- 377 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Eşcinsellik propagandasına karşı neden tasavvufa ihtiyacımız var?
Artık şaşılası bir yanı da kalmadı ya. Yine de ahirzamanın gösterdiği karanlığımıza şaşıyoruz. Neredeyse Oğuz Atay gibi "Kop kıyamet kop!" diyecek haldeyiz. Uçurumdan korkuyoruz. Tabii canım. Ne diyorsun? İşler şimdilerde imâ ile de değil. Çoktan aştık o eşiği. Sinema dünyası alenen eşcinselliğin propagandasını yapıyor. Bize bizim içimizde bizden daha yavuz parmak sallıyor. Normali bile bastırıyor. Mahallenin kabadayısı onlar artık. Norm onlar. Haniyse, her namazdan sonra, ırzımıza musallat olmadıklarına şükretmeliyiz. Hoş, Lût kıssası işlerin o kerteye de gelebileceğini söylüyor ya, neyse. Uzatmayayım. Şimdi ’Homofobik de bik-biik...’ demesinler bana. Propagandaya geri dönelim. Araçlardan en çok istimal edileni de psikoloji. Evet. Psikoloji. Nonoşluğa giden yolun taşları en çok psikolojinin argümanlarıyla örülüyor. Hatta bu hususta görece zayıf olduğumuz çocukluk-ergenlik dönemlerinin konu mankeni seçilmesi de haybeye görünmüyor. Ne de olsa bir çocuğu-ergeni ’ne’liği hususunda tereddüde düşürmek daha kolaydır. Zaten kararsızdır. Taşları oturmamıştır. Karakteri oluşmamıştır. Donmamış alçıyı bozmak zahmet istemez.
Fâtır sûresinin öğrettiği kritik birşey var: Şeytan beşeri Allah ile de aldatabilir. Ne demek bu? el-Cevap: ("Allahu’l-a’lem!" makamından dinle ey kâri.) Kuşbakışı fotoğrafını çekersek şöyle diyebiliriz belki: En katıksız hayırlar dahi zifir kötülüklerin aracı kılınabilir. Üzerlerinden cerbeze çevrilebilir. Manipülasyon vasıtası kılınabilir. Oyunlar oynanabilir. Tuzaklar kurulabilir. Zaten ’ideolojiler çağı’ diye de tesmiye edilebilecek ’modern zaman tecrübesinin’ gösterdiği budur: "Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır." Evet. Herbirisi kendince bir hakkı tutmuştur. Hakikate tutunmuştur. Şifasın aramaktadır. Mesela: Feminizm kadını, komünizm işçiyi, faşizm ulusu, kapitalizm sermayeyi vs. korumaya çalışmaktadır. Ama? Fakat? Amanın ve de fakatın cevabını da mürşidim vermektedir: "Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan tâmimdir." Demek ’haklı hassasiyetin haksızca manipülasyonu’ndan ileri gelmektedir böylesi sapmalar. Bâtılın da elinden gelir çünkü ayyüzlü aldatmacalar.
Sahi. Öyle ya. Kul, her ismiyle/sıfatıyla ’subhan’ olan Allah’ı hakkında bile aldatılıyorsa, daha ’aldatılamayacağı’ ne vardır? Ayetin burada işaret ettiği zirve altbaşlıklara/versiyonlara karşı da uyarıdır. Nitekim, ümmetin yaşadığı fırkalaşma süreci de incelendiğinde, herbir bâtıl mezhebin ’yanlış bir vurguyla dengesizleştirdiği Allah tasavvuruna’ yaslandığı görülür. Mutezilenin ’tenzih’ anlayışında da bu vardır. Mürcie’nin ’rahmet’ anlayışında da. Cebriye’nin ’azamet’ anlayışında da. Vehhabiliğin ’tevhid’ anlayışında da. (Ve daha saymadığımız nicelerinde de...) Aşağı-yukarı hepsinin sapkınlığı ’iyi niyetli’ bir vurgu farklılığıyla başlamıştır. Bütünlüğün güzelliğine razı olmayanlar cüretkâr bir parça övgüsüne dayanmıştır. Kırılma bazen tefritlerinden bazen de ifratlarından kaynaklanmıştır. Vurgularındaki imâ nice azları çoklara galip etmiştir.
Evet. Tasarımın yasası budur. Vurgu azı çoğa galip eder. Kalın yazılmış tek satır bütün bir metinde kendini övgüyle okutur. Yârin yüzü yüzbin yüz içinde seçilir. Psikolojinin silahları içinde de böyleleri vardır. Neyse. Uzatmadan ’eşcinsellik propagandası’ için kullanılan birisine dokunalım: O dürüstlüktür. Nasıl bir dürüstlüktür peki? Kendine karşı bir dürüstlük. İçine karşı bir dürüstlük. Öz-dürüstlük. Özünü inkâr etmeme. Özgürlüğünü özünde baskılamama... Eşcinsel propagandisti yapımlar bize hep bu şarkıyı söyler: Kendine dürüst ol. Kendine dürüst olursan güçlenirsin. Kendine dürüst olursan daha kararlı olursun. Kendine dürüst olmak hayatta da başarıyı getirir. Kendine dürüst olmayan acı çeker. Kendine dürüst olmayan özbenliğine işkence eder. Kendine dürüst olmayanın vay haline... Neyse, hülasa, söyledikleri aşağı-yukarı böyle birşeydir.
Peki hakikatsiz midir? Hayır. Asla. Cenab-ı Hakkın kulunu üzerine yarattığı fıtrata isyan eden elbette nefsine haksızlık eder. Zulmeder. Kendilik yasasıyla çatışmış olur. Yani kırık koluyla kavga eder. Fakat burada kaçırılmaması gereken miheng şu soruda saklanır: Neyin fıtrattan olduğuna kim karar verecek? Öyle ya. İnsanın içi binlerce sesten oluşan mâlamâl bir koro gibidir. Bu seslerden muvafıklar kadar muarızlar da bulunur. Sözgelimi: Nefsin sesi ile vicdanın sesi bir midir? Kalbin sesi ile aklın sesi her zaman arkadaş mıdır? Öfkenin sesiyle mantığın sesi her zaman sevişir midir? Peki böylesi farklılaşmalar yaşandığında hangisinin çağrısına uyulacaktır? Hangisi fıtratın kendisi sayılacaktır? Hangisi ’tutulacak’ da diğerisi ’dışlanacak’tır? İşte şeriat beşere bu seferde rehberlik eder. Vahyin/nebinin gönderilişi orkestramıza yakışır şefin tayinidir.
Eşcinsel propagandacıları ise böyle yapmıyor. Ya ne yapıyorlar? Nefsin sesi ile vicdanın sesini karıştırıyorlar. Rahmanî seslerle şeytanî çığlıkları katıştırıyorlar. Ve nihayetinde içeride olan herşeyin insaniyetten olduğunu sanrılıyorlar. Hayır. Öyle değildir. Hiç öyle değildir. İçindeki sesleri bu ölçüde kendisi sananlar ancak şizofrenlerdir. İnsanda nebatî, hayvanî, melekî veya insanî birçok tabaka bulunur. Bu tabakaların herbirinden sesler yükselir. Eğer kısılması gerekenler gerektiği yerde kısılmaz, açılması gerekenler gerektiği yerde açılmazsa, benlikte kakafoni ortaya çıkar. Ne olduğu karışır. Kendisi de ne olduğunu giderek karıştırır. Tam bu zeminde eşcinsellere gündoğar. Çünkü üzerinde yükseldikleri tümsek işte bu kem kararsızlıktır. Âdemi kendisi hakkında kararsızlığa düşürmeye en çok şeytan ve avaneleri sevinir.
Halbuki hırsızlık arzusunu bastırmamak ’kendine karşı dürüstlük’ sayılmaz. Günah sayılır. Hastalık sayılır. Sapkınlık sayılır. Tevbeye, cezaya, bazen de tedaviye, muhtaçtır. Cinayet yolunda öfkesine gem vurana da ’Dürüst değil’ denmez. Ya? Hakiki pehlivan gözüyle bakılır. Buna mümasil insanın içinden istemli-istemsiz birçok ses geçer. Birçok düşünce dolanır. Birçok arzu uyanır. Birçok mesaj takılır. Bu seslerin, düşüncelerin, arzuların veya mesajların tamamının kendisi olduğunu düşünen İblis’e pek fena aldanır. Tuzağı göremez. Hileyi sezemez. Kendini vesveseden çekemez. İhtimalle gerçeği ayıramaz. Sonu da körkütük şüphecilik olur. Ya o şüphelerden dolayı bir süre sonra kafayı yer, delirir, çıldırır. Yahut da ’Herçi bâd abâd!’ der savrulur.
Her neyse. Yazıyı çok uzattım. Sizi de yordum. Şu şekilde toparlayıp bitirmeyi deneyeyim: İslam’ın insan tasavvurundaki eksik bilgimiz bizi bu tür propagandalara da açık hale getiriyor. Tasavvuf irfanının değeri de en çok bu zeminde anlaşılıyor. Biz, böylesi psikolojik harp tekniklerine karşı, ancak kendi iç dinamiklerimizle, yani Kur’an ve sünnetin mizanlarıyla şekillenmiş ehl-i sünnet tasavvufuyla, karşı koyabiliriz. Kendi tanımlarımıza/kavramlarımıza yaslanmazsak, içimizi onunla inşa etmezsek, dışarıdan öğretilen tanımlar ile insanın ’kendiliği’ bir hayli karışır. Şeytanın sesi meleğin sesine eşlik eder. Hatta meleğin sesi şeytanın sesi sayılır. Saydırılır. Günah fıtrattan sanılır. Nefis her çirkin arzusunda, hatta vesvesesinde, arsızca ısrar eder. Üstelik bunu dürüstlük diye bir de anlamlandırır. Paklaştırır. Durular. Eşekler kendinilerini küheylan diye satar. Kargalar zümrüd-i ankalığa soyunur. Cenab-ı Hak hepimizi ahirzamanın böylesi fitnelerinden muhafaza eylesin. Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak öğretsin, göstersin. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.