- 873 Okunma
- 5 Yorum
- 3 Beğeni
676 - ANTALYALI
Onur BİLGE
“Antalyalı,
Bugün kaptan beni sandalla gezdirdi. Lara’ya kadar gidip geldik. Falezlerin denizden seyrine doyamadım! Eskiden daha da yüksekmiş kayalıklar. Kıyıları dev dalgalar döve döve zamanla alttan, dinmek bilmeyen yağışlarla, sellerle üstten aşınarak bu hale gelmiş. Düdenin meydana getirdiği, falezlerin her yerinden Rapunzel’in sırma saçları gibi sarkan, gürül gürül akan yirmi dokuz şelaleden eser kalmamış. Elimizde bir tek Düden Çavlanı var.
“Aşkmavi deniz sakin, ışıl ışıl… Bir yağmur sonrasında her yer pırıl pırıl… Güneş olanca ihtişamıyla gökyüzünde saltanat sürüyor… Aşağılara bile bakmıyor gururundan! Yakmış bütün ışınlarını, meydan okuyor herkese! Eh, olsun artık o kadarcık. Çünkü burası cennetten bir köşe! Serapa güzellik, serapa neşe… Türkiye’nin medarıiftiharı! Aşkdeniz’in incisi! Eşsiz bir şehir! Burası Antalya!..” diye haykırdım falezlere! Sesim herkese ulaşsın istedim! Kaptan da aşka geldi. O da haykırdı!
“Ne mutlu bana ki Antalyalıyım!.. Güzel Antalya’m!..” diye bir başladı methetmeye... Ağzım açık kaldı! Bir süre sonra kendine geldi. Şçyle bir baktı yüzüme… Gözlerime… “Alınma be İstanbullu! Sen de Antalyalı oldun artık! Ne zamandan beri aramızdasın. Biz seni benimsedik. Sen de bizi benimsediysen, mesele yok!” diye hemen gönlümü aldı. Çünkü o kentini anlatırken ben İstanbul’u düşünüyordum. Farkındayım, mahzun mahzun bakıyordum. Yol boyu oralardan bahsettik. Eski halini o anlattıkça yeni hali beni hayretler içinde bıraktı!
İskeleye geldiğimizde Kaptan yine eskilerden bahsetmeye başladı: “Şurada, kalenin dibinde, mescidin önünde Luga’nın kahvesi, önünde de barakalar vardı. Papaz Noel’de buraya gelir, Rumca dualar okur ve tahtadan yapılmış koca bir haçı denize fırlatırdı. O sırada orada bulunan gençler denize atlarlar, haçı yakalayıp, sudan çıkararak getiren, papazın elini öper, o da ona zincirli veya zincirsiz küçük parmak büyüklüğünde altın bir haç verirdi. Nevruzda da aynısını yapardı.
Bu Rumların eski adetleriydi. Bizimkilere haç yerine para verir, madalya takardı. Eğlenceli bir yarıştı. Seyredenler çoktu. Nevruzda da öyle... Hele Hıdrellez’de… Zaten o gün bütün Antalya halkı İskele’de olurdu. Hızır Aleyhisselam’a yazılan mektuplar denize atılırdı. Ne kadar kulaktan dolma batıl adet varsa harfiyen yerine getirilirdi.
Yarışları en çok kazanalar Sandalcı Bali, Sandalcı Gilik, Papel’in babası Dede’ydi. Papel, para demektir. Gilik, bildiğin gibi çekirdek… Hemen hemen her seferinde mükâfatları onlar alırdı.
Nevruz’da mesele olmaz ama Noel’de buz gibi sulara dalmak, her babayiğidin harcı değildir! Kış yüzücüsü olmayı gerektirir. Maazallah, beden aniden soğuduğunda kalp durabilir. O anda bir de kramp girmiş olsa ne olur? Sırf bu mükâfatı alabilmek için sonbaharda da kışın da sık sık denize girerek vücutlarını soğuk suya alıştıranlar vardı. Şimdilerde de dalgıçlığa merak sardılar. Suyun dibindeki eşsiz güzellikler büyüledi onları!
Antalya’daki, özellikle Şarampol’deki Giritli kahvelerinden epeyce bahsettim. İskele’nin eski halini anlatırken Asmalı Kahve’den de söz ettim. Kenarda köşede kalan, en küçük, en iptidai olanlarının bile kendine göre ehemmiyeti vardır ama bunların içinde gerçekten en önemlisi Karaalioğlu Parkı’nın girişindeki Vatan Kahvesi’dir. Her şey bir tarafa, üstünde kocaman harflerle VATAN kelimesini taşıyor olması bile bizim için başlı başına bir gurur kaynağıdır!
Savaştan çıkmışız. Yeni yeni kendimize geliyoruz. İlkokullarımızın, ortaokullarımızın adlarını bile cadde adları gibi Vatan sevgisini yansıtacak, Kurtuluş Savaşını unutturmayacak, hürriyet aşkımızı haykıracak tarzda koymuşuz. Namik Kemel, Gazi M (mim) Kemal, Dumlupınar, İsmet İnönü, İstiklal, Atatürk, Sakarya, Cumhuriyet gibi isimleri vermişiz okullarımıza. Cadde ve kavşakların adları da aynı şekilde… Onun için bu kahvehanenin ismi bile yeter!
Antalya’da, TRT Caddesi’nin ilersindeki Beton Kahve, Değirmenönü’nde Çaybaşı Kahvesi, Zerdalilik’de Kozaklı Kahve, Balbey Camisi’nin karşısındaki Çınaraltı Kahvesi gibi birçok kahvehane daha var. Asırlık Çınar ağacının gölgesindeki Çınaraltı Kahvesi, amelelerin, hamalların bekleştiği yerdir. İşçi arayanlar oraya gider, işlerine yarayacak adamı seçer, görevlendirirler.
Şimdilerde Antalya Lisesi’nin karşısında da Üçkapılar Kahvesi var. 1930 öncesi, Antalya Lisesi lise değil, Pedagoji idi. Öğretmen yetiştirirdi. O tarihte, Türkiye’nin otuzuncu lisesi olarak hizmete girdi. Orta ve lise beraber… Daha düne kadar kızlar da erkekler de lacivert kasket giyerlerdi. Önünde sarı çelenk vardı. Sarı şeritliydi. Kasket giymek mecburiydi. Şimdi liseli kızlar kara önlük, beyaz yaka yerine açık mavi gömlek, mavi forma, duman rengi muz çorap giymeye başladılar.
İşte o ortaokullu ve liseli çocuklar okuldan çıkınca Üçkapılar’da fosur fosur sigara içip, domino ve tavla oynayan yetişkinleri görüyorlar. “Bunlar burada ne yapıyorlar?” diye haliyle merak ediyor, kısa bir müddet dahi olsa durup seyrediyorlar. Bu çocuklar sigara içerken yakalanırlarsa vay hallerine!.. Doğru idareye… Müdür Rasim Rodoplu, Başmuayin Mustafa Selekler… Ziya hoca… Bir de ailelerine mektup gönderirler!
Her yerde kahvehaneler, erkekler için bir iki arkadaş bulma, sıcakta soğuk, soğukta sıcak bir şeyler içme, ısınma veya serinleme, biraz dinlenme ve laflama yeridir. Hele sıcakta mayışmaya başlayanlar için serin bir ağaç gölgesi, hafif de olsa meltem cana şifadır.
Rahatlarına düşkün insanlardır Antalyalılar. Aheste aheste yaşamayı severler. Kahvehanede boş iskemle bulurlarsa ikisine üçüne birden el koyar, yayıla yayıla otururlar. Evlerinde de yabancı yoksa dengilmeyi severler. Birileri varsa, bağdaş kurarak yere oturmaktan hoşlanırlar. Sandalye tepelerinde tüneklemekten haz etmezler. İki kişi bir araya geldi mi kaynatmayı severler. Tatlı dilli, güler yüzlü, hoşsohbet insanlardır. Yöresel konuşma tarzlarıyla ağızlarından bal akar!
Antalya’nın havasına hiç güven olmaz ama insanına güvenilir. Senetle sepetle iş yapmazlar. Sözleri senettir. Öyle anlaşmalar sözleşmeler yeni yeni çıkmaya başladı. Söz ağızdan bir kere çıkardı! Çıktığı gibi de tatbik edilirdi.
İnsanları mertti. Nadiren karakola, mahkemeye yollarlı düşerdi. Miras yüzünden, mal mülk paylaşımıyla alakalı davalar olurdu. Çoğu laf arasında: “Bu yaşıma geldim, karakol yüzü görmedim! Mahkeme nedir bilmem!” derdi. Son zamanlarda başladı bu anlaşmazlıklar, karakollara, mahkemelere başvurmalar…
Her mahallede hatırı sayılır, sözü geçkin erkek veya kadınlar vardı. Anlaşmazlıklar yine vardı ama insanlar kendi aralarında hallederlerdi. Bunlar bizim ta Orta Asya’dan beri en güzel adetlerimizdendi. Obalarda ihtiyar heyetleri, yanı sıra yaşlı hatun kişiler vardı. Onlara akıl danışılır, anlaşmazlıklar meydana gelmeden önlenirdi. Osmanlı Saraylarında bile sözü geçkin Sultanlar vardı. Arka planda kalırlar, Ülkenin kaderini belirlerlerdi.
Antalya küçük bir kasaba gibiydi. Hemen hemen herkes birbirini, hatta yedi ceddini bilirdi. Birbirimizden kız alıp vererek kocaman bir aile, tek sülale gibi olmuştuk. Yeni yeni yabancı çehreler görmeye başladık. Yerliler daha çok esnaflık yapardı. Korkutelililer, hele hele Aksekililer ticarette başarılıydılar. En fazla on on beş zengin vardı. Bir kısmının hali vakti yerindeydi. Memurun maaşı iyiydi. Herkes kızını memura vermeye çalışır, oğlunu memur etmek isterdi. Rumlar bayağı zengindi. Ticarette başarılıydı. Muhacirler de meslek sahibi insanlar. İmal ediyorlar, satıyorlar, geçinip gidiyorlar.
Burdur, Bucak ve Isparta’dan gelenler oldu. Onların iş kolları farklı... Daha ziyade taşımacılık ve otelcilik yapıyorlar. Evde çalışan kadınları kızları da Isparta halısı dokuyor. Bizim buralarda Döşemealtı ve Kovanlık halıları dokunur. İşte bu şekilde, köylüsü kentlisi çalışıp didinerek iyi kötü rızkını çıkarıyor.
Bu memlekette aç kalınmaz. Aklını kullanan, çalışan için en azından geçimlik bir kazanç kapısı daima vardır. Onun için göç almaya başladı, Antalya göç vermez!
Kimsenin kimsenin malında mülkünde kızında karısında gözü yoktur. Kimse kimseye kötülük etmez. Hırsızlık ve cinayet yoktur. İnsanlar harama el uzatmazlar. Son zamanlarda tek tük olaylar duyulmaya başladı. Onları da senelerdir bir arada yaşayan, zamanla kaynaşan yerli halkın yapmayacağından yüzde yüz eminim! Gerçi, insanoğlu çiğ süt emmiştir ama yine de Antalyalılara konduramıyorum.
Eskiden Şehir Kulübü Atatürk Caddesi üstünde, Ziraat Bankası’nın karşısında, köşedeki iki katlı binanın üst katındaydı. Vali İhsan Çağlıyangil’in gayretiyle Fener’deki tek katlı büyük binaya nakledildi. Antalya’nın ileri gelenleri üye olmuşlardı. Büyük iş toplantıları ve kutlamalar orada yapılmaya başlandı. Maddi durumları müsait olanlar, sazlı sözlü, yemeli içmeli düğünlerini onun salonunda yapıyorlar. Bir odası da kumarhane gibi...
Şehir Kulübü denildiği zaman akla, sazıyla sözüyle yüz elli kiloluk Dayı Mehmet Ali gelir. Sesi hâlâ kulaklarımdadır. “Gökte yıldız yüz altmış…”
Konuklar eğlenceyi severler. Aklar da öyledir. Çiiloğulları, Mutlar... Bunlar Antalya’nın en zenginlerindendir. Hepsi adıyla sanıyla hatırımda… Hangi birini sayayım? Saysam tanımazsın ki İstanbullu!”
Sandal sefasından sonra, İskele’deki, o bahsi geçen kahvehane’ye girdik. Kaptan kahveciye şöyle seslendi:
“Ey kahveci kahveci
Bir kahve yap karasından
Biz kaçmayız parasından
Metelikler trak trak
Hani senin parlak çırak?
Parlak çırak yok ise
Sen bu kahveciliği bırak.”
İstanbullu”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 676
YORUMLAR
Gerçek Yazar!
Muhteşem Antalya anlatım..
Bilmenin bir bilmişliği olmalı..gezip görmek ve kaleme almak bir nevi çizmek resmetmek fotoğraflamak en ince ayrıntılarda kanamak acıtmak yüreklerin uykusunu dağıtmak yaşamak ancak bu HANIMEFENDİ'NİN mısralarında sonsuz haz almak vardır..çocuklar,gençler,ihtiyarlar herkese ama herkese bir elma ve bölünmüş milyonlarca dilim var!
göğü gök yapana bak kendine bak çamurdan bir adam nasıl olmuşum
denizi deryayı ince elemiş bir damlacık suya nasıl dolmuşum..gel zaman git zaman akmış gün gece kalmamış akılda kimseden hece aç bak perdeleri âşk nice nice elleri koynunda fakir kalmışım....saygı ve sevgi ile hürmetler efendim...
Muhteşem!..Buram buram geçmişe özlem var..Antalya'mızın güzellikleri gözler önüne serilmiş..Yer yer tarih yer yer doğasıyla insan ilişkilerinin iç içe geçtiği sürükleyici bir eser.Cadde , sokak, okul ve iş yeri isimleriyle toplumun ortak illiyet bağı.Benim okuduğum ilk okulun ismi de İstiklal İlkokuluydu.Zira 1923' de açılmıştı.Zira istiklalimize yeni kavuşmuştuk.Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve tarihi isimlerimizle birlikte ışık tuttunuz günümüze adeta..Kültür farklılıkları da ayrı ilginç mevzular tabii ki..Çok renklilik güzeldir renklerin karartılmaması adına..Saygıyla..