HER ŞEY AŞK İÇİN
(Katre-i Matem-İskender Pala kitabı üzerine bir inceleme)
III. Ahmet ve hem damadı hem sadrazamı Damat İbrahim Paşa dönemi...yani Lale Devri. "Gününü gün edenlerle ömründe bir gün bile görmeyenlerin devrinde İstanbul’ u mekan tutan bir Lale hikayesi.
Katre-i Matem bir aşk,karabağırlı bir gelincik, "bu vatanın evden kaçırılmış narin kızları"(s134) laleler.
Damat İbrahim zeki ve ihtişamlı,
III. Ahmet....
Zaman Müslümanların put kıran İbrahim’ inden put diken İbrahim’ ine gelinmiş.
Mazlum masum yok denecek kadar az, alt tabaka ya altına ya aşka, üstte kalan kibre, makama hırsa yenilmiş. zincirleme yaşantılar. Ve tabiki
Patrona Halil İsyanı’ nın iç yüzü.
Öncelikle şunu söylemek gerektiğine inanıyorum. Bu roman yazarın bir ucuz sahaf müzayedesinden eline geçen, yazanı belli değil.( muhtemeldir ki o dönemin keskin kilicinın çok kolay işlediği, kelle korkusundan belirtilmemiştir) bir Osmanlıca metinler topluluğundan sadece biri. "Anlayanlar her şeye önem verir" diyerek yola çıkıp bu kitabı kendine yeni bir sevgili edinmiş gibi bağrına basıyor. Osmanlı’nın iftiharla yad edildiği yükseliş dönemindeki zirvelerinden ihtilaller ve halk isyanları ile iniş dönemine geçtiği zamanlara ışık tutacak, yazarın iddiasına göre de kimbilir belki tarihi tekrar kaleme aldıracak gerçek bir cinayet anlatılıyor. Metnin orijinal ismi Yek Cinayet Şastu Şeş Sual, günümüz diliyle (66 Soruda Cinayet) İskender Pala’ nın elinde Katre-i Matem’ e dönüşüyor.
Üslup ve diğer yazım özelliklerine geçmeden önce Katre-i Matem’in sadece bir kitabın, ve o kitabın içindeki lalenin adı olmadığını belirtmek isterim. Uğruna cinayetler işlenen bağrı yanık bir gelincik kadar narin, nazlı ve nadide bir çiçek. Her haliyle tevhidi haykıran bir çiçek. Aşk onun varlığıyla anlam bulmuş.
Sadece polisiye bir roman olmadığını anlıyorsunuz okudukça. Orijinal renkte bir Lale soğanı yetiştirme tarihçesinde kaplumbağaların önemine dikkat çekilen satırlar var...
Baba öğütleri gibi...
Lalenin bu kadar itibar görmesinin altında yatan gerçekler... Osmanlı’nın bilinmeyen, belki de gizlenen yüzü. Öyle ya biz bir Kanuni döneminde boğdurulan şehzade Mustafa’nın varlığından haberdariz, bir de Osmanlıyı haremleriyle hatırlarız. İlk aklımıza gelenler bunlar bilmem ne hikmetse.Sanki o zamanlardaki gibi kelle koltukta gezmisliğimiz var.
Kitapta anlatılan dönemde "vezire yakın durmak avucunda iki tarafı keskin bıçak tutmak gibidir"diyorlar.
O zamanların İstanbul’ u için yazarın tarifi sy298 de " zerafetin imbikten geçirildiği en müstesna zamanlarını yaşıyordu İstanbul"
Şiir meclislerindeki zerafetin temsilcisi şairler en öndeki Nedim.
Günahıyla sevabıyla bir sadrazam ki İstanbul imar üstüne imarda... Halkı ilk kez mahyalarla tanıştıran, konakları şadırvanlarla donatan, mesire yerlerini lalelerle coşturan, matbaayi getiren, şaire ve şiire önem veren bir damat.
"Keşke kitaplar her eve girse ve okunsa, keşke her evin alt katı okul olsa, matbaa olsa" diyen şairlerin vezirin icraatlarını öven satırlarda Osmanlı için inkılap niteliğindeki girişimlerinden haberdar oluyoruz. Diğer taraftan zenginlikle herşeyi yapma kudretini elinde bulunduranların hırsları uğruna işlettirdiği meçhul cinayetler, ve müsebbiplerinin hazin sonunu seyredecegimiz, iyilik ve kötülüklerin çarşaf çarşaf serildiği bir roman.
Her ne kadar tarihi bir polisiye gibi gözükse de eğitici ve öğretici bir kitap da diyebiliriz. Zira heybenizi dolduran gerçekler sadece tarihi gerçekler değil. Aşk gerçeği, tamahkarlik gerçeği, baba öğütleri, Yunus tavırlar, Züleyha yakarışlar, şehir imarları, saltanat ihtisamlari arasına serpiştirilmiş nice nokta atışı isabetli can alıcı cümleler . Mesela; " Efendiler, meclisimizde sesinizi değil sözünüzü yükseltiniz" (sy97) diyen vezire
"Adeletinden şüphe duyulan mecliste konuşmamak evladır" diyen alimlerden,
"Nicedir mektep açık itibar gördü fikir
Zengin artık çok zengin fakir daha da fakir"(s89) diyen cüretkar, söz cambazı şairlere heybeyi doldura doldura ilerliyorsunuz.
"Aslında her şehir kabristanları ile beraber iki şehir sayılır"(128) deyip devamında aynı şehirde"iç içe geçmiş, birbirine karışmış iki ırmak gibi hayatlar akıyordu " derken İstanbul’ un o zamanki ahvalini romanın baş kahramanları Topaç Yeye(Yanık Yusuf) ile Kara Şahin’ in gözünden mezarlıkları terennüm ettiriyor.
"Kabristan bir yol uğrağı" derken hayatın tüm ihtişamına ve debdebesine rağmen gelip geçiciliğinin idrakine varan, doğruluğa ve dürüstlüğe susamış iki aşk adamının üzerinden sunuyor bu farkındalığı bize.
"Mezar lahitlerinin mermer yüksekliği ölüm ile hayat arasındaki sınırları çoğaltıyor, oysa toprak tek başına ne kadar da yakın, dost bize" Bu cümleden bir çok zevk ve sefa işi gibi bu mezar taşları ve çevre duvarlarının da Lale Devrinden kalma alışkanlıklar olduğunu anlıyoruz.
O dönemin siyasi durumu sayfa 141’ de gözler önüne tüm ayrıntılarıyla seriliyor.
Bilinenin aksine Avrupa’ dan bize gelen değil,
bizden Avrupa’ya giden lalenin tarihçesini merak edenlere (sayfa 197 ).
Lale yetiştiren ile evlat yetiştirenin aynı incelikte bulunduğu sık sık "Evladım" diye başlayan her cümle bize nasıl anne babalar olduğumuzu sorgulatıyor. Terazilerle tartıp, kesip biçtiriyor. Evlatsızlığın mı daha acı yoksa anasız babasızlığın mı dedirtiyor. Tam bir aile rehberi niteliğinde âdeta.
"Kötü ahlakla şeref olmaz"
" Akıl tamam olduğu vakit söz azalır" gibi can alıcı bir çok alıntı hatta sadece alintida kalmaması yüreğe nakşedilmesi gereken satırlar (syf197 )
Baba Öğütleri (syf162)
Heybeniz dolarken yükünüzün/ yükümlülüklerinizin sadece devlete karşı değil evlada,ataya karşı da olduğunu öğreniyorsunuz.
Yükü verene şükredip, gönüllü yük alanlara
Ata olma yükü var,
Vatan olma yükü var,
Devlet olma yükü var,
Âşık olup,aşkta kalma,
Aşkına vefalı olma yükü var,
Mert olma, namert olmama yükü var.
Hepsini taşıyor bu kitap.
Aşkın şimdiye kadar duymadığım tarifi var sayfa 237’de
"Aşk yalnızca bir bakıştır,gerisi vesairedir" diye girizgah yapılıp, aşkın halleri tek tek basamak basamak anlatılıyor. Çıkarken o merdivenleri gözünüz, gönlünüz kendi aşklarınıza takılıyor.
Ben hangi aşkları aldım yukarılara çıkardım hangilerini ayaklar altına aldım... Mesela altın aşkım hangi konumda, Allah aşkım ilk yüreğime düştüğü günkü gibi mi? Vefalı mıyım roman kahramanı Kara Şahin kadar yok sa lüks ve sefa düşkünü müyüm Damat İbrahim gibi. Ya da Sultan Ahmet gibi bihaber miyim etrafımda olup bitenlerden.
Aşkı öğrenmek isteyenler burayı es geçmesin. "İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar."(sy235)
"Küfür töredir,kazanca göredir."
Şiir meclisi erbaplarinin korkusuz cengaverce hicivleriyle karşısında Kanun koyucunun başta kendi koyduğuna kendisinin uymamasını okudukça tarih gerçekten de tekerrürden ibaret lakin nerde şimdi bu kadar cüretkar kalem ve kelâm erbabı. Ara ki bulasın. Bulursan ardına bakmadan kaçarsın. Yoksa "bana arkadaşını söyle senin kim olduğunu söyleyeyim" hesabı yaftalanırsın.
"Böyle bir dönemde vezire yakın durmak iki ucu keskin bıçak tutmak gibidir"(308)diyen yazar, o
zamanı tarif ediyor
Dönemin şairleri
Diyor ki; "halkın duyduğunu devlet duymuyor
Devlet koyduğuna kendi uymuyor." Varın siz düşünün artık gerisini
Mahyalar ilk kez İstanbul’da şenlik göstergesi ve ramazan sokaklarını ışıklı yazıları ile süslüyor, ilk kez kadehler lale formunda üretiliyor.
Ve patlak veren Patrona Halil İsyanı ile "sinir savaşı içinde sabır sınavından geçenler" (syf266)
Şimdiye dek hep kitabın ne anlattığı,ne zamanı anlattığı ile ilgili notlar düştüm. Bende ne bıraktığı ve bunu nasıl anlattığı ile ilgili notlarım eksik kalmış,biraz da onlardan bahsedeyim.On yıl önce (ilk çıktığında)okuduğum halde bende bıraktığı unutulmaz lezzetine binaen sırf detaylı bir inceleme yazmak için tekrar okudum. (Nasılsa pandemide bolca vaktimiz var)
Gördüm ki yazarın şimdiki kitaplarının bir çoğunda (Efsane, Bülbülün Kırk Şarkısı..vs) kullanılan kelimeler hep sözlük gerektiriyor. Ya ben çok cahilim ya yazar çok ileri dedirtiyor. Bu kitap sözlüksüz çok rahat okunabiliyor. (gerçi sözlük mü kaldı gogol, Yandex vs varken) bölümlerin sonuna iliştirilmiş "derkenar" başlıklı menkıbeler bölümleri destekler nitelikte. Bu da hem dönemi hem de konuyu daha anlaşılır kılıyor. Hiç şüphesiz üslubun nazikligi ve akıcılığı İstanbul şivesini doruklara ulaştıran musiki ve şiir meclislerinin romandaki varlığı sıkça hissettiriliyor. Bu da romanı daha da akıcı ve ahenkli bir üsluba bürüyor. Sıkıcı olmaktan uzaklaştırıyor. Hece ölçüsünü kafiyedeki uyumunu metnin satırlarında düz yazı gibi yayarken sanki şiir okuyor, şiirle konuşuyor, şiirsel yazıyor. Polisiye roman okuyorken bu kadar şiirsellik muhtemeldir ki ya yazarın divan edebiyatı müptelası olup bize de sevdirme çabasından ya da asıl metnin sahibinin (yek cinayet şastu şeş sual ) de bir şair olmasından. Akıcı bir üslup. Hiç takılmadan su gibi gidiyor kitap. Şahsen bu kadar zengin; hem tarihi hem sanatı hem bir dönemin hayatını günahı ve sevabıyla hissetiren böyle bir roman nadir geçer elimize. Okunup geçilmeyecek, bir tarafa atılmayacak cinsten.
Kişiler,tarihler, kıyafetler farklı ama olaylar hep aynı.
İyi ki okudum dediklerimden.
AŞK ONDURMAZ
Gönüldeki ateşi, su söndüremez diyorlar,
’Ah’ öldürür, ne çare aşk öldürmez diyorlar
O Leyla’dan Mecnûn’a, Züleyha’ dan Yusuf’ a
Kim ondu ki bu dertten sen ondurmaz diyorlar.
Ülkü Kara
04.01.2021