- 664 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
681 - SERÇE
Onur BİLGE
“Serçe,
Kaptan’ın Ankara’dan amcasının oğlu gelecekmiş, hanımı ve iki oğluyla beraber. Onları karşılamaya garaja gideceğini söylemişti dün. Akşama doğru inebilirlermiş. Orada buluşmak üzere sözleşmiştik. Zaten sadece Akdeniz Otobüs Şirketi var. 302 Otobüsler yeni çıktı. Onlardan biriyle gelecekler. Kalktım gittim yazıhaneye. Baktım, Kaptan benden evvel gelmiş. Yanına oturdum. Başladık oradan buradan konuşmaya…
Köyden geldiği giyiminden anlaşılan ihtiyar bir adam geldi yazıhaneye. “Makine ne zaman kalkacak?” diye sordu kâtibe. “Yarım saat sonra…” diye cevapladı delikanlı. Kaptan demek, Eski Adalyalı demek! Hemen başladı makineden anlatmaya… Karabatak gibi mübarek! Bir yerden giriyor bir yerden çıkıyor! Bir duvar yıkmak için bir kelime yetiyor ona! Hemen tekrar örmeye başlıyor ve ortaya adeta bir sanat eseri çıkıyor!
“İtalyan işgali nedeniyle onlardan etkilenildiğinden otobüse makine denilmeye başlandı. Otobüs, otobüs değil, teneke yığınıydı. Vasıtaların içlerinde benzin, mazot, sigara, ayak ve ter kokusu birbiriyle yarışır, burun hangisine yakınsa, o baskın gelirdi. Uyuyan, horlayan, yüksek sele konuşan, öksüren, kusan… Ne ararsan vardı.
Vasıta hareket ettiği andan itibaren bir zangırtıdır giderdi! Üstlerine akla hayale gelen gelmeyen her şey yüklenirdi. Denkler, çuvallar, tahta bavullar, sepetler, koyunlar, keçiler, tavuklar…
İçerideki insan sesi, teneke tangırtısından, vasıta zangırtısından ve makine homurtusundan daha çoktu. Herkes fırsat bu fırsat, dereden tepeden konuşmaya başlardı. Antalyalılar öyle sinek fısıltısı gibi arı vızıltısı gibi konuşmazlar ki! Okkalı okkalı konuşurlar. Kelimelerin üstüne basa basa… Agam, bubam, abem! Öyle laga luga da etmezler yani. Usturuplu konuşurlar.
Çocuklar bu hengâmeye katlanamaz, rahatsızlıklarını çığlıklarla dile getirmeye başlarlar. Onlar bağırır, anneleri bağırır! “Oğlum! Kızım! Dur! Sus! Az kaldı! Şimdi ineceğiz zaten!” Kim dinler!..
Bir de sigara içenler… Bir de sigara içenler… Kel tiryakiler!.. Duman yanık yakıt kokusuyla birleşince o kadar çok mide bulandırır ki! Sarsıntıdan falan değil, zehirden kusar kusanlar! Yanlarında kesekâğıtları… “Öğ!..” diyen diyene! Kesekâğıdı erimeden ağzını büktükleri gibi doğru camdan dışarıya…”
Ankara’ya İstanbul’a gidecek olanlar, daha iktisatlı olsun diye Antalya’dan Burdur’a kadar otobüsle gider, oradan trene binerlerdi. Trenler tıklım tıklım olurdu. Oturacak yer bulmak meseleydi.
Afyon’un soğuğunu herkes bilirdi. Ona göre giyinirdi. Antalya’dan çıkıldı mı daha Kepez’de hava serinlerdi. Çubuk Beli’ne sarınca başlardı ayaz. Hele geceleri… İç kısımların havası daha da sertti.
Çubuk Beli ne kadar tehlikeliydi! Onu geçince kaza bela korkusu yüzde doksan giderdi. Döne döne başımız dönerdi. Virajların ardı arkası gelmezdi!”
“Yol ver bana Çubuk Beli geçeyim! Geçeyim, ay gız geçeyim!” diye türküler yakılmış. Türkülerle Çubuk Beli’ne yalvarılmış, yakarılmış. Sen anlattın ya... O zamanlar dört atlı arabalarla kat edilirmiş şehirler arası yollar. Çubuk Beli’nde eşkıyalar olurmuş. Yol keser, adam soyarlarmış. Millletin onlardan ödü koparmış! İmkânı olanlar, o yollardan jandarma eşliğinde geçerlermiş. ”
“Ya! Savaş yılları... Allah o günleri bir daha göstermesin bize Çubuk Beli’ndeki virajlar bana hayatı anlatır. Yaşarken öyle bir sıkıntıyla karşılaşırsın ki hayatın sonu geldi sanırsın. Son duvara dayanmışsın, gidecek yerin kalmamış! Tam “Yol bitti! Buraya kadarmış!” dediğin anda, virajı alırsın! Bir da bakarsın ki bir yol da açılmış önüne! O yol da sonludur ama sonunu görünceye kadar anlayamazsın. Yine yol biter. Yine sona gelmiş gibi hissedersin. O virajı da alırsın. Yine açılır gözünün önü. Bu böyle sürer gider sona kadar. Ölüm, son virajdır! Her virajı alırsın da o virajda kalırsın!..”
“Ben de aynı şeyleri hissederim. Virajlarda yol bitecekmiş gibi gelir. Paniğe kapılırım! Aslında bilirim, yol bitmez ama bana öyle gelir.
İstanbul’dan Antalya’ya ailemi getirirken bindiğimiz otobüsün şoförü tam Çubuk Beli yokuşuna sarınca başlamasın mı uyuklamaya! Bütün otobüs uyumuşuz zaten. Belki bir iki kişi uyanıktır. İstanbul’dan beri sallana sallana iyice şırkılmışız! Yol daracık… Viraj dolu! Karşıdan bir otobüs daha gelse, en küçük hatada uçurumun dibini boylayacağız! Sen uyu! Ya da uyukla!.. “Hart! Gacırt!..” diye bir ses! Bir fren!.. Şöyle bir gittik geldik, arkaya öne!..
Aniden herkes uyandı! İyi ki yolun kenarında, yani uçurumun kenarında bir kum yığını, birkaç tane de taş varmış da o tutmuş bizi! Hepimizin yüreği ağzına geldi! İndik etrafa baktık! Şoför de muavin de indi. Bir kurban kesmelik oldu yani! Kıl payı kurtulduk! Eğer oradan uçmuş olsaydık, tek kişi sağ çıkmazdı o otobüsün içinden!..”
“Allah bir daha göstermesin! Ben de çok kaza anlattım! Anlatmaya başlasam, kırk gün kırk gece bitmez! Vade yetmedikten sonra ne kadar viraj varsa döner insan İstanbullu! Vade geldiyse, ne yapsan çare yok!..
Bir de garajlarda, tam vasıtaya binildiğinde, ellerinde Yasin, Enam ve Dua kitaplarıyla dalmazlar mı içeriye! Enam’lar küçük plastik muhafazalarında... Enam hapsedilmiş. Okunmayacak kadar küçük basılmış. Yetmemiş, bir de kılıflanmış. O halde koruyacakmış! O korumaz! Allah korur! Allah’ın ayetiyle Allah’a şirk koşar gibi… Tövbe tövbe…
Sanki kaza olacakmış, kesin kez! Kesinlikle ölecekmişiz de son duamızı etmeliymişiz gibi Yasin ve Dua kitapları… Bir de fiyatını söylemezler “Ne verirsen ver!” demezler mi! Az versen olmaz, çok versen… Neyse! Fazla fazla ver, yine de sen! Nasılsa yola çıkıyorsun. Yola çıkanın halini Allah bilir. Gidip de gelmemek var… Neler neler gelir geçer bir anda aklından!
Çevirir arkasına bakarsın. “Hediyesi Şu kadar kuruş…” Ne demek hediyesi? “Fiyatı…” de arkadaş! Yok! Hediye istiyor! Öyle ederi kadar değil, fazlaca fazlaca… “Allah’ın ayetlerini satarak cebini dolduruyor!” demesinler diye fiyatlandırmıyor. “İstemiyorum! Sol cebime koy!..” Allah’ın ayetlerini az bir karşılık mukabilinde… Neyse… İşte öyle!
Muavin geçer otobüsün ön tarafına, elinde koca levye demiri… Takar orada bir yere… Başlar çevirmeye… Motor çalışıncaya kadar… Öksüre öksüre başlar çalışmaya… Sarsıla sarsıla kalkar yerinden koca teneke…
Yapılacak iş yok. Oturmuşsun, ininceye kadar oturacaksın. Aç elindeki kitabı bari oku! Tam sırası… Fırsat bu fırsat! Bolca dua et! Belki de son duan… Son duanmış gibi dua et!
Haydi yine yerdesin. Göklerde değil… Bir de muşamba kaplıymış gibi yapılan uçaklarda olmak da var! İki yıl kadar Antalya Konya arası uçak seferi yapıldı onlarla. Topu topu altı kişilik, minicik uçaklar…
Uçak küçüldükçe sarsıntı büyür. Sarsıntı arttıkça korku artar. İyi ki fazla yükselemiyorlardı. Fakat bu defa da Toros Dağlarına çarpıp da parçalanma ihtimali vardı. Belki de sebeple o uçak seferleri kaldırıldı.
Adalyalılar için İskeleye vapur gelmesi de büyük bir olaydı. Çünkü ancak ayda bir gelirdi. Vapurun ne zaman geleceği öğrenilir, Tophane’den ya da üç katlı taş bir bina olan Denizyolları acentesinin üçüncü katından dürbünle Adrasan’a bakılarak vapurun dumanı görülmeye çalışılırdı. Dumanı gören, Tellal Topal Hasan’a haber ederdi. Topal Hasan elinde koca borusuyla devesine biner, Kalekapısı’ndan başlayarak şehirde dolana dolana bağırarak Adalyalılara müjdeyi verirdi: “Duyduk duymadık demeyin! Limama vapur geliyor! Dumanı göründü!..”
Vapurun düdüğünün duyulması bayram sevinci yaratırdı. Çok eğlenceli gelirdi halka. Yolcular hazırlanır limana inerlerdi. Antalya halkı da çoluk çocuk İskeleye dökülürler, seyre başlarlardı. Mavnalar rıhtıma yanaştırılırdı. Hamalbaşı Sülü, hamalları toplar işe koyulurdu. Alisi Kaptan mavnasına atlar, etrafa komutlar yağdırmaya başlardı.
Vapurun gelişiyle şenlenirdi liman. Bir bayram havası eserdi Adalya’da. Mallar, hamallar tarafından Alesta… Mavnalar avara… Kayıklar siya siya… Vapur Anafarta… Vapur iyice yanaşırdı limana. Yol verin gitsin karantina!..”
Kaptan Mustafa Ekizler, Cafer Kaptan, Hilmi Kaptan… Bunlar benim arkadaşlarımdı. Ne kadar meşakkatli yolculuklar yaptık! Ne fırtınalar atlattık! Yüreğimiz ağzımıza gelirdi! Dua etmekten başka çaremiz yoktu. Sığınılacak tek zat vardı! Allah!.. Başvurulacak tek merci vardı! Allah!.. Her defasında O kıyıya çıkardı bizi de gemimizi de sağ salim! Hamdolsun Allah’ıma!..”
Şuradan şuraya ulaşım bu kadar zordu. Şimdi de çok büyük değişiklikler olmadı. Her şey biraz daha iyice, o kadar! Bir de gönülden gönle ulaşma meselesi var. İşte, evliyalar bunu başarmışlar.
Gönülden gönle ulaşmak… Gönüller arasına köprüler kurmak… Söylemesi kolay, gerçekleştirmesi çok zor!
Ne zamandır bağlantı kurulamadı. Bir kez devrildi, çürümüş telefon direği. Telleri koptu, fincanları kırıldı! Kim kaldırır da diker artık onu eski yerine? Nasıl getirir eski haline?
Telefonum ne zamandır kesik… Hiçbir haber yok senden. Ben seni değil, aslında kendimi engelledim! Elim gitmesin telefona diye… Olur da dayanamam, ararım, en azından çaldırırım diye…
Ya sen Serçe? Sen hiç merak etmedin mi Telefon Direği’ni? Bir zamanlar tellerine dizilir, biteviye ötüşürdünüz. “Neden kesildi irtibat? Öldü mü kaldı mı? Ne oldu acaba ona?” demez mi insan?
Aynı şehirde olmak da çözüm değilmiş! Demiştim sana, hatırlasana! İnsan, sevdiği ta Fizan’da da olsa bir yolunu bulur, ulaşır da… Köprüleri yıkınca, gemileri yakınca böyle… Ne ulaşmak ister, ne de ulaşmaya çalışır!
Ah vefasız! Ah vefasız!..
Telefon Direği”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 681
YORUMLAR
Otobüs, otobüs değil, teneke yığınıydı. Vasıtaların içlerinde benzin, mazot, sigara, ayak ve ter kokusu birbiriyle yarışır, burun hangisine yakınsa, o baskın gelirdi. Uyuyan, horlayan, yüksek sele konuşan, öksüren, kusan… harika bir tasvir...
Bir de sigara içenler… Bir de sigara içenler… Kel tiryakiler!.. Duman yanık yakıt kokusuyla birleşince o kadar çok mide bulandırır ki! çok şükür bunlar yasaklandı da rahatladık...