetmiş olabileceğini. Biz açık denizlerdeydik. Okyanuslardaydık. Damla kadardık. Tefekkür ede ede ilerlerdik.
Bazen hava bozardı. Gündüz ya da gece gökler “Allah Allah!..” diyerek gürlemeye başlardı! Biz de “Allah! Allah!..” derdik göklerle birlikte.
O’nu duydum! O’nu hissettim, her şimşek çakışında! O’ndan şiddetle korktum, bizim için kocaman, okyanus için yoktan sayılacak bir geminin içinde… Hele bir gece yarısı, kamçılar inercesine, gökler boşalırcasına yağan yağmura bir kaç saniye kadar baktığımda dayanamadım!.. O haşyetle kamarama koştum!.. Tarif edemeyeceğim kadar büyük bir ürküntü içindeydim! Ben değil, ruhum üşüyordu! Tir tir titriyordum! Yorganın altına saklandım, koruyabilecekmiş gibi beni! Bu ilkti! Onu iliklerime kemiklerime kadar ilk hissedişimdi! Unutamıyorum!”
“Çok değişik bakıyorsun her şeye. Senin baktığın gibi bakmaya çalıştığımda dünyada ne varsa şekil değiştiriyor. Sakin sakin duran deniz canavar kesiliyor ansızın! Gökyüzü üstüme düşecek sanki! Dağlar ezip geçecek… İşte böyle bir şeyler oluyor. Anlayamıyorum.”
“Rahmeti düşündüm, merhameti... Göklerden tonlarca su inerken incitilmeyen çimleri… Hayatı düşündüm, Hayatı veren, Hay olanla. Ölümü düşündüm, Nuh Tufanını, helakleri, sonları... Birer birer yorumladım olayları, dışta ve ruhumda seyrettim onları. Allah’ın Kahhar sıfatını olabildiğince idrak etmeye çalışmış, ne kadar uğraşırsam uğraşayım yakınına bile yanaşamamışken, o gün güverteden o korkunç yağmuru yağdıranın haşyetini birkaç saniye hissettiğimde, bana yetecek kadar bilgilenmiş oldum. Sonra, farkı fark ettim ve dünyadan geçtim. Her şeyden, herkesten vazgeçtim. Bir O kaldı benim için…”
Yürüyüşlere ve bisiklet turlarına devam ederken, ne kadar ibadet edersem edeyim hiç bir şey yapmıyormuşum gibi hissettiğim günlerden birinde, tam Atatürk Caddesi’nde karşıdan karşıya geçerken Kaptan’a dedim ki::
"Kaptan, sana bir şey diyeceğim. Ne kadar ibadet edersem edeyim çok az geliyor bana. Hiç bir şey yapmamış gibiyim. Oysa tüm gün O’nunlayım, neredeyse. Eksik olan ne? Namazsa namaz, zikirse zikir, fikirse fikir… Daha ne yapmam lazım, bilmiyorum. Hani yemek yer yer de doymak bilmez ya bazen insan… Su içer içer de kandığını hissetmez ya… Ya da uyur uyur da uykulara doyamaz, bir türlü kalkamaz ya yataktan… Öyle bir eksiklik var içimde. Yoksa ilerleyemeyecek miyim ben?"
"Benim seni getirmek istediğim durum bu ya zaten... İşte şimdi oldu!" dedi.
Neydi olan? Nereye geldim ben? Neresi bu yer? Hep böyle mi hissedeceğim acaba ömrümün sonuna kadar? Anlayamadım. O da anlatmadı zaten. Anlatsaydı da anlayabilecek miydim acaba? O hep yüksek perdeden hitap ediyor gibi geliyordu bana. Hiç de öyle kendisini beğenmiş bir adam değildi aslında. Aksine alçakgönüllüydü.
Önemli sandığım şeyler, duygusallığımdan ve içsel yalnızlığımdan kaynaklanan sana olan düşkünlüğüm başta olmak üzere, her şey önemini yitirdi yavaş yavaş. O sevilme ve önemsenme ihtiyacı, o sahip olma hırsı yok oldu bende. Fakat beni bana bırakmadı dünya meşgalesi. Ben de etrafımı saranları bırakamadım. Sırdaşhaneye gelen gençler, problemleri, sevgileri, ilgileri, hayal kırıklıkları, sınırlı beraberliklerinin sahte ve geçici mutlulukları beni oyaladı, hedefime varmamı zorlaştırdı.
Bu iş uzlet istiyordu, her şeyden önce. Kendi kendine kalmayı gerektiriyordu. Kabuğuna çekilmeyi… Kendi içinde aramayı bulmayı… Kendi yarasını kendisi sarmayı… Dökme suyla olmuyordu işte! Gerçek ortadaydı! Ay aydın yol belliydi. Yaşım daha dün elliydi, bugünse elli dokuz… Anlayacağın, birkaç yıl sonra yokuz!
Kaptan da vardı, pusula da… Geminin rotası da belliydi. Çağıran, sıradan biri değildi, O’ydu! Ben nelerle uğraşıyordum! Ne verecekti bunlar bana? Neden koşamıyordum? Kaptan “Tamam!” diyordu ama ben hiçtim. Bir arpa boyu yol almış değildim. Yerimde sayıyordum. Kendimi boşuna yoruyordum. Ne uzuyor ne de kısalıyordum.
Sonra karmakarışık oldu hayatım. Bazı şeylere özlem duyarız, kurtulmak isteriz ruhumuzu sıkan çemberden, kırmak isteriz ya kısır döngüyü... Hani bitirmek bir şeyleri... Belki yeni başlangıçlar... O kadar kötü ki hayatımızdan sökülenlerden oluşan çukurlar!.. Bir diş çekilmiş, bir kuyu oluşmuş gibi ağızda... Ruhta derin yanıklar, yarıklar, yarlar...
İşte senden kalanlar… Sıfıra sıfır, elde var sıfır… Ya ben neyim bu koskoca, uçsuz bucaksız âlemde? Kocaman bir sıfır…
Sanki gerçekten Aşkdeniz’mişsin sen! Koca bir çukur dolusu Tuzlu Su… Gözlerimden de yıllarca öyle akmıştın doğrusu… İşte o suyun tamamı göğe çekilmiş… Aşkdeniz buhar olmuş, uçmuş! Geride kalan akıl almaz bir derinlik ve genişlik…
Kalıp kalıp, yalbır yalbır tuz ve devasa bir boşluk…
Boşluk… Boşluk…
Sıfır”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 686