- 705 Okunma
- 5 Yorum
- 3 Beğeni
673 - CANİ
Onur BİLGE
“Cani,
İçeriye sonbahardan kalma bir sivrisinek girmiş. Karasinekler de üşüyünce içeriye dalıyorlar. Açıkta bir yiyecek kalmasın! Hemen üşüşüyorlar! Ortamı sıcak bulunca yatıya kalmaya kalkıyorlar. Kaptan’la konuşmaya başladığımdan beri öldüremiyorum da… Zorla kovalıyorum.
Akşam ben kovarım o gelir. Acıkmış, beni yiyecek. Benim de derim havalı… Hemen şişer. Yara açılıncaya kadar kaşırım. “Haydi ölümü elimden olmasın! Canını ben vermedim! Bir de onunla hesaplaşmayayım Huzur-u Mahşer’de!” dedim. Gitmez!
Yalnızlığımda arkadaş oldu bana vızıltısıyla, yaramazlığıyla ama ayağımı nerde buldu da şişledi, kaşla göz arasında, anlayamadım! O da senin gibi… Arkadaşlıktan markadaşlıktan anlamadı. Kaptan’a sorsam bilir mi acaba, bu can yoldaşının katli vacip mi?
Katli vacipse, kolay! Kirpik kadar şey! Ya senin verdiğin zarar? Onun deldiği yer, iğne ucu kadar… Verdiği zarar, kaşıntısı geçinceye, yeri iyileşinceye kadar… Senin açtığın hançer yarası!.. Kolay kolay kapanacak gibi değil!
Isırmasa vızıldasın! Çalsın sazını, dinlerim. Yalnız kalmam en azından. Arkadaşlık eder bana. Hem dört döner etrafımda, ne güzel! Menfaatçi! Kalleş! Dost gibi sokuluyor, yılan gibi sokuyor!
O dişi sivrisinek… Yavruları gıda beklediği için kan aranıyor gözü dönmüş, kan tutmuş gibi cinayet mahalline geliyor. Onun için deli gibi saldırıyor ama yine de merhamet ediyor, usulca, ya da hile yapıyor, sinsice, önce uyuşturuyor biçeceği yeri, yavaşça dalıyor içeriye… Neden sonra haberim oluyor.
Ya sen? Ya sen? Göz göre göre o lacimavi hançerini olanca kuvvetinle sapladın kalbime! “Acır mı, acımaz mı? Kapanır mı kapanmaz mı açacağım yara?” demeden, gaddarca… Cani!..
Ben sivrisineği, o melunda seni anlattım Kaptan’a, o da bana biti, pireyi, tahtakurusunu… En çok da kemik bit tarağını anlattı. Biz böyleyiz işte! Pireyi deve yaparız. Bizim çocuklar da pireyi deve yaparlarmış. Engin diyor ki:
“Özgül ağırlık formülünde pireyi deve yaparız biz. Bir daire çizeriz. Bir parçası üstte bir parçası altta kalacak şekilde iki eşit parçaya önce yanlamasına, sonra altta kalan kısmı da yukarıdan aşağıya diklemesine ikiye böleriz. Yukarıya Pirenin P sini, sol alta Devenin D sini, sağ alta da Yapın Y si olamayacağına göre V sini yazarız. Hangisini arıyorsak onu parmağımızla kapatırız. D ise aradığımız, yapmamız gereken P yi V ye bölmektir. P ise, D ile V yi çarparız.”
Kaptan’ın huyu zaten pireyi deve yapmak… Ona bir kelime söyle, sana bir öykü yazsın! “Çalçene!” diyeceğim ama değil. Hem boş laf etmiyor hem de şeker gibi, bal gibi anlatıyor. Ancak onun dediklerini dikkatle dinlemek, satır aralarını iyi takip etmek gerekiyor. Geçmişi mi yâd ediyor, öykü mü anlatıyor, bilgi mi veriyor, tefsir mi yazıyor, bilmiyorum. Belki de aşure yapıyor. Evet evet! Aşure yapıyor. Çorba gibi sulu değil, pilav gibi koyu değil, tam kıvamında… Macun gibi değil, hoşaf gibi değil, tam tadında…
“Tahtakurusu, Kaleiçinin ahşap evlerinde ev sahibi hükmündeydi. Sivrisinek yetmezmiş gibi DDT piyasaya çıkıncaya kadar pireden bitten ve ondan çekmediğimiz kalmadı! Birilerine kızan kadınlar, yakaladıkları haşeratı kibrit kutusuna koyar, onlara misafir olarak gider, çekmece açar gibi kutuyu aralar, o değillikten muzırları ortalığa salıverirdi. Onlar da etrafa yayılır, bir süre sonra üremeye başlar, giderek her yeri sararlardı.
Ben ilkokula giderken her pazartesi temizlik kontrolü vardı. İp gibi dizilirdik… Önce tırnaklarla mendillere, sonra da saçlara bakılır, bit bulunanlar, evlerine gönderilir, temizleninceye kadar okula devam edemezlerdi. Onlar saça başa yapıştı mı çıkmaz, giyeceklerin dikiş aralarına saklanırlar. Acıktıklarında vampir gibi kan emmeye devam ederler. Beyaz oldukları için genellikle beyaz olan iç çamaşırlarında ve beyaz saçlarda fark edebilmek çok zor olurdu. Koyu renkli giyeceklerde hemen göze çarparlardı. Onun için çamaşırları kaynatmaktan başka çare yoktu.
Her fırsatta hane halkından biri diğerinin dizine yatar, saçlarını bitletirdi. Parmaklar, saçlar arasında dolaşır, bit aranır, başparmakların tırnakları arasında “Çıt!” diye öldürülürdü. Başlarında bit olsun olmasın, bunu yaptırtmak keyif verici bir hal almış olmalı ki bazıları saçlarını kaşıttırmaktan, arada sırada bit kırılıyormuş gibi yapılmasından hoşlanıyor, sırf bunun için birilerinin dizine yatıyorlardı.
Gerçekten de insanın saçını taraması onu rahatlatır. Saçlarının okşanması büyük küçük herkesi sakinleştirir. Dokunma duygusu çok önemli bir duygudur. Onun için insanlar tokalaşırlar, el öperler, saç okşarlar, sarılırlar.
Grönland’da Eskimo Öpücüğü diye bir söz vardır. Eskimoların selamlaşmalarına kunik denir. Kunik, burunların ve üst dudakları karşısındakinin yanağına veya alnına koyarak soluk alma şeklinde yapılır.”
Ah! Kaptan’ın anlattıklarına bak! Nelerden bahsediyor benim yanımda! Bir anda Kaleiçi’ndeki o muhteşem masalı yaşamakta olduğumuz zamana götürdü beni! O güzel başını omzuma yaslayarak şiir okur gibi olanları bitenleri, başından geçenleri, cıvıl cıvıl anlattığın zamanlara… O şampuan kokusu, beyaz zambak kokusu… Daha sonra kullanmaya başladığın esanslı Antalya Geceleri isimli kolonya kokusu…
Ah! Nerden açtı bu dokunma konusunu! Aça gevrek kokusu duyurur gibi… Karaloğlu’nda baba kız gibi el ele dolaştığımız zamanların hatırası, burnumun direğini sızlattı! Ellerinin yumuşaklığı, sıcaklığı… Avuçlarının teri… Of! Of! Mahvetti Kaptan beni!..
Ben hangi duygular içinde yüzüyorum, o bana nelerden bahsediyor! Kaptan ya! Yapılacak şey mi şimdi bu bana! Pişmiş aşa su katmanın daniskası ya! Öldürecek bu adam beni!..
“Çift taraflı kemik bit tarakları vardı eskiden. Manda, koç ve sığır boynuzlarından yapılırdı. Sık tarafıyla saçlardaki sirkeleri tarayıp indirirlerdi. Tutunamasınlar da kayarak çıksınlar diye saçlar, o taraklar zeytinyağına batırıla batırıla kara bir örtünün üstüne taranırdı. Düşen sirkeler öldürülmeden atılmazdı.
Manda boynuzu siyah, koç ve sığır boynuzu beyaz, sarı, krem, gri gibi çeşitli renklerde olabilir. Elektriklenme yapmaz, sağlıklıdır. Önceden fildişinden de taraklar yapılıyordu. Bazıları saç tokası gibi saça takılıyordu. Fildişi temin etmek mümkün olmadığından boynuz kullanılmaya başlandı. Tarak imalatında uygun boynuz bulmak zor ve yapımı daha meşakkatli olduğundan zamanla ahşaba geçildi. Sonra da plastiğe dönüldü.
Bit tarakları çift taraflıydı. Ortada geniş bir düzlem, her iki tarafta biri sık, diğeri seyrek olarak yapılmış dişlerden meydana gelirdi. Ortasına da bir veya üç küçük çukurcuk açılır, içleri sarı kırmızı beyaz gibi renklerle boyanarak süslenirdi. Onlar o mamul maddenin amblemi hükmündeydi. Yani Alamet-i Farikası…
Kadın saçları kesilmezdi. Uzun olurdu. Yıkanması da kurutulması da taranması da meseleydi! Bazıları dolaşmasın da başına dert açmasın diye sıkışık zamanlarda beliklerini çözmeden yıkar çıkarlardı.
Yıkandıktan sonra örceleşen tellerin açılabilmeleri için önce seyrek tarafla uçlardan başlanmak suretiyle, dibe doğru sabırla taranır, sonra sık dişli tarafıyla dipten uca doğru uzun uzun taranarak içine bit işlemesin diye sımsıkı örülürdü. Saçlar genellikle ortadan ayrılarak iki belik halinde örülür, başörtüsünün altından çıkıp da görülmemesi ve rahatça kullanılması için başın üstünde şekillendirilerek firkete ve tokalarla sabitlenirdi.
Tarak yapımı için kullanılacak olan boynuzlar en az beş altı yıl kadar bekletilerek iyice kurutulması gerekir. Kaliteli mal imal etmek için bu süre sekiz yıla kadar çıkarılabilir. Çok iyi kurutulmalıdır. Aksi halde mamul mal zamanla eğilebilir.
Yıllanmış boynuzlar, kaba zımparayla zımparalanarak temizlenir, planya ya da hızarla uzunlamasına yarılır, onlar da gereken boylarda enine kesilmek suretiyle parçalara ayrılır. İşlenecek parça maşayla ateşe tutulur, kızdırılarak yumuşatılır, işkencede preslenerek tesviyesi yapılır. Sonra üstüne kalıp konularak çizilir, kesilir, silinir, zımparalanarak şekil verilir, diş açılır, ince zımparadan geçirilir, rendelenir, dişlerin uçları eğelenerek sivriltilir. Sonra da saça temas eden yerleri tabii halde bırakılmak suretiyle her iki yüzü de cilalanıp parlatılarak satışa hazır hale getirilir.
Boynuzdan saç tokaları, broşlar, kolyeler, bilezikler, kol düğmelerine kadar her çeşit süs eşyası yapılır. Topkapı Müzesini gezerken gördüm, Yavuz Sultan Selim’in yemek yediği kaşık bile kemikten yapılmıştı.
Boynuz işleyenlere bu işi sevdiren, o çıkan birbirinden güzel renkler ve desenlerdir. Her rengin sayılamayacak kadar çok tonu vardır. Allah, boynuzun içine kadar renklendirmiş, desenlendirmiş, süslemiş. Kesilerek elde edilen düzlemlerin biri diğerine benzemez. Aynı hayvanın iki boynuzu dahi renk, renk tonu, desen ve doku bakımından birbirinden farklıdır.
Her bir parçada Ahad sıfatının tecellisi görülür. Hiçbir parça diğerinin aynısı değildir. Rengi aynı olsa dahi renk tonu, deseni ve dokusuyla mutlaka farklık arz eder. Allah’ın tasviri de yaratması da sınırsızdır. Yaratışı hayranlık vericidir. Sanatı eşsiz, tasarım ve desen çeşitliliği sonsuzdur.
Boynuzdan eşya yapımı esnasında çıkan parçacıklar, tozlarına kadar değerlendirilir. Bunlar kuyumcuların mücevher işlerken topladıkları altın tozu gibi toplanır, nadide çiçeklerin diplerine konur. Keratin ve kalsiyum ihtiva ettiğinden bitkiler için çok faydalıdır. Eskiden kadınlar saçlarını taradıkları zaman taraklardaki ve serdikleri örtülerdeki saçları toparlarlar, çiçek saksılarının diplerine gömerlerdi. Hele ninelerimiz o konuda çok titizdi.
“Saçlar kuşların ayaklarına dolaşır da, ökseye yakalanmış gibi yürüyemez olurlar. Sonra bize ilenirler. Saçlar da tırnaklar da oraya buraya atılmaz. Ölü gibi gömülürler. Onlar bizim parçalarımızdır.” derlerdi.
Saçları ve tırnakları çiçek diplerine gömmelerinin sebebi, içlerinde keratin olması ve toprağı seyreltmek suretiyle bitkiye fayda sağlayacaklarını bilmeleri değildi. Büyük ihtimalle, o konuda hadisler olduğu içindi.
Kemik taraklar vücutta üretilen elektriği çeker, saçı kırmaz. Plastik ise elektriklenmeye sebep olur. Tozları, bakteri ve mikropları topladığı için sağlıklı değildir.
Sadece insanlar değil, bitkiler çiçeklerine yapraklarına, hayvanlar boynuzlarının desenlerine, her şey şekil, doku, renk ve desenlerine kadar birbirinden farklıdır. Nereye bakılsa, Allah’ın güzel, benzersiz ve sonsuz sıfatlarını okumak mümkündür.
Taş taşa, kuş kuşa benzemez. Hiçbir şey birbirinin tıpatıp aynısı değildir. Her yaratılanda damga damga Allah’ın Ahad sıfatı vardır. Onun için o maddeden yapılan eşyalar da Ehad sıfatıyla imzalanmıştır. Bazılarından Allah yazısı, besmele, bazı figür ve işaretler çıkar.
Bir manda on sekiz yirmi sene beslenir. Gücünden, etinden, sütünden, derisinden boynuzundan istifade edilir. Bir tek boynuzundan yedi tarak çıkar. Şimdi bir buçuk iki yaşındayken kesiyorlar. Dört yüz dört yüz elli kiloluk tosun… Henüz boynuzu falan gelişmemiş. Sırf eti için besleniyor.
Zanaat, gönüllü yapılır. Alın teridir, ,helal kazançtır, zevktir. Geçimlik iştir. Geliri gönül hoşluğuyla yenir. Şifadır! Zengin olmak isteyen alır satar. Hırs içindedir. Tatminsizdir. Kafası rahat, kendisi zinde değildir. Huzuru yoktur.” dedi ve noktayı koydu.
“El zanaatlarının tamamı can çekişmekte… Eskiden dokumacıydım. Kumaş fabrikaları artınca o işte ekmek kalmadı. Lokantacılık, kahvecilik yaptım, olmadı. Şimdi ahşap işlemeciliği yapıyorum. Oyuncakçılık da tarakçılık gibi zorla ayakta kalan mesleklerden… Zevk işi… Ne ondurur ne dondurur. Kıt kanaat geçindirir. Ancak karın doyurur.” dedim ben de.
Mevzu sivrisinekle başladı, mandayla bitti. Kaptan’ın anlatısı bir türkülük oldu. Ben de başladım söylemeye…
“Manda yuva yapmış söğüt dalına
Yavrusunu sinek kapmış gördün mü”
Zanaatçı”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 673
YORUMLAR
Yazının içinde hapsoldum sanki bire bir yaşamışçadına 80 lerde yatılı okulda okuduğum günleri bir bir anımsattı, kalın sağlıcakla selâmlar
Onur BİLGE
Sivrisinekten mandaya nasıl geçtik yazının sonunda bu soru sorulmasa hiç fark edemeyecektim. Sinek de olsa kimsenin canını haksız yere yok etmemek gerekir. Yazının son kısmında verilen Kastamonu türküsünün de harika zeka dolu bir hikayesi var. İlk okuduğumda o hikayeyi çok şaşırmıştım. Ustaca kaleme alınmış bu yazıyı kaleme alan değerli yazarı yürekten tebrik ediyorum.