- 603 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
BAL ÇİÇEĞİ
Güneş doğarken gökyüzünde oluşan kızıllık yemyeşil ağaçları bile kendi büyülü ışıltısına boğuyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanmış olan kuşlar uçsuz bucaksız sıradağların melodisini mırıldanmaya başlamıştı. Bu dağların türküsünü duyan böcekler hoş bir telaşla ağaçlarda, yapraklarda ve taşlarda dolaşıyordu. Huysuz ve yeni uyandırılmış bir çocuğu anımsatan orman, her ne kadar yeni bir gün için bitkin ve yaşlı olsa da her şeye rağmen yatağından ayaklarını sarkıtıp yorganını kenara çekmişti. Tepeye varmadan gözüken seyrek duman bir Türkmen obasının varlığını kanıtlar nitelikteydi.
Beyaz tenli, güneşten saçlarının rengi açılmış şatafatlı Yörük kızlarının saç bağlarının şakırtısı kuşlara eşlik ediyordu. Tülbentlerindeki oyalar bin bir çiçekle doluşmuş, fistanlarındaki ince işlemeler parıldıyordu. Ateşi yakmış olan nene ortalığa emirler yağdırıyor, torunları ve gelinleri olduğu tahmin edilen, gelinleri de çoğunlukla eski yeğenleridir, genç kızlar da ekmek ve aş pişirme derdiyle sağa sola, güzün ağacından yeni ayrılmış kuru yapraklar misali, savruluyordu.
Onca işin arasında bir çocuk vardır ki, gözlerini çadırının az ötesinde bulunan çalılığa dikmiş uzun uzun düşünüyordu. Baktığı şey ne bir yaprak, ne bir gelincik çiçeği, ne de bir böcekti… Bu ufak ve biçimsiz çalılıkta dikkatini çeken ve saçını bile taramadan onu oraya getiren şey küçük, belki tırnağı kadar olan bir çiçekti.
Çekik gözlerini olabildiğince açıp dikkatle seyretti o çiçeği. Morluğunu daha önce hiçbir yerde görmediği bu çiçek, böceklerden bile küçük olmasına rağmen nasıl hayatta kalmıştı ki?
Kafasını bir iki saniyeliğine çevirdiğinde, akrabalarından biri olan genç kızın ayakkabıları ile bakıştı. Kafasını merakla yukarı kaldırdığında ona gülümseyen bu yüz, hiç olmadığı kadar huzurla baktı o an. Yavaşça çömeldi ve bu küçük çocuğun gözünü bir an olsun ayıramadığı çiçeğe yöneltti bakışlarını. Narin hareketle elini uzattı ve sapından tuttu mor çiçeğin. Tırnağıyla koparmasından çıkan “çıt” sesi küçük çocuğun gözlerinin parıldamasını sağladı.
İki parmağının arasında tuttuğu çiçeğe baktı ve dudakları yukarı doğru kıvrıldı. Zaten kısık olan gözleri iyice kapanmış; burnuna dolan taze, yeni aymış gün kokusu rahatlamasını sağlamıştı. “ Biliyor musun, aşık olduğunda bu çiçek sana bal gibi gelir!” Küçük kız hışımla kafasını çevirip akrabasına baktı. “ Nasıl?”, “ Öyle işte!” dedi genç kız usulca. Gözlerini devirdi küçük olan, “ O zaman şimdi yersem bana acı mı gelir?” kısa bir kahkaha attı ve saçını okşadı ufaklığın, “ Hayır tatlı gelir! ” Meraklı gözlerle bakan bu minik beden aklına gelen ilk soruyu yöneltti, “ İyi de ben aşık değilim ki!”. Genç kız derin bir nefes aldı ve bakışlarını uçsuz bucaksız dağlarla buluşturdu. Uzun bir dalgınlığın ardından, küçük kızı merakta koymamak için cümlesine karşılık verdi, “ Biliyor musun? Bu çiçek aslında hep tatlıdır!”. Küçük kız kendisiyle dalga geçildiğini sanıp homurdanarak sordu, “ O zaman neden öyle dedin ki?”.
Gözünden düşen damlalara engel olmayan genç kız, elinin tersiyle yaşlarını silip cevapladı, “ Çünkü sadece sevgi, çaresiz olduğunda bunu yaptırtabilir…” . Küçük kız anlam veremediği bu cümlelere boş gözlerle bakarken genç kız, elindeki bu çiçeği ağzına attı ve derin bir “of” çekti.
Hayat, Torosların tepesinde esen rüzgar kadar acımasız, kışları olan ayaz kadar sertti… Ancak her şeye rağmen, bu gün de olduğu ve yarında olacağı gibi güneş bir şekilde doğuyordu ve bu görüntü kesinlikle görülmeye değerdi…