- 733 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
679 – DONDURMA
Onur BİLGE
“Dondurma,
Kaptan hem oradan buradan bahsederek seni düşünmemi engellemeye, hem de gezdirip eğleyerek ruh sağlığımı korumama yardımcı olmaya çalışıyor. Kendi halime kalsaydım, mutlaka aklımı oynatırdım!
Bugün de beni İbruş’a salep içmeye götürdü. Dereden tepeden konuşurken laf döndü dolandı, milli değerlerimize, derken milli kıyafetlerimize geldi. Yine Antalya’nın yıllar önceki halini film gibi seyrettirmeye başladı.
“Ayaklarında çarıkları, başlarında fesleri, asırlık kıyafetleriyle yürük delikanlıları ve üç etekli köylü kızları buğday yüklü develerle, odun yüklü eşeklerle dolaşırlar, mallarını pazarlarlardı. Daha sonra fes giymek yasaklandı. Onların şapka giydiklerini bir hayal et! Altları aval, üstleri şaval!..”
“Onlar da kasket giyerler. Öğrenciyken biz de kasket giyerdik. Şapka kanununun çıkması, Yahudi Vitali Hakko’ya yaramış. İtalya’dan çok ucuza getirttiği bir gemi dolusu şapkayı Şen Şapka mağazasında satan Şapka Ağası köşeyi dönmüş. Vitali’nin ilk harfi, Hakko’nun ilk harfinin yerine konarak Vakko meydana gelmiş. Bilmem biliyor muydun? İstanbul’da uyumsuz giyinenlere “Altı kaval, üstü şeşhane…” derler.”
“Bilmiyordum. İstanbul’da yaşamadım ki! Nereden bileceğim! Onu da sayende öğrenmiş oldum. Neden öyle derler acaba? Nereden girmiş lisanımıza bu deyim? Bir de onu öğrensem! O konuda bir malumatın var mı İstanbullu?”
“Eh, biraz… Babalığım anlatmıştı. İstanbul’da eskiden Şişhane’ye Şeşhane denirmiş. Şeş altı demektir, bilirsin. Tavla oynayanlar daha iyi bilir. Hane de malum, ev demek… Topların, tüfeklerin altı yivi vardır. Yivsiz tüfeklere ve toplara kaval denir. Kaval gibi, kargı gibi düz olur. Kaval tipi toplarda gülle kullanılırken yiv icat edilince, topların içine mermiler yerleştirilmiş, daha uzak yerlere atılabilir hale gelmiş. Yivli tüfeklerde ve toplarda altı tane yiv olduğu için onların imal edildiği yere de Şeşhane denilmiş.
Mucidin biri de yivli topla eski tür top olan kaval tipi topu bir araya getirerek nasıl olacağını görmek istemiş. Tabii ki bu ikisinin birleşmesi mümkün değildir. Çünkü mermiyle topun, ayrı ayrı hareket sistemleri olan mekanizmaları vardır. Mucit başarısız olunca, yaptığı silahı görenler: “Bu nasıl tüfek böyle! Altı kaval, üstü şeşhane!’’ diye alay etmişler. O olaydan sonra halk arasında birbirine uymayan, yakışmayan parçalara, aparatlara, özellikle de giyim kuşama “Altı kaval, üstü şeşhane!” denilmeye başlanmış.”
“Şapka giyecek olan adamın önce köy yerinde değil de şehirde yaşaması, takım elbise olmasa da en azından pantolon gömlek, ceket ya da pardösü falan giyiyor olması lazım. Giyim kuşam meselesi, her şeyden önce kültür işi… Görgü görenek ister. Yöreye uyması gerek. Adam tarlada tapanda çalışacak, mal güdecek. Çobansa kepenek giyecek. Çiftçiyse şalvar giyecek. Pantolonla tarla çapalanmaz, ekin biçilmez!”
“Adamlar geçim derdinde… Savaştan çıkmışlar. Yokluk kıtlık devri… Ayağına giyecek şalvar bulamıyor, Kaptan! Takım elbiseyi, şapkayı nerden bulacak! Ayağında çarık yok! Babalığım anlatırdı. Çarıkları yırtılmasın diye toprakta yalınayak çalışırlarmış insancıklar. “Ah o zamanlar bu lastik çizmeler olsaydı!” derdi. Bu millet az çekmemiş! Neyse! Geldi geçti! Köylülerden Yörüklerden bahsediyordun…”
“Köylüler, şehirde bir alışveriş veya “Hökümet işi…” dedikleri, resmi dairelerde bir işleri ya da muayene edilmesi gereken bir hastaları olmadığı sürece şehre inmezlerdi. İşlerini gördükten sonra acıkırlar. Köy yerindeki gibi herhangi birinin kapısını çalamazlar ki! İçeriden “Kim o?” diye bir ses geldiğinde “Tanrı misafiri!” diyemezler ki! Kapı açılıp da hemen içeriye buyur edilmezler ki! Nereden gelip nereye gittikleri sorulduktan sonra hemen “Aç mısın tok musun?” diyen, önlerine sofra kuran biri olmaz ki!
Köylü arlıdır. Kimseye müdane etmez. Ekmeğini dürer, katığını alır, çıkınına sarar, onu da beline bağlar, karnı acıktığı zaman çekilir bir kenara, bulabilirse bir su kenarına, çeşme başına, çıkarır azığını, bağdaş kurar yere, kıvrılır, yer. Üstüne bir de su içer avucuyla… Yoluna devam eder.
Kırk yılın başında bir şehre inmiş… Yufka ekmeği, bazlama yiyecek, çökeleğe talim edecek değil ya… Has undan pazar ekmeği ya da pide yiyecek. Fırından sıcak sıcak yeni çıkmış, mis gibi kokuyor, dumanı türül türül tütüyor olacak! Ortasından yardığı gibi arasına Hayfa Barut’tan aldığı tahin helvasını koyacak, afiyetle yiyecek ki şehre inmenin tadı çıksın! Üstüne bulabilirse buz gibi bir su içecek ki ferahlasın! Azıcık otursun ki yorgunluğu geçsin!
Şişhane dedin ya… Aklıma şişirtme geldi. Siz nasıl şeşhaneyi Şişhane ettiyseniz, biz de şeşirtmeyi şişirtme ettik. Bizim meşhur dondurmacılarımız vardır. Elmas Dondurmacısı, Tektat Dondurmacısı gibi… Bizimkiler mutlaka onlardan birine girer, ya okkayla dondurma ya da şişertme denilen karhelvası yerlerdi. Hani bardağa konan karın üstüne şurup dökülerek yapılır ya...”
“Bilirim bilirim! Çok severim! Çocukken analığım: “Boğazın şişer!” diye yedirtmezdi. Gizli gizli yapar yerdim. Az koşmadım bisikletli arabalarıyla kapının önünden geçen dondurmacıların peşinden! Alamasam da arabasının yanında olurdum ya… Külahlara bakardım. Alanların aldıklarına bakardım. Dondurmacının, kazanın kenarını elindeki spatula ile nasıl kazıdığını, aldığı dondurma parçalarını külaha nasıl yerleştirdiğini seyrederdim. Yalanırdım belki de alıp da yalamaya başlayanlarla beraber ben de… Çocuktum!”
Benim çocukluğumda dondurma da dondurmacı da yoktu. Çikolata falan da ona keza… Bizim reçellerimiz, marmelatlarımız, şuruplarımız, hoşaflarımız vardı, güzelim meyvelerimizden yapılan. Turunç reçelimiz, patlıcan reçelimiz, ceviz ve incir reçelimiz… Karpuz kabuğunun bile heykelini dikeriz reçelden! Pestillerimiz vardır...”
O sayadursun Adalya’nın güzelliklerini, ben koptum gittim dondurmacının arkasından, Dondurma’nın peşinden… “En azından görebilirim bari. Uzaktan da olsa bakabilirim ona. Nasıl göreceğim? Ne zaman çıkacak? Ah! Ne zaman? Ne zaman?” diye ümitle… Biteviye gidecek değil ya! Nasıl olsa durduracak birisi! Külahlar orada iç içe… Külahlar minare gibi… Külahlar sıra sıra dikili…
Biz, muhteşem ikiliydik bir zamanlar seninle. Görenler imrenirdi sevgimize. Hayret ederlerdi beraberliğimize. Hayran kalırlardı samimiyetimize. Ne yazık ki sahip çıkamadık birlikteliğimize.
Bir zamanlar çikolatayı çok severdim. Dondurmayı da o kadar çok… Fakat artık o kadar çok sevmiyorum, aramıyorum çikolatayı ama Dondurma hâlâ en büyük aşkım! Bir ona dayanamam! Ne kadar yesem kanamam! Onun için Dondurma dedim sana bu defa. O da senin gibi benim olmadan kaçıp gitti her defasında. Hep arkasından koştum, sokaklar boyunca, yazlar boyunca…
Ben hep peşinden koştum mutlulukların. Yüreğim avucumun içinde… Yüreğim kıpır kıpır… Yüreğim pır pır…
Ben hep sevdim insanları. İçimde bitip tükenmek bilmeyen sevgi… Ben ilgilendim insanlarla. Onlara yaklaştım. Onlar ben yaklaştıkça uzaklaştılar. Bisikletiyle gelip geçen dondurmacı gibi… O bal gibi dondurmalar, o buz gibi dondurmalar, yazın sıcağında… Hep görünüp görünüp kayboldular serap gibi. Benim gözlerimde hayalleri kaldı. Benim onlarda gözüm kaldı.
Bana kala kala Sümsük Nevin kaldı. Mıymıntı! Hımbıl! Uyuşuk! Çoktandır da buruşuk… Neymiş efendim, muşmulanın buruşuğu tatlı olurmuş! Muş muş… Dalında buruşmuş! Hurmanın da buruşuğu makbulmüş.
Biz hurma diyoruz. Antalyalılar amme diyorlar. Belki onlar daha doğrusunu biliyorlar. Çünkü hurma, Arabistan gibi çok sıcak çöl ikliminde yetişiyor. Antalya’da da denenmiş ama başarılı olunamamış. Sözlüğe baktım, amme kamu demekmiş sadece. Öyle domatese benzeyen, mekik gibi, kahverengi, kılıflı çekirdekleri olan kavuniçi renkli meyve falan değil. Cennet hurması olarak geçiyor. Onu da çok seviyorum. Acaba sana Cennet Hurması diye mi hitap etseydim?
Ben ne olduğumu biliyorum. Çocuğum ben. Hiç büyümeyen bir çocuk… Aklı Dondurma’da kalmış. Bu yaşa gelmiş, daha hâlâ Dondurma peşinden koşan…
İçi kıpır lıpır… Yüreği pır pır…
Çocuk”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 679
YORUMLAR
çok çabuk hızlıca okuduğum bir yazıydı...
Her zamanki gibi öğretirken düşündüren bir yazı ...
bağlantılar ise bir harika, Dondurmacının arkasından koşarken nevinin arkasından koştuğunu anlıyoruz... dondurmacıyı kaçırdığı gibi güzel kızları da kaçırıyor ve Buruşuk Nevin ona kalıyor...
Bir ilave de benden Top ve silah namlusundaki yiv ve setler var setler arasındaki uzaklığa çap (22 inç, 38 inç, veya 9 mm) deniyor. Aşınınca da çaptan düşmüş deniyor yani kaval namlu oluyor. Çaptan düşme deyimi de burdan geliyor..