- 490 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Saklı evin gözyaşları
Dağların üzeri yeşil bitkilerle örtülüydü. Ağaçlar dere kenarından başlayıp en yüksek zirvelere kadar ulaşıyordu. Karşı karşıya olan dağlar arasından, sevdalısına kavuşabilmek için koşarak gidiyormuşçasına akan dere, bu doğa güzelliklerinin vazgeçilmez kaynağıydı. Dağların yamaçlarından ve ağaçların arasından köye giden tek bir yol vardı. Köyle bağlantıyı bu yol sağlardı. Yolun kenarları limon ağaçları, şeftali ağaçları ve domates, biber gibi sebze meyvelerle doluydu. Ağaçların yanı başında evler ve su ihtiyacını karşılamak için havuzlar vardı. Köye daha önce hiç gitmemiştim. Sonbahar mevsiminin yaprak döken ayları bedenimi hafif bir şekilde üşütse de yoldan ağır ağır ilerliyordum. Her taraf ağaçlarla dolu, tarlaların başında insanlar kazma, kürek, çapalarla çalışıyorlardı. Kar yağmadan, bir an önce yapılması gereken işleri bitirmek istiyorlardı. Ağaçların dallarından yere doğru sarkan portakallar toplanmak için sahiplerini bekliyordu. Anne babasına küçük bedenleri ile su taşıyan kız çocukları heyecanlı bir şekilde tarlalarda bir o yana bir bu yana koşuyorlardı. Yolun her iki tarafı da ağaçlarla çevriliydi. İnsan bir adım ilerisini göremiyordu. Orman saklı güzellikleri göstermiyordu. Derin vadiler, dağ yamacındaki yayla evleri, üzerleri çadırlarla örtülü havuzlar, ağaçların çok olmasından dolayı neredeyse görünmüyordu. Hafif hafif çiseleyen yağmur ve kapanan hava kışın ilk habercisiydi.
Yağmurun düştüğü yerlerden çıkardığı ses, toprağa duyduğu özlemin ifadesiydi. Yağmur yağarsa ormanın içerisindeki ağaçlardan başka korunacak bir yer yoktu. Yere düşen yağmur taneleri her geçen dakika büyüyor, toprağı sarıp sarmalıyor ve sevdasına kavuşuyordu.
Çıkardıkları sesler insana korku veriyordu. Gözlerinden çıkan alev toplarını etrafa savuruyor, düştüğü yeri bir kor gibi yakıyordu. Kara bulutlar seslerini daha da artırdı. Keskin bakışlarıyla, sesi ve ateşi ile sanki kızdığını anlatmak istiyordu. Tarlada çalışan insanlar yanı başlarındaki tek odalı yayla evlerine hızlıca koşuyorlardı. Anne babasına su getiren küçük çocuklar da koşuyorlardı ama ikide bir yere düşüyorlardı. Küçükler anne babalarının kucağında tek odalı eve giriyorlardı. Yağmur olağanca hızıyla toprağa düşüyordu. Ortalık bir anda çamur deryasına dönmüştü. Yolun kenarında büyük bir kayanın olduğunu fark ettim. Kayanın altında bir yerde kendimi yağmurdan koruyabilirim düşüncesi ile koşmaya başladım. Kayaya yaklaştıkça değişiklik görüyordum. Kayanın üzerine yapılmış eski bir ev göründü. Koşarak ilerliyordum, yere düşen su taneciklerinin çıkardığı seslerin yanına birde karabulutların kükremesi insana daha da çok korku veriyordu. Kayanın üzerindeki eve ulaştım. ‘’ -Kimse var mı, yok mu? ‘’ diye soramadım. Kapısı kilitliydi. İçeriye giremiyordum ama hemen önünde tahtadan yapılmış eski bir çardağın altına sığındım. Çardak, beni yağmurdan çok fazla korumuyordu ama üzerimi azda olsa kapatıyordu. Sonbahar, delicesine yağan yağmur ile soğuğun geldiğini gösteriyordu. Yağmur durana kadar çardağın altında bekledim.
Dağlardaki ağaçlar yağmurun yağmasıyla yıkanmış, tertemiz olmuştu. Yeşillikleri daha da yeşil bir renge bürünüp güzelliği ile insanın gözlerini alıyordu. Yağmur eskisi kadar şiddetli değildi. Hızını azaltmış, yere düşen tanelerini küçültmüştü. Saatlerce yağan yağmurun dinmesini çardağın altında beklemiştim. Üzerime düşen yağmur damlaları aşağıya doğru bir bir akıp gidiyordu. Çardağın dışarısına çıkıp, yolun hemen yanındaki eski eve bakmak istedim. Büyük bir kayanın tam ortasına yapılmış, her iki tarafı kayanın dibine yaslanmış, aşağı tarafı derin vadiye bakan eski bir evdi. Aşağısı uçurumdu. Portakal ağaçları, limon ağaçları derin vadiye kadar uzanıyordu. Kayanın dibinde asma ağacı vardı. Yıllar önce dikilmiş, kalın ve bir o kadar da uzun bir ağaçtı. Evin önünde, üzüm salkımları ziyan olmasın diye yapılan açık çardak, gördüğü yağmurlara, depremlere, sellere karşı dimdik ayakta durmuş ama her halinden yorgun olduğu belli oluyordu. Çardağın birçok yeri çatlamış, eğilmiş bükülmüş ama sahibinin emanetlerini zor olsa da ayakta durarak koruyordu. Eski evin penceresi naylonla kapatılmış. Ufak bir tahta kapı, kapının yüksekliği küçük bir çocuğun boyuna ancak ulaşabilirdi. Çatısı, yağan yağmurdan etkilenip akmasın diye yırtık bir çadırla örtülmüş. Sağı solu çamurla sıvalı bir evdi. Ev dikkatimi çekti. “Birileri yaşıyor mu?” diye merak ettim. Kapısını çaldım ama açan olmadı. Yağmur iyice yavaşladı. Yağmurun şiddetini azaltmasını fırsat bilerek geldiğim gibi geri döndüm. Rüzgârın hafif esintisi bedenimdeydi. Gökyüzündeki karabulutlar yerini beyaz bulutlara bırakmıştı. Hala aklımda o eski ev vardı. Düşünüyordum ama gidip bakamıyordum. Günler birbiri ardına geçip gidiyordu. Bu defa arabayla aynı yolda ilerliyordum. Köyden gelirken evin kapısını açık gördüm. Dışarıda kendi gibi yaşlanmış, sağı solu kırılmış, üzerine binen insanı taşıyamayacak kadar eski bir motor vardı. Bir de altı delik olan banyo sobası. Evin önünden hızlıca geçtim, duramadım. Yollar daracıktı, karşımdan olası bir aracın geleceğini düşünerek yoluma devam ettim. Evin önündeki ceviz ağacının dibinde yaşlı bir adam duruyordu. Geç de olsa yaşlı adamı arabanın dikiz aynalarından fark ettim. Adam eline aldığı su dolu kovayı ceviz ağacının dibindeki kazana koymak istiyordu ama koyamıyordu. Duramadığım ve yaşlı adama yardım edemediğim için üzgündüm. Bir ayağı sanki aksıyordu. ‘’ -Arabanın aynaları titriyor, acaba yanlış mı gördüm?’’ diye kendi kendime söylenerek güldüm. Yaşlı adam hep aklımdaydı. “Acaba ne yiyor, ne içiyor, bu yaşlı haliyle buralarda ne yapıyordu?”
Karanlık bir akşam gökteki yıldızları seyrederken, yaşlı adamın o hali gözlerimin önüne geldi. Kendimi suçlu hissediyordum. Onun bu haline üzülmüştüm. Arabaya binerek eve doğru ilerledim. Kendi kendime sorular soruyordum. “Arabanın sesinden rahatsız olur mu, saat daha erken ama ya uyumuşsa, Tanrı misafiri kabul eder mi ki?” diye evin yakınına varıncaya dek sorular sorup durdum. Kapısını hafif bir şekilde vurdum. Kapının vurulduğunu duyar gibi oldu. Var ile yok arasında düşünüp duruyordu. Kim çalardı ki bu saatte kapısını? Her zamanki gibi rüzgârın ona bir oyunu zannederek aldırmadı duyduğu bu sese. Bu defa daha sert vuruluyordu kapısı. “Hayırdır inşallah!” diyerek yanına uzanan cansız arkadaşı bastonuna dayanarak kapıya doğru ağır ağır yürüdü. Zihninin yeni bir oyunu olabilirdi bu ses. Yine de bir umutla açtı kapıyı. Kapıda bir genç duruyordu. Bacakları güçlenmişti sanki. Çok uzun zamandır çalınmayan kapısı ansızın çalınmıştı. ‘’ -Gel, buyur, hoş geldin. ‘’ diye karşıladı. Oturup biraz sohbet ettik. Her halinden belliydi yalnız olduğu. Tek odalı, penceresi olmayan, yattığı ve yemek yediği yeri aynı odadaydı. Isınabilmek için ufak bir odun sobası kurmuş. Onun da sağı solu delinmiş. Neredeyse kendini zor ısıtıyordu. Aradan biraz zaman geçti. Oturduğu derme çatma küçük evinin tek odasında gözleri daldı gitti uzaklara. Lekelenmiş ellerini ovuşturdu. Dışarıda delicesine bir soğuk vardı. Islık çalan rüzgârın sesi, küçük odasına geçmişin anılarını taşıyordu sanki. Karla karışık yağan yağmur tanelerine benzetti kendini. Neler gördü, neler görecekti? Yönü belirsiz, uçuşan, düştüğü yerde bir saniyelik ömrü olan kar tanelerine. Buğulandı yaşlı gözleri. Kalktı, elindeki bastonundan güç kuvvet alarak yanı başındaki son odun parçasını da sobaya attı. Odunların alevinde büyüdü hayalleri. “Neden hep yalnızdı, neden kimse çalmıyordu kapısını? Ya çocukları, büyüttüğü o masum canlar, neredeydiler? Unutmuşlar mıydı acaba babalarını? Çocukları var mıydı ki? Acaba kendilerine soruyorlar mıydı? Eğer kendilerine sorsalardı Mehmet dayı bu kadar düşünüp, yanaklarından ağır adımlarla yürümeye başlayan ve aniden hızlanan gözyaşlarını akıtır mıydı ki?”. Bence de yoktu çünkü olsaydı eğer Mehmet dayının tek dayanağı olan bastona sımsıkı sarılmak yerine evlatlarının yanında olmaz mıydı? Elindeki bastonu ona evlatlarındaki sıcaklığı yaşatıyor muydu acaba? Yaşatmasa Mehmet dayı bu bastonu eline alır mıydı? Almazdı evet ama demek ki aklımdaki soruların cevabı maalesef yoktu. Mehmet dayıyı ağlatan o masum gözyaşları…
Elinin tersiyle buğulanan gözlerini utanarak sildi, sanki erkekler ağlamaz ama gördün işte ben ağladım dercesine gözlerime bakıyordu yaşlı gözlerini benden ve gözlerimden kaçırarak. Pencereye çarpan her yağmur tanesi ona unutulmuşluğunu daha da çok hatırlatıyordu. Bastonunun yardımıyla söndürdü gaz lambasını. Vadinin karşı tarafındaki evlerin önünde bulunan sokak lambasından odasına süzülen ışığın aydınlığında biraz daha huzurlu hissetti kendini. Bu gün sanki bir başka doluydu yüreği. Sanki yağan yağmur damlaları ve kar tanecikleri onun yüreğine değmiyordu. Gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Akan her damla yüzünde yılların oluşturduğu derin çizgilerden süzülerek, yüzünü süsleyen ak düşmüş sakallarına karışıyordu. Gençlik aynı bir kuş gibi uçmuş gitmiş, yaşlılık ise kapısında bir gardiyan gibi mahkûmsun dercesine nöbet tutuyordu ve nöbeti sanki ömür boyu tutacak gibi bırakmıyordu da. Haklıydı, yaşlılık artık bırakmayacaktı peşini ve ömrü boyunca nöbet tutacaktı Mehmet dayının kapısında. Kapıya dayadığı bastonu “ Ah be koca yürekli adam…” dercesine adeta ona gülümsüyordu. Aksayan ayağıyla zorda olsa ayağa kalktı, odunları koyduğu eski leğenden biraz daha odun taşıdı o masum ve küçük odasına. Sönmeye yüz tutan delik sobasına birkaç odun daha attıktan sonra, ağırlaşan göz kapaklarına daha fazla söz geçiremedi. Uzandı yatağına çaresiz ve kimsesiz. Ayağının biri diz kapağından itibaren yoktu. Çıkarıp bir kenara bıraktı, ayağına takılı olan sahte ayağını. Artık kımıldayamazdı, kımıldayamıyordu... Çıkardığı ayağı eline alamaz ise yıllarca destekçisi olan bastona ulaşamayacaktı. O yüzden bastonu da yanı başında duruyordu. Gözleri, yağan yağmurun çatıdaki çadıra değdiği andaki çıkan ninni misali sesi ile kapandı. Uyandığında yalnızlığın acımasız yüzü yine kendini göstermişti, ümit ile gözlerini kapamıştı yatağına uzanırken sanki bir anda her şey değişecek, yalnızlığını sonlandıracak diye düşünerek. Yeni günün öteki günlerden tek farkı, akşamki fırtınanın bitmiş olmasıydı. Yine kapısını çalan kimse olmayacaktı. Bunu bilmesine rağmen yüreğinin bir köşesine saklanmış ufacık bir umut parçası da yok değildi. Kendi kendine söylenerek hayatla ilgili tüm umutlarını kaybetmesine rağmen birilerinin geleceğini düşündüğü duyguları hiç bitmemişti. O masum ellerin sahibi, kendisi yaşlıydı ama hayalleri hala gençti ve hep genç kalacaktı. Taki bedeni ve ruhu bu dünyadan ayrılıncaya dek. Pencerenin önüne, her zamanki yerine oturdu. Bastonunu bırakmıyordu ellerinden, yanında bir kedisi dahi yoktu, sohbet edebileceği ve hüzün dolu yüreğini dökeceği. Belki kedi anlamayacaktı Mehmet dayının ne konuştuğunu ama onu anlarcasına miyavlayacak ve Mehmet dayıya bir can yoldaşı olup, ben seni anlıyorum der gibi gözleri ile gözlerine bakacaktı. Bugün dağlar ağaran günle birlikte daha heybetli görünüyordu umutsuz yaşlı gözlerine. Yağmur dinmiş ve yüreğinin bir yerinde sonbahara sitemi, ilkbahara özlemi, büyümüştü, kızgındı, küskündü, yalnızdı, kimsesizdi ve elinde bir baston, bir bütün olmayan sağ bacağı ile sağa sola yavaş adımlarla zorlana zorlana gidiyordu. Adımları değildi onu üzen, ağlatan. O masum gözyaşlarını dökme sebebi bunlar değildi, Mehmet dayının sitemi yalnızlığaydı, anılmamaya, kimsesiz bırakılmaya ama olmadı olmuyordu ve ne kadar kızsa da, sitemde etse, küsse de yalnızdı. Yalnız ve bir başına... Tek başına idi yanında tek kelime edecek kimsesi yoktu, yoktu maalesef, ne bir kedisi, ne bir köpeği, nede bir koyunu… Evinin önündeki ağaçları ile baş başaydı. Derdini anlatabileceği sadece gözlerinden akıttığı gözyaşlarıydı.
Cebinden bir kâğıt parçası çıkardı. Eski, bir köşesi yırtılmış, sanki yıllardır yerinden çıkarılmamıştı. Baktı baktı gözyaşları içerisinde kül tablasına bıraktı. Gözleri doldu, daldı gitti yine hiç olmayan umutlarına doğru…
Her sabah olduğu gibi, eski çaydanlığına suyu doldurdu. Kendisi gibi çaydanlıkta yaşlı idi. Sanki artık ikimizde yorulduk dercesine Mehmet dayının titreyen elleri ile kapağını açmasını bekliyordu. O da yeni günün ışıklarını hissetmek istiyordu. İçine buz gibi tertemiz su koyuluyordu ama bedeni kapkara olmuştu. Yorgunluktan, yalnızlıktan oda Mehmet dayı gibi nasibini almıştı geçip giden yıllardan. Mehmet dayıdan başka hiç kimse onun yanına uğramamıştı. Titreyen elleriyle çıkardığı kibrit kutusundaki kibriti, zorlana zorlana yakarak tutuşturdu eli yüzü kirli ocağını. Çünkü elleri titriyordu ve yaktığı kibritleri titreyen elleri istemeden söndürüyordu. Baharı göremeyeceği korkusunu bir kez daha hissetti saf yüreğinde. Yalnız geldim yalnız gideceğim der gibi bakıyordu etrafına ve gözleri usulca gözyaşını yanaklarına doğru ansızın bırakıyordu. Kül tablasına bıraktığı eski kağıdı aldı. O masum yürekli adam birden bire gülümsedi. Acaba ne getirmişti ki aklına? Uzun zamandır ilk defa gülümsedi ve kuruyan dudaklarının yerine sanki yeni doğan bir bebeğin dudağı gibi ışıl ışıl oluverdi dudakları. Gülüşleri, yerini tekrar acı tebessüme bıraktı. Kaynayan suyun buharıyla aldı başını gitti umutlarının götürdüğü yere ama daha yolun başında umutları zaten bitivermişti. Uzandı yaralı yüreği ile yatağına. Dudaklarından eski ve acı türküler dökülmeye başladı. Aksayan ayağından dolayı yavaş bir şekilde uzandı yatağına. Gücünün bittiğini hissediyordu. Beyaz örtü her yeri kaplamış ama Mehmet dayının yüreğine uğramamıştı. Gözyaşlarını bu defa silmiyordu. Akmasına müsaade ediyordu. Gözleri ağır ağır kapanıyordu. Gözyaşları ak düşmüş sakallarından hızla akıp gidiyordu. Gözleri, evinin kapısı gibi karanlığa kapandı…
Hasan Halakaçayır
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.